Süleyman Kayğaz
Yüzyılların geri çekilişinin ve bin yılın içsel çürümesinin Müslüman aklında yaratmış olduğu bir küçülme mevcuttur. Genel olarak bu durumu aklî üretimin yerini önceki üretimlerin şerh ve haşiyelerinin alması gerçekliği ile de görebiliriz. Bu küçüklük hâli ve psikolojisi sonucunda, herhangi bir ‘büyüklenme’ ya da en azında ‘büyük gözükme’ durumu fazlasıyla önemsenir ve umutla beklenir bir hâl almıştır. Yani bir silkiniş harekâtı, yükselme ve yücelme algısı ya da en azından hakkın (Müslüman’a) teslimi beklentisi mevcuttur. Çünkü önceki dönem ve dönemlerin (Asr-ı Saadet, Selatin-i Evvel) özellikle abartılı tevatürü ile Müslüman bilinçte bir haksızlık, bir hak etmediği pozisyonda olma, bir pozisyon yanlışlığı imgesi oluştuğu muhakkaktır. Sanki bizatihi Müslüman kitleye (nesepsel olarak) verili olması gereken yüceliğin, kitleden mahrum edilişinin psikolojik bir sonucudur bu. Ve var olan bu durumun Türkiye özelinde Cumhuriyet dönemi gerçekliği ile katmerleşmiş olması kitlelerde, öncesinde bahsettiğimiz tevatüre daha da sıkı bağlanma sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Yani küçülmenin-geri çekilmenin tabi bir sonucu olacak olan kendini yargılama ve silkinme ertesi yine-yeniden üretim platformu, özellikle Cumhuriyet döneminin geçmişle bağı fütursuzca kesmesi dolayısıyla ve ertesindeki görece özgürleşme ortamında kendini geçmişin “uzak tutulan gerçeklerine” dönüşe evriltmiştir. Özü yargılama ve çıkarımlar ile İslam toplumunun yeniden tesisi yerine, bir zamanlar enfes şekilde somutlanmış olduğu varsayılan romantik bir tarih algısı bu eleştiri şeklinin yerini almıştır. Böyle bir ortamda içsel yanlışlardan bahsetmek mümkün olmamakta, ancak dışsal dayatım koşullarının dozajı dolayısıyla çürümüşlüğün var olageldiği kabulü oluşmaktadır.
İbadeti öncelemek, imanı hatırlatmak
Gülen hareketinin doğuş ve yükseliş yıllarının psikolojik altyapısı, ülke coğrafyası özelinde bu hâl üzeredir. Böyle bir demde ve algı dünyasında tevatürü en iyi şekilde seslendirerek sürdürecek, ortanın ortası rolünü en iyi temsil edecek, konjonktürel davranışı içselleştirmiş, hiçbir zaman şeytan taşlamayan ve hatta çoğu zaman şeytanını kimliğinden bahsetmeyen, tevatür dolayısıyla kitlelerin aklında en azından kültürel bir karşılığı olan ancak flulaşan ve gün ile pratik bağı kurulmamış muğlak düşman ve düşmanlıkları beslemeyi en iyi beceren, vasat halk bilincini fazlasıyla etkileyen ecnebi düşün ve bilim adamları konusunda söz söyleyebilen ve hatta kendi açısından onlara cevap verebilen… kişi ve grupların erki ele geçirme anlamında başarılı olacakları muhakkaktır.
Genelleşmesi, bir toplumsal taban elde etmesi, devlet gücünün temsil organlarına yakınlığı, burjuvalaşması ve kapitalizme eklemlenmeyi başarması ölçüsünde ülke coğrafyası ve hatta kimi zaman sınırları aşan yapısıyla dünya ölçeğinde, bu kişi ve grupların temsilciliğini Gülen Hareketi oluşturmaktadır.
Gülen hareketi yukarıda bahsettiğimiz toplumsal alt yapısıyla yapay bir oluşumdan öte beklentisel bir oluşumu da ifade etmektedir. İbadet esaslarının bile kısıldığı bir Cumhuriyet Türkiye’sinde ve imanın materyalizm olgusu ile sarsıldığı bir dünyada, ibadeti önceleyecek (özellikle namaz) ve imanı hatırlatacak (Risale-i Nur ile Allahın varlığının ispatı) bir kişi bizatihi beklentiseldi. Önemli olan bu minvali tüm ustalığı ile idare edebilmeyi becerebilmekti ve bunu Fethullah Gülen becermiştir. Çünkü genel vasat halk kitleleri ne düşünüyorsa Gülen de aynı düşünmektedir ve tabiatıyla tersi durum da doğrudur.
Ancak bu aşırı olmama durumu ve ortayolculuğun tatbiki, pratikte tarafsızlığın kaypakça bir hali durumundadır. Bu nedenle Gülen hareketinin kaideler bütünü olarak karşı olduğu kim ya da nedir sorusu flu bir cevaplar bütününe sahiptir. Kimdir bu İslam’ın düşmanı ya da düşmanımız yok mu sorusunun cevabı ‘Şeytan’ ya da ‘Nefs’ gibi fazlaca genel hususlara bağlanır ve bu makro bakıştan mikro âleme genellikle bir adım dahi inilmez. Yani kimdir bu şeytan ve nefsin araçları sorusunun pek bir cevabı yoktur.
Asr-ı Saadet ve “ceddimiz Osmanlı”
Hareketin geçmişe yönelik bakışında tamamen tozpembe bir halin mevcut olduğunu görürüz. Muhteşem Osmanlı, daha ötede Ulu Selçuklu ve oradan hızlı bir sıçrayışla Asr-ı Saadet. Özellikle “ceddimiz Osmanlı” söylemi ise bir ulusalcının Cumhuriyet istibdat demlerine bakışını andırır tarzda tamamen kabuller ve çarpıtmalar üzerine kuruludur ve bu durum öyle bir şekilde içselleştirilmiştir ki Kurtarıcı Mustafa Kemal imgesi, bu halde Zillullah Padişah imgesi halini alır.
Ceddin döneminden günümüze geldiğimizde ise ulus-milliyetçiliğin olmazsa olmazı asker hususunda, yılların göstergelerini hiçe sayar bir şekilde bu kurumla tam bir fikirsel mutabakat ve işbirliği içinde olunduğu ve hatta askerliğin “peygamber ocağı” olması hasebiyle kutsandığı bir durum ortaya çıkmaktadır. Ülke coğrafyasının geleneği haline gelen darbeler konusunda dahi askerin arkasında bulunmaktan pek uzak olunmamakta ve hatta bazen arka dahi çıkılabilmektedir.
Mesela ilk darbeye maruz kalan Menderes ile ilgili methiyeler düzülürken, bu darbeyi yapan albaylar cuntasının keskinlerinden olan ve darbe bildirisini okuyan Türkeş ile yine muazzam bir uyum içinde olunabilecek kadar ortayolculuğun dibine vurulmaktadır.
12 Eylül darbesi ve 28 Şubat süreçlerinde ise özellikle Hoca’nın beyanatları ortayolculuktan askere arka çıkma kesafetine bürünmektedir. Hoca, 1980 darbesi zamanı bir yazısında methiyeler düzerek, “Ve işte şimdi, bin bir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tulûu (ışığı) saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin (dönüşümlerin) son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz”* diyebilmektedir.
Ya da 28 Şubat’ın kaotik ortamında “Darbe hiçbir zaman tam bir çözüm değildir. Darbeciler iyi niyetlidir, ama her darbe tecrübe sahiplerini ve birikimleri heba etmiştir. Ülkemiz kriz içinde; gücü temsil edenler krizi önlemelidir. Burada askeriye muhtıra verdi diye suçlanmak isteniyor. İsteselerdi, bu öyle, bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülâhaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemin çözülmesi arzu ettiler”** diyebilmektedir. Yani bu zihin yapısı için referans aldığı Asr-ı Saadet ile Osmanlı askerî yapısı ve Cumhuriyet döneminin lineer bir sürekliliği mevcuttur, belki ufak tefek farklılıklar mevcuttur ama bunlar da ‘öz’ birlikteliğini sarsmayacak hususlardır.
Said-i Nursi’nin Kürtlüğü
Devletle bir olma durumu etnisite ve mezhep bazlı konularda da sürekliliğini devam ettirmektedir. Bunun en bariz örneği Kürt-Kürdistan hususunda takınılan konjonktürel tutumdur. Hatta bu hâl bazen siyasî iktidarı dahi aşan sertlikte olabilmektedir. Hoca’nın üstad kabul ettiği Said-i Nursi’nin Kürtlüğü ise diğer bazı Nurcu çevrelerin yaptığı gibi Risale-i Nur kitaplarındaki Kürt-Kürdistan ifadelerinin değiştirilmesi*** ve Said-i Nursi’nin Türklük ile ilgili yaptığı demeçlerin**** bayraklaştırılması ile ancak folklorik bir hale büründürülmektedir.
Biraz da hareketin kökünün dışarıda olması hususu ve yayılım zamanının konjonktürel şartlarından bahsedelim. Özellikle bazı ulusçu-solcu (enterasan ama gerçek) kesimlerin sık sık dile getirdiği bir husustur bu. Bu görüşe göre CIA ve MOSSAD bağlantılı bir örgütlenme ile karşı karşıyayızdır. Yani bu cenahlarca da “kötülüğün” varlığı dışarıda aranmaktadır. Çünkü böyle bir fesatlık bu topraklardan türeyemez!
Bu “kökün dışarıda olması” hususunu konjonktür bağlamıyla değerlendirecek olursak, Amerika’nın materyalist Sovyetler karşısında sözde din eksenli bir devlet olması ve Sovyetler’in hinterlandında ya da hedefinde bulunan ülkelere bu hâlini ihraç etmeye çalışması gerçekliğini görürüz. Özellikle ‘yeşil kuşak’ adlandırması bu anlamda kullanılagelir olmuştur. Bu hinterlandın önemli bir sınırını oluşturan Türkiye’ye de aynı davranışlar gösterilmiştir. Bu tavırlardan Gülen cemaatinin de fazlasıyla yararlandığı muhakkaktır. DöneminFethullah Hoca sohbetlerine bakacak olursak, ülkücü cenaha sempati ile baktığı ve kızıllık söyleminin ağzında pelesenk olduğu görülecektir. Yalın gerçeklik cemaatin bu konjonktür ile palazlandığıdır.
Soft bir İslamî akım
Ancak bu durum kökün dışarıda olmasından çok, tohumun sulanmasında dışarının katkısının azımsanamayacak bir realite olduğudur. Bu durum rahatsız edici olabilir, ancak kurdurulma ve direkt yönetimin var olmadığı da muhakkaktır. ‘Kızıl tehlike’nin tükenmesi ertesinde bir zamanların yeşil kuşak teorisiyle de güçlenen ancak asıl anlamında yüzyılların tükenmişliğini kırma çalışmalarının ürünü olan İslamcılığın yozlaştırılma çalışmaları hususu yani dış cenahın ya da daha doğrusu uluslararası sermaye gruplarının karşılarında sert bir İslamcı düşmana nazaran daha soft bir İslamî akımı tercih etmeleri sonuçları itibariyle de fazlasıyla önemsenmesi gereken bir durumdur. Şu anki Türkiye ölçeğinde özellikle 70’lerde neşvünema eden İslamcılığın 90’larda zirve yapıp sonrasında hızlıca düşüşü ve bu zaman zarfında Gülenciliğin kendine geniş bir yayılım alanı bulması paralellik oluşturmaktadır.
Kısacası, kazanımları itibariyle ameli tatbikat yapan bir gençlik (özellikle namaz) olmakla birlikte eklemlendiği sistemle, değiştirme ve dönüştürme yerine erki yönlendirmeyi amaçlayan düşünsel ve pratik-pragmatik kendi içinde tutarlı davranışlarıyla ve yine kendilerinin ifadesiyle artık bir ‘camia’ ile karşı karşıyayız. Daha başından beri ulus-milliyetçi tavır bütünlüğü ile, tevatür ve retoriği ile, Cumhuriyet’e karşı tutumsuzluğu ile, Türkiye İslamcılığının yükselişinin çabucak sönümlenmesindeki inkâr edilemez katkısı ile, askere karşı tutum ve davranışları ile ve daha birçok konudaki vasat duruşu ile Fethullah Gülen ve Cemaati Türkiye toplumunun halini yansıtmaktadır.
* Sızıntı dergisi, 1 Ekim 1980.
** 29 Mart 1997 tarihli Samanyolu TV konuşması.
*** Tahrifatlar için bir örnek: “Ey Asuriler ve Keyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan Arslan Kürtler beş yüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette, vahşet ve gaflet sizi garet edecektir”. Değiştirilmiş şekli: “Ey eski çağların cihangir Asya Ordularının kahraman askerlerinin ahfâdı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim! Beşyüz senedir yattığınız yeter. Artık uyanınız, sabahtır. Yoksa sahra-yı vahşette yatmakla, gaflet sizi yağma edecektir”.
**** “Allahü Zülcelal Hazretleri, Kuran-ı Kerim’de “Öyle bir kavim göndereceğim ki onlar Allah’ı, Allah da onları sever” buyurmuştur (Maide Suresi, 54). Ben de bu beyan-ı İlahi karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri Alem-i İslam’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım.” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 233-234.)