Doğan Akhanlı
Kan ve Gözyaşları Ülkesinde
Jakob Künzler
Hans Lukas Kieser’in önsözü ve Perim Ozan’ın çevirisiyle
Belge Yayınevi, Nisan 2012
Urfa o günlerde Sivas, Erzurum ve Mamuret ül Aziz (Elazığ) vilayetlerinden gelip Mezopotamya bozkırlarına doğru akan insan selinin geçiş noktası olmuş, Jakop Künzler’in gözleri, “gittikçe daha kederli ve ümitsizce” yürüyen kadınlar ve 4-12 yaş arası çocuklardan ibaret sürgün kafilelerini görmüştü. Aralarında erkekler yoktu. Kimse erkeklerin akıbetlerine dair bir açıklama yapamıyordu. Durumu gerçekten açıklayabileceklerin ise bunu yapacak canları, kanları, dilleri, elleri, ayakları kalmamıştı.
1914- 1918 Cihan Harbi başlayalı bir yıl olmuştu. Enver Paşa, “Turan”a giden yolu açmak için üçüncü orduyu Sarıkamış’ta çoktan kırdırmış; cephelerde kasaturalarla birbirlerini boğazlayan askerler kan ve çamurdan bir bulamaca dönüşmüş; havaya çöken kan ve insan eti kokusuna, Hükümet tarafından el konulan çimlenmiş tahılların çürük kokusu karışmıştı.
10 Ağustos 1915’te Urfa’ya, başkentten, biri Enver Paşa’nın akrabası, İttihat ve Terakki Komitesi üyeleri Ahmet ve Celil Beyler geldi. Söylentiye göre bu şahıslar şehre, Ermeni erkek ve delikanlılarını öldürtmek, kadın ve çocukları sevk etmek için gelmişti. Hapistekilerle işe başladılar. Gidenlerden bir daha haber alınamadı. Çok geçmedi, Urfa’da “Vurun gâvurlara!” nidalarıyla katliam başladı.
Azala azala
Şehirdeki Alman misyon hastanesinde pratisyen doktor ve müdür vekili olarak çalışan Jakop Künzler’in gözleri, silahlı Kürtlerin pazara akın ettiklerini, Ermeni ve Süryanilerin telaş içinde tezgâhlarını kapatıp evlerine kaçtığını, çoğunun evlerine varamadığını ve dört kalfasıyla beraber boğazlanan Terzi Kevork’un talan edilmiş dükkânında kan gölü içindeki cansız bedenini gördü.
Alacakaranlık çöktüğünde evine gitmedi, hastanede kaldı. Ertesi sabah, yaşlı kasap Şiko’yu evinin önünde ölü buldu. Sonra ziyaret ettiği mutasarrıf ona, olayları teessüfle karşıladığını ve bu tür olayların bir daha yaşanmayacağını söyledi. Akşama doğru karısı ve arkadaşlarıyla beraber cesetlerin üzerinden atlayarak Süryani mahallesine giden Jakop Künzler’in gözleri, birkaç gün sonra, Türklerin iplerle bağladıkları cesetleri toplu bir mezarlığa gömmek için sokaklarda sürüklediklerini de gördü.
Sonra kuzeyden, zaman kavramını yitirmiş, çoğu kılıç ve süngü yaralı sürgünler geldi. Kızlarının lekelenmemesi için kendilerini sunan anneler öldürülmüş; binlerce kadın ve çocuk Fırat nehri sularına atılmış; hayatta kalanların paralarına el konulmuş; duygular körelmiş; en inançlı olanların bile ruhları kararmıştı artık.
Harput’tan 2000 kişiyle beraber bir ay önce yola çıkarılan Vehsa Bedrosyan, kafileye eşlik eden jandarmalardan eziyet görmediklerini anlattı ona. Malatya civarlarında, Erzurum ve Sivas’tan gelen sürgünler de kafileye katılmış, Toros Dağları’ndan geçirilerek güneye doğru götürülmüşlerdi. Yaşlılar ve çocuklar dağlarda ölmüş, vahşi hayvanlara yem olmuştu. Azala azala Urfa topraklarına vardıklarında, Kürtlerin saldırısına uğramış, çırılçıplak soyulmuş, dar bir alana götürülüp kıyılmışlardı. Cesetler arasında hayatta kaldıktan sonra, birkaç Kürt atlıyla karşılaşan ve atlılardan kızlarını yanlarına almalarını isteyen Vehsa Bedrosyan bir daha kızlarını hiç görmemişti. Gözyaşları kuruduğu için arkalarından da ağlayamamıştı.
Urfa’da bir halı fabrikası
Urfa Ermenileri’nin yaşadığı bir dejavu gibiydi. Urfa’daki büyük Ermeni Kilisesi’nde 1895 sonlarında binlerce Ermeni’nin yakılması Amerikalılar tarafından ‘holokost’ olarak tanımlanmıştı. Talat Paşa Davası’nın uzman tanığı Franz Werfel’in “Musa Dağ’da 40 Gün” adlı romanında ölümsüzleştirdiği Alman ilahiyatçı ve Protestan papazı Lepsius, katliamlardan sonra yüzlerce dul kadına ekmek kapısı olsun, hayatta kalmış bebeklerini besleyebilsinler diye Urfa’da bir halı fabrikası kurmuştu. Savaş başlayınca, kimsenin halıya ihtiyacı falan kalmadı. Halı fabrikası, kan ve gözyaşlarının dinmediği o günlerde, Ermenilerin sığınak yeri oldu. Ermeni mahalle ve evlerinde barikatların kurulduğu, Ermeni demircilerin soba, saban yapımını bırakıp bıçaktan kılıca, baltaya ve hatta el bombasına kadar silah üretmeye başladığı Eylül ortalarında, Jakop Künzler’in gözleri yüzlerce kadının çıplak halde Urfa’ya getirildiğini gördü. Şehir dışına çıkanlar her yere yayılmış cesetlerden söz ediyor, Hıristiyanlar engelleyemeyeceklerini bildikleri daha da korkunç günleri çaresizlik içinde bekliyordu.
Jakop Künzler’in belleği, 1915 sonbaharında, Urfa’da Türk askerinin olmadığını, jandarmaların da sürgün kafilelerini yağmalamak ve tartaklamakla meşgul olduğunu kaydetti. Hükümet, çevredeki Kürtleri direnmeye hazırlanan Ermenilere karşı seferber etti. Güpegündüz Urfa’ya doğru dörtnala gelen Kürt atlılarını gören Jakop Künzler’in beyni, Ermeni mahallesinden gelen silah seslerini, Kürt atlılardan birinin atından yuvarlandığını, kuşatmaya karşı direnişin üçüncü günü kuşatmaya katılan Türk piyadelerinin saldırısının da sonuç vermediğini belleğine kaydetti.
Çatışmalar günlerce sürdü. Jakop Künzler, çatışmalarda yaralanan Türk askerlerinden öğrendiği üzere, Ermenilerin yeterince yiyecekleri olduğunu; her evin su kuyusu olduğu için şehrin suyunu kesmiş olmalarının işe yaramadığını; büyük çaplı toplarının olmadığını; dokuz santimetrelik bombaların kalın taş binalara zarar veremediğini; yangın bombalarının ise evler ahşap olmadığından pek de etkili olmadığını da belleğine kaydetti.
Direniş Ekim ortalarında kırıldı. Jakop Künzler’in gözleri, kadın ve çocukların üç büyük binaya kapatıldığını; erkeklerin iki gruba ayırıldığını; bir kısmının hapishaneye, geri kalanlarınsa cami avlusuna götürüldüğünü gördü. Sonra askerler, on yedi yaşında, karnı kurşunlarla delik deşik edilmiş bir Ermeni kızı getirdi hastaneye. Jakop Künzler, askerlerin kızı neden öldürmeyip de hastaneye sevk ettiğini anlamadı, ama kızın cesareti ve güzelliğiyle askerleri kendisine hayran bıraktığını tahmin etti; başka bir kötülüğe maruz kalmadan hemen ölmesine sevindi.
“Bu zalim ülke”
Jakop Künzler’in gözleri, başlayan katliamları, toplu mezarları, üzüm bağına giden yol üzerinde dere boyunca öldürülen insanları, bahardaki sağanak yağmurlarıyla ortaya çıkan yarı çürümüş cesetleri, derenin aşağısında suyun sürükleyip biriktirdiği insan kemiklerini de gördü ve belleğine kaydetti.
Bir akşam kapısı çalındı. Kapının önünde kanlar içinde tir tir titreyerek dikilmiş, yüzü gözü dağılmış Agop sığınacak kapı arıyordu. Türk komutanın, Ermenileri yanına almaya devam ederse, Ermeni muamelesi göreceği tehdidini ciddiye alan Jakop Künzler, onu içeri alıp almamakta tereddüt etti. Karısı Hipokrat yeminini hatırlattı ona.
Aynı günlerde en yakın arkadaşı, Ermeni Mahallesinde tutuklanan, kendisi gibi Alman dostu olmayan Amerikan misyoneri F. H. Leslie, bizzat temin ettiği zehirle hayatına son verdi. Ondan geriye kalan 30 Ekim 1915 günlü son notta, Jakop Künzler’in ölümünden sorumlu olmadığını, zehri yetimhanenin eczanesinden kendisinin temin ettiğini yazmıştı. Jakop Künzler, Mr. Leslie’nin “bu zalim ülke” için fazla narin olduğunu kaydetti belleğine. Mr. Leslie’nin hükümet tarafından el konulan Protestan mezarlığına defni mümkün olmadı ve naaşı Urfa girişindeki taşlık araziye gömüldü.
Erkeklerin tamamı cami avlularında ve hapishanelerde öldürüldükten sonra, kadınları ve çocukları nakletmeye gelmişti sıra ve Jakop Künzler’in belleği, acıları had safhaya ulaşan, rüşvetle Müslüman erkeklere satılan, kendilerinden zehir dilenen, sütten kesilen, bebeklerini kendileriyle birlikte nehre atan kadınları unutmadı. Nakledecek kimse kalmayıncaya kadar dolaştırılıp duran bu insanlar çöllerde yitip gitti.
Kendini, Almanca konuşan bir İsviçreli ve o korkunç olayları başından sonuna yaşayan tarafsız bir tanığı olarak tanımlayan Jakop Künzler, Birinci Cihan Harbi boyunca Alman ve Türk gazetelerinden başka bir şey okumayacak; 1899’dan 1922’ye kadar yaşadığı Urfa’da, o geçmek bilmeyen “kan ve gözyaşı” günlerinde gördüklerini ve belleğine kaydettiklerini 1920 sonbaharında, Berlin-Potsdam’daki Tempel Yayınevi’nde yayımlatacaktı.
Maskelenmiş bir imha politikası
Avrupa’nın en önemli Osmanlı tarihçilerinden Hans Lukas Kieser’in önsözüyle Belge Yayınevi tarafından yayımlanan kitapta Jakop Künzler gözlemlerini ve belleğini sunar bizlere.
Kieser’in ifadesiyle kitap, “politik olarak tarafsız bir gözlemcinin, modern araçlarla organize edilmiş, Avrupa ve Osmanlı Dünyasında ilk soykırıma, yani Jön Türklerin savaş rejiminin, Osmanlı Ermenilerine 1915 yılında uyguladığı kırıma çıplak tanıklığıdır. Bu belgenin, sistematik, telgrafla kumanda edilen, merkezî iktidarın komiserleri tarafından denetlenen “sevkiyatın”, bürokratik kavrayışta aslında ne anlama geldiğini yakın gözlemlerle ortaya koyması bakımından tarihsel anlamı büyüktür. Nazi Almanya’sındaki gibi, bu kavram sadece bir halkın bir yerleşim bölgesinden tehcirini değil imhasını da içerir. Künzler’in tanıklığı, maskelenmiş bir imha politikasının bölgesel ve yerel uygulamasını soğukkanlı bir şekilde belgeler.”
Türkiye’nin en büyük suçuna daha 1990’lı yılların başında başkaldıran ve soykırım kurbanlarının onuru için isyan başlatan Belge Yayınevi’nin Ayşe’sini yıllar önce yitirdik. Ragıp geçenlerde serbest bırakıldı, Deniz ise halen hapiste... Ve bizler tarihin, yüzleşilmemesi halinde, seri cinayetler işleyen bir caniye dönüşeceğini bir türlü öğrenmek istemiyor, suç ortağı haline getirilmemize suskun kalıyoruz.
Oysa soykırım, inkâr edilse de soykırımdır ve Jakop Künzler’in yüz yıl öncesinden bize bakan gözleri, adımıza işlenen suç yüzünden, başımızı öne eğmeye zorlar bizi.