Kerem Kabadayı
İki yılı aşkın bir süredir devam eden Balyoz Darbe Planı Davası, 21 Eylül günü akşam saatlerinde mahkemenin tüm sanıklar hakkındaki kararını açıklamasıyla son buldu. Mahkeme heyeti, emekli Orgeneral Çetin Doğan, emekli Oramiral Özden Örnek ve emekli Orgeneral İbrahim Fırtına’yı (indirimli haliyle) 20 yıl hapis cezasına çarptırdı. Ergenekon sanıklarından ve Kürt halkına karşı işlenmiş faili meçhul cinayetlerde adı geçen emekli Albay Cemal Temizöz ve “Kafes Eylem Planı Davası”nın iki numaralı sanığı emekli Koramiral Kadir Sağdıç’ın da aralarında olduğu 78 sanığa 18 yıl, 214 sanığa 16 yıl hapis cezası verildi. Geri kalan 36 sanığın beraatine karar verildi. JİTEM’ci emekli Tuğgeneral Levent Ersöz’ün dosyası ise savunmasının alınamamış olması gerekçesiyle ayrıldı.
Ergenekon davaları kapsamında hâlen yargılanmaya devam eden Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz ve Eldiven darbe teşebbüslerinin 2007 yılında Nokta dergisi aracılığıyla ortaya çıkartılmasının ardından, ilk defa 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde yayımlanan bir haber vesilesiyle gündeme gelen Balyoz Darbe planı, AKP’nin tek parti olarak iktidara geldiği, Amerika’nın Irak işgali için gün saydığı 2003-2004 yıllarında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetim kademesinin ne gibi işlerle meşgul olduğunu merak edenler için ilgi çekici bir kurguya sahip.
Oraj, Çarşaf, Suga, Döküm, Sakal, Tırpan, Testere adlı eylem planlarıyla 2003 yılında Müslüman, liberal, Ermeni, Alevi, demokrat, milliyetçi demeden toplumun her kesimini kapsayan bir dehşet sarmalı yaratıp askerî darbe yoluyla siyasî iktidarı devirme hayaliyle savaş oyunları oynayan ve oynatan emekli Orgeneral Çetin Doğan, bundan sonra cezaevinde bol bol “makarna” yiyecek gibi gözüküyor.
“Delillerin tümü sahte”
Onca tartışma ve teknik ayrıntının ötesinde, olayın özü gayet net. Burjuva devletinin ordusunun üst düzey subaylarına suçüstü yapıldı. Suçüstünü yapanın yine burjuva devletinin yargısı olması, suçun hedefi olan emekçileri, azınlıkları, ezilenleri kapsayan toplum geneli olduğu gerçeğini değiştirmez.
Hâlen işler vaziyette olan yargı sisteminin aslen Türkiye sosyalistlerini ve Kürt halkını ezmek için darbeler ve darbeciler tarafından yoğrularak bugünlere ulaşmış olduğunu düşünürsek, bu sistemin nasıl olup da sivri ucunu darbecilere döndürdüğüne dair iddialar muhtelif.
Balyoz davası süresince ortaya dökülen delillerin sadece bir kısmı üzerinden geliştirilen “delillerin tümü sahte” iddiası, Balyoz darbe planının içeriğinin de önüne geçip davanın itibarsızlaştırılması yönünde yürütülen kampanyada koçbaşı işlevi gördü.
Dava kararının açılanmasının ardından bile bu koçbaşını elinden düşürmeye niyeti olmadığını belli eden Ezgi Başaran’dan üç gün sonra Özgür Mumcu “cuntalar dönemiyle beraber sahte deliller döneminin de sona ermesini arzulamamız gerektiğini” ifade ediyordu. Ezgi Başaran’ın yandığı mevzuysa bambaşka. Ordunun “en iyi eğitimli” kadrosunun bir darbe girişimi bahanesiyle tasfiye edildiğini iddia eden yorumu, kararın açıklanmasının hemen ardından Radikal internet sayfalarında beliriverdi: “Türk Silahlı Kuvvetlerinin en yüksek öğrenim görmüş, en parlak subaylar serisi, türlü mercilerdeki güçlerin zihniyetine göre makbul bulunmadığı için tasviye edilecekti.” Bu “uzman” görüşüyle eş zamanlı olarak, Türk interneti “Cumhuriyetin tasfiye edildiği”, “Türk ordusunun tasfiye edildiği”, “Mustafa Kemal’in askerlerinin tasfiye edildiği” yönünde muhteşem tespitlerle çalkalandı. Bu hezeyanlar, sosyal medyada günün konusu olamayınca da suçlu bulundu: Ya CIA ya AKP, ama mutlaka birileri 140 vuruşla muhalif destanlar yazılan internet ortamında “algı yönetimi” yapıyordu.
Elbette, cumhuriyetlerinin veya ordularının dağıtıldığını yedi düvele haykırarak rahatlama peşindeki bu vatandaşlardan biri de çıkıp “bizim buradaki kışlalara kilit vuruluyor”, “bizim mutfak balkonundaki bayrak indiriliyor” demediğine göre, ardından ağlanan ağır kaybın, Silahlı Kuvvetler’in sivil siyasete müdahale etme yetisi ve meşruiyeti olduğunu çıkarsamak zor değil.
Sanıklara en üst seviyeden ceza verilmesi ve iyi hâl indirimi yapılmamasına tepki gösterenler, sanıkların ve avukatlarının mahkeme heyetine karşı tutumları, davayı İstanbul Barosu’nun da desteğiyle kilitleme çabalarını çabucak unutuverdi. Işık Koşaner’in internete sızdırılan ses kaydında geçen, delillerin ve darbeci faaliyetlerin varlığına dair özeleştirileri de yok hükmünde sayan bu kesim, karşısındaki tabloyla hesaplaşma güçlüğü çektikçe, “halk uyuyor”, “halk beyinsiz” edebiyatına başvuruyor. Eldeki delillerin tümünün sahte olduğuna inanmayanları da hain ilan etmekte sakınca görmüyorlar. Bu edebiyata bir de “ortak düşman emperyalizm”, “eli kalem tutan hainler”, “Cumhuriyet çökertiliyor” gibi sağdan soldan araklanmış kavram ve kışkırtmaları ekleyince, İşçi Partisi’nin karanlık çukurundan hareler halinde yayılan faşizan propaganda ortaya çıkıveriyor.
“Boru bu, LAV silahı değil”
Bugün içinde bulunduğumuz politik durumu faşizmle mukayese etmekten bıkmayanlar için bir not: Klasik anlamda faşizm, halkı şekil verilmesi gereken pasif bir nesne olarak görür. Emekçiler ve muhalifler üzerinde kurduğu kanlı baskı düzenini, hainler ve “anavatana göz dikmiş” dış düşmanlar üzerinden orta sınıf nezdinde meşrulaştırır. Perinçek kadrosunun elindeki tüm kaynakları (Ulusal Kanal, Aydınlık gazetesi, Türkiye Gençlik Birliği…) kullanarak Balyoz ve Ergenekon davalarına köktenci karşı çıkışta hakim olan tonu belirlemiş olması, bu duruşun bir araya getirdiği çevrelerin çıkarlarının örtüşmesinin ötesinde, faşist propagandanın temel unsurlarının asla eskimeyen kuvvetiyle de açıklanabilir belki.
Sahte delil tartışmaları, oradaydın-değildim iddialaşmasının ardından dava sona yaklaşırken darbecileri açıkça veya çekingen bir üslupla kurtarma peşinde olanlarca dile getirilen “toplum vicdanını zedelemeyecek bir karar” talebinin, mahkeme heyetinde karşılık bulmuş olması, bu noktada ironik de olsa bir ihtimal olarak gözüküyor. CHP – İşçi Partisi tayfası aksini iddia etse de, “Silivri’ye giden, zindanları yıkan” zinde kalabalıklar hâlâ ortada yok. Kitlesel bir kalkışma, ilden ile sıçrayan Cumhuriyet mitingleri de yok. Kürt halkı, Ermeni, Musevi, Rum cemaatleri veya Müslüman kesim “Laik demokratik cumhuriyetimiz elden gidiyor” diye gösteriler yapmıyor. Asker, olması gerektiği şekilde kışlasında oturup karavanasını yiyor; “boru bu, boru, LAV silahı değil” ya da “dış tehdit postmodernizm” gibi akıl yoksunu açıklamalar yapmıyor. Bu tablo, kamu vicdanının ne yöne doğru yattığının bir göstergesi olsa gerek.
Hayatla en örtüşür gözüken tablo ise, belki de daha basit olanı: Yargı bir yandan KCK davasıyla geleneksel otoriter Türk devlet adaletsizliğini uygulamakla iştigal ederken, diğer yandan AKP’nin kitleler nezdinde kendini meşrulaştırabildiği “sivilleşme-normalleşme” retoriğiyle uyumlu bir şekilde Ergenekon ve Balyoz davalarını yürütüyor. Ancak bu, yargı sisteminin illa ki AKP boyunduruğu altında işletildiği, iktidarın siyasî çıkarları için “darbelerle hesaplaşırmış gibi yaptığı” anlamına gelmez. AKP retoriğinin gerçekle örtüşmediği Roboski katliamı, en ufak bir gerileme emaresi göstermeyen polis şiddeti, silah alımlarına ayrılan bütçenin giderek şişmesi gibi noktalar saymakla bitmez. Ancak askerî vesayetin geriletilmesinde ve Balyoz davasında sonuca doğru ilerlenebilmesinde en kritik dönüm noktasının 12 Eylül Anayasa referandumu olduğu aşikâr.
“Muhalif” olmayı saf AKP karşıtı olmak kadar kuru ve apolitik bir tanıma indirgemiş ulusalcı-Kemalist kesim için askerî vesayetin geriletilmesi zaten feci bir gelişme iken, bu sürecin İslamî kimliğini ön plana çıkaran bir kitle partisi tarafından yürütülüyor olması, hem Ergenekon hem de Balyoz davalarının etrafında şiddetli bir kamplaşma oluşmasına yol açtı. En az 12 Eylül anayasası ve 12 Eylül darbesini takip eden yıllarda konsolide olmuş milliyetçi-muhafazakâr siyaset blokları kadar 12 Eylül ürünü olan günümüz sol siyasetlerinin Kemal-Stalin muhibi kısmı, bu kamplaşmada terichlerini özlerine rücu etmekten yana, yani açıktan cumhuriyetçi, çekingen Kemalist ve gizli milliyetçi bir çizgide cepheleşip filonun ana gemisi CHP’ye kenetlenmekten yana kullandı.
Bu tercih, beraberinde AKP iktidarı çerçevesini de aşarak, 70’li yıllardan beri dünya sol hareketlerinde eşi benzeri görülmemiş uyduruklukta bir “devrim teleolojisinin” ortaya atılmasıyla beraber tam karakterine kavuştu. Bugün hâlâ “1. Cumhuriyeti” savunmak için “boyun eğmeyenleri” arayan “komünistler”, parti adından çok 12 Eylül’den mevtası çıkmış bir örgütün adıyla oraya buraya saldıran sözümona devrimci gençler ve kurucularının Mustafa Kemal olduğunu gururla ilan edenlerin, Balyoz sanıklarının içinden “muhalefet” unsurları bulup çıkartmaya çalışmasının sebebi de bu kritik tercih olsa gerek.
Darbeciler tarafından yazılmış ve yazdırılmış anayasaların kıymetini bir anda hatırlayan ve referandum döneminde CHP ve MHP’nin kanatları altına giren bu sol partiler kümesi, şu dakikalarda hâlâ darbecilerden muhalif, milliyetçilerden “yurtsever”, komploculardan aydın yaratma peşinde.