Ozan Tekin
Suriye’de bundan bir buçuk yıl önce, Tunus ve Mısır devrimleriyle başlayan süreci izleyerek Esad’a karşı girişilen halk ayaklanması, bir dizi özel faktör sebebiyle bu ülkede olup bitenleri anlamak isteyenlerin işini zorlaştırıyor. Türkiye’de hem kemalistler hem de onlardan ayırt etmesi artık oldukça güç olan ulusalcı sosyalistler, “emperyalizme karşı” Esad rejiminin savunulması gerektiğini açıkça dile getiriyor. Fakat “Esad da kötü, ama…” dedikten sonra, asıl tehlike olarak gördükleri Suriyeli muhaliflerin ne kadar barbar, mezhepçi ve dış destekli olduğunu anlatanlar, radikal islamcılardan kendini Müslüman ve demokrat olarak tarif eden bireylere kadar, içinde Suriye Devrimi’nin “Arap devrimlerinden bir sapma” olduğunu düşünen solcuları da kapsayan çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor.
Suriye Devrimi’nin Batı emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelik komplosu olduğu görüşü, yalnızca Türkiye’deki stalinist gruplar tarafından dile getirilmiyor. Mesele hem Avrupa solunda hem de bizzat Ortadoğu’daki sol hareketler tarafından yoğun bir biçimde tartışılıyor. Tahrir Meydanı’ndaki kitleler tarafından Suriyeli muhaliflerin bayrağı sallanmasına rağmen, Mısır Devrimi’nin içinde yer alan sol akımlar da benzer bir görüşü dile getirebiliyor. Veya, örneğin, hem genel olarak sosyalizm üzerine hem de özelde Ortadoğu ve İslam üzerine pek çok görüşünü paylaşabileceğimiz Tarık Ali gibi aydınlar, “Suriye’de yaşanan olayların Batı’nın dayatması yoluyla gerçekleştiğini ve bir tür yeni sömürgecilik olduğunu” iddia edebiliyor.
Bu görüşlerin arkasında, Suriye rejiminin somut özelliklerinin yarattığı tahrifat ve karmaşanın yanı sıra, emperyalizme ve daha genel anlamıyla toplumsal mücadelelerin kavranışına ilişkin farklı teoriler yatıyor.
Devrimi nasıl takip etmeli?
Esad rejiminin, bırakın bağımsız gazetecilerin ülkede faaliyet yürütmesine, insanların sokaklarda yürümesine dahi engel olan terörü, bu ülkeden gelen bilgilerin önemli bir bölümünün güvenilirliğini tehlikeye atıyor.
Öncelikle, muhaliflerin “bir avuç terörist” olduğunu, Esad’ın yaptığı katliamları aslında “rejimi kötü göstermek isteyen” muhaliflerin yaptığını, halkın büyük bölümünün ise “ulu önderin” arkasında emperyalizme karşı kenetlendiğini anlatan Suriye’nin resmi haber ajansı (SANA) var. Bu kaynak elbette ki, muhalefete ilişkin tıpkı Türk medyasının PKK’ye veya İsrail medyasının Filistin kurtuluş hareketlerine kullandığı dili kullanıyor. Türkiye’deki ulusalcı medya ise karşı-devrimin sesi olan bu ajansın haberlerini aynen alıp sayfalarına taşıyor. Cumhuriyet, Aydınlık, Yurt, BirGün gibi kaynaklarda Suriye rejiminin propagandası yapılıyor.
Yetmiyor. Ana akım gazetelerde çalışan muhabirler Suriye sınırına gidip “gazetecilik” yapıyor. Hatay’daki mültecilerin “sakallı ve kaba saba” insanlar olduklarını, Hatay halkını rahatsız ettiklerini ve “şımarık” olduklarını, Türk devletinin kendilerine sunduğu müthiş imkânlarla yetinmeyerek “olay çıkardıklarını” anlatıyorlar. Yüz binlerce Suriyeli’nin niçin evlerini terk edip kaçmak zorunda kaldığını atlayarak, tıpkı Avrupa ülkelerindeki nazi partilerinin “sığınmacılara” karşı geliştirdikleri refleks gibi yabancı düşmanlığı kokan bu haberler, “millî” çıkarlara düşkün olan medyada sayfa sayfa basılıyor.
Yetmiyor. Esad rejiminin davetlisi olarak Suriye’yi “ziyaret” eden gazeteciler, döndüklerinde ülkede hayatın normal biçimde akmaya devam ettiğini, insanların Şam’da sinemaya gittiklerini, Suriye halkının Esad’ı ne kadar çok sevdiğini anlatıyor. Zaman zaman, “hükümetin güdümünde” olduğu iddia edilen yayın organlarında dahi muhalifleri itibarsızlaştırmaya yönelik haberler yayınlanıyor.
Ve en ilginci, Batılı kaynaklarda Esad’ın şiddetini anlatan haberleri doğrudan emperyalizmin propagandasıyla özdeşleştiren Baas destekçileri, aynı ülkelerdeki –ister sağcı, ister solcu olsun- gazetelerin, muhaliflerin “islamcı teröristler” olduğuna dair haberlerini aynen kullanıyor. Üstelik bunların önemli bir bölümünün gerçeği yansıtmadığı ispatlanmışken! Sadece bir örnek vermek gerekirse, Mayıs ayında Humus’un Houla bölgesinde rejime bağlı güçler tarafından yapılan bir katliam, Hür Suriye Ordusu’na (FSA) yıkılmak istenmişti. Alman Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde, “anonim” kaynaklara dayandırılarak, öldürülenlerin muhalefete katılmayı reddeden Şiî aileler olduğu yazıldı. Katliamdan kurtulan bir görgü tanığı ise öldürülenlerin Sünni aileler olduğunu ve katliamın Esad’a bağlı Şabiha çeteleri tarafından gerçekleştirildiğini açıkladı. Üstelik, hiçbir Alman muhabirin de bölgeden kimseyle temasa geçmediğini söyledi.
Devrimin tabanındaki aktivistler ise her gün Youtube gibi sitelere yüzlerce görüntü yüklüyor. Bütün bunlardan hareketin ne kadar yaygın olduğunu, her gün sayısız kitle gösterisine binlerce insanın katıldığını, Esad rejiminin şehirlere yönelik bombardımanlarını, FSA ile yaşanan çatışmaları izleyebiliyorsunuz. Ayrıca, devrimin taban örgütü olan Yerel Koordinasyon Komiteleri de her gün internet sitesinden, şu ana kadar görüldüğü kadarıyla en güvenilir bilgileri bizzat Suriye’nin içinden sunuyor. Esad’ın propaganda makinesine karşı bu görüntüler medyada çok az yer buluyor.
Silahlanma ve “emperyalizmin desteği”
Suriye Devrimi’ne yönelik karalama kampanyaların çoğu ise bu makinenin ürettiği yalanlardan besleniyor. Muhaliflerin katliam üzerine katliam yaparak Suriye halkına kan kusturduğunu iddia eden açık Baas rejimi destekçilerini bir kenara bıraksak dahi, Hür Suriye Ordusu’nun da “Esad kadar zalim” olduğunu, makul taleplerle başlayan bir halk ayaklanmasını kanlı bir iç savaşa dönüştürdüğünü söyleyenlerin sayısı az değil.
Suriye Devrimi gerçekten de barışçıl protestolarla başlamıştı, ancak sürecin böyle devam ettiği birkaç ay boyunca bu gösterilere rejimin saldırıları sonucu binlerce muhalif öldü. Twitter’da dile getirilen hoş bir ifadeyle söyleyecek olursak, “bu kadarına Gandhi bile dayanamazdı”.
Bu “erken ve gereksiz silahlanma” argümanından yola çıkanlar sık sık Mısır Devrimi’ni örnek gösteriyor. Oysa Mübarek’in karşı devrimci çeteleri Tahrir Meydanı’na develerin üstünde girerek insanlara saldırdığında, Mısırlı kitleler de onlara şiddet uygulayarak karşı koymuşlardı. O saldırıda yüzlerce kişi öldü. Rejim benzer saldırılara devam etse, Mısır’daki devrimci hareket de muhakkak silahlanmak zorunda kalacak ve mücadelesine bu boyutu da eklemiş olacaktı.
Ayaklanmanın silahlanmak zorunda kalması ve sürecin bir iç savaşa doğru evrilmesi, aynı zamanda Suriyeli muhaliflerin “Batılı devletlerden silah aldıklarına” dair savın karşılık bulmasına, yani Suriye’de olanların bir devrim değil, “emperyalizmin Ortadoğu’yu şekillendirme planı” olduğuna dair argümanların daha yüksek sesle söylenmesine sebep oldu. Muhalefetin en geniş çatı örgütlerinin bu “destek” iddialarını reddetmelerini, dış müdahaleye karşı olduklarını açıklamalarını, Batı’nın sadece kendisine yakın bulduğu azınlık gruplarına yardım ettiğini söylemelerini bir kenara bırakalım. Suudi Arabistan geçtiğimiz yıl ABD ile dünya tarihinin en büyük silah anlaşmasını yapmıştı. Ama Hür Suriye Ordusu’nun elinde, Türkiye’de bir kamu emekçisinin bir aylık maaşıyla alabileceği şeylerden daha fazlasını göremiyoruz. “Emperyalistlerden silah alıyorlar” diyenler de gösteremiyor.
Rusya’dan silah alan Esad’ın ordusu binlerce tanka, savaş uçağına ve biri dizi başka gelişkin savaş aygıtına sahip. Bütün bunların yanında FSA’nın birkaç uçaksavarı çok komik kalmıyor mu? Suudi Arabistan, ABD’den aldığı pahalı silahlarla Bahreyn’deki ayaklanmayı bastırmaya çalışıyor da, Suriye’deki muhaliflere AK-47 denilen ucuz gerilla tüfeğini mi veriyor?
Emperyalizme karşı “ilerici devletler”
Devrimi, aksi yöndeki onca kanıta rağmen, emperyalizmle ilişkilendirenler bunu Esad’ı desteklemek için dayanak yapmaya çalışıyor. Gerektiğinde Lübnan’ı işgal edip Filistin direniş hareketini ve Lübnan solunu Falanjistlerle birlikte ezen, gerektiğinde ise ABD’nin Irak işgaline destek veren bir rejimi “anti-emperyalizm” adına savunulacak bir güç olarak görmenin kökeninde ise stalinizmin mirası var.
Marx’tan beri, sosyalistlere göre “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır”. Ve bu kurtuluş için işçilerin kendilerini ezen patronlara karşı mücadeleyi uluslararası çapta örgütlemeleri gerekir. Kapitalizmin yıkılmasıyla ilgili sorun tek bir ülkede ortaya konabilir, ancak çözüm uluslararası çapta olmak zorundadır. Bütün bu söylenenler, SSCB’deki karşı devrim süreci tamamlanırken Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle, en azından solun bir bölümü açısından değişmişti. Stalin’e göre dünyanın farklı yerlerindeki işçilerin çıkarı kendi egemen sınıflarını devirmek değil, “sosyalist anavatan Rusya”nın çıkarları doğrultusunda hareket etmekti.
Bu anlayışı takip eden komünist partiler, tarihin farklı dönemlerinde, SSCB’nin müttefiki olan ülkelerde işçi sınıfının o “müttefikleri” üzmemesi için elinden gelen çabayı gösterdi; Fransa’dan İspanya’ya birçok devrim, “SSCB’nin çıkarlarına uymadığı” gerekçesiyle yenildi. Stalinizm dünyayı “emperyalist ülkeler” ile SSCB’nin müttefiki olan “ilerici devletler” arasında parsellenmiş bir yer olarak görüyordu. Bugün Esad’ı ve onun baskıcı rejimini “anti-emperyalist” görenlerin durumu büyük ölçüde bu tahrifattan kaynaklanıyor.
Aşağıdan sosyalizm geleneği
Ancak solun geleneğinde bir başka perspektif de var. Aşağıdan sosyalizmi savunanlar, hem emperyalizme hem de her ülkenin kendi egemen sınıfına karşı, herhangi bir “ulu önderi” veya diktatörü değil, geniş kitlelerin aşağıdan mücadelesini destekler. “Halk yığınlarının ayaklanması, başkalarının onu doğrulamasına muhtaç değildir” diyen Troçki’den beri, bu gelenek, toplumsal değişimin motor gücünün ancak ve ancak geniş işçi kitleler olacağını söylüyor. Bu anlayış, örneğin Doğu Bloku’ndaki devlet kapitalisti rejimler yıkıldığı zaman “CIA’in komplosuyla karşı devrim” yaşandığını değil, baskıcı rejimlerin işçi sınıfının mücadelesiyle yıkıldığını savunuyor.
Böyle yaklaşıldığında, Suriye’de tablo çok net: Bir yanda onyıllardır halkını baskı altında tutan bir rejim ve onun başında neoliberal bir diktatör var, diğer tarafta özgürlük isteyen milyonlarca sıradan insan. Bu siyasal saflaşmada sosyalistlerin ezenin yanında durması, ezilenleri itibarsızlaştırması söz konusu dahi olmamalı. ABD’nin Seattle kentinde 1999’da Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantıları binlerce kişi tarafından basıldığında, yeni bir antikapitalist hareket oluşmuş, dünyada uzun süre sonra hava ezilenlerin lehine değişmişti. Arap Baharı, bu durumun iyiden iyiye radikalleştiği, yönetenlerin “artık eskisi gibi yönetemedikleri” bir ortamı hazırladı.
Suriye Devrimi’nin kazanması, ama Batı’nın istediği gibi Esad düşerken baskıcı devlet aygıtının aynen korunmasıyla değil, gerçekten özgürlükler ve demokrasi adına köklü bir değişim yaratması, bu yüzden kapitalizme karşı mücadele edenler açısından kritik bir öneme sahip.