Hep denir ya, demokrasi mücadelesinin önkoşulu sadece kendi mağduriyetimize değil herkesin mağduriyetine sahip çıkmak ve bunlar arasında öncelik sıralaması yapmamaktır. Belki de bu kadar güdük bir demokrasimizin olmamasının önemli nedenlerinden biri, bu koşulu hayata geçirerek mücadele edenelerin azlığıdır. 2007-2009 yılları arasında Mazlum-Der genel başkanlığı yapmış ve hayatının çok önemli bir kısmını insan hakları ve demokrasi mücadelesine adamış, yazar, aktivist Ömer Faruk Gergerlioğlu işte bunu yapmayı başaranlardan birisi. Gergerlioğlu, Ali Bayramoğlu, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’a karşı Yeni Akit ve Habervaktim.com yayın organlarında başlatılan saldırılara karşı ‘Sessiz Kalmamak Gerek’ kampanyasını başlattı ve bu nedenle Milat gazetesindeki işine son verildi. Hrant Dink davasının adaletli bir şekilde sonuca bağlanması için İslamî kesimin aydınları arasında ‘Adalet Talebimiz Var’ girişimini başlatanlardan birisi oldu ve bu girişim Cumhurbaşkanı ile görüştü. Roboski katliamının sorumlularının mutlaka bulunması gerektiğini, eğer bulunmazsa Kürt sorununun çözülemeyeceğini ve Kürt sorununda barıştan başka şansımız olmadığını söyledi. Biz de kendisiyle tüm bu alanlarda verdiği mücadeleyi, aldığı tepkileri ve bu sorunların üstesinden nasıl geleceğimizi konuştuk.
Arife Köse: İsterseniz son günlerde gündemde olan ‘Sessiz Kalmamak Gerek’ kampanyası ve sizin Milat gazetesindeki işinize son verilmesiyle başlayalım. Öncelikle neler yaşandığını anlatır mısınız bize?
Ömer Faruk Gergerlioğlu: Olayın başlangıcı üç ay önce Yeni Akit ve Habervaktim.com haber sitesinin Ali Bayramoğlu hakkında yaptığı çok nahoş, kendisini hedef gösteren yayınlara dayanıyor. Ben de haftada iki gün Milat gazetesinde yazıyordum, dolayısıyla basını, kimin neler yazdığını takip ediyordum. Bu haberler bende büyük rahatsızlık uyandırdı. Ben bunun üzerine Milat gazetesindeki köşemde, “Hepimiz Ali Bayramoğlu’yuz” diye bir yazı yazdım. Bu başlığı seçmemin bir anlamı vardı.
Nasıl bir anlamı vardı?
Bildiğiniz gibi 90’lı yıllar, her anlamda toplumsal kutuplaşmanın arttığı, kimsenin birbiriyle diyalog içine girmediği yıllardı. Bu dönemde Vakit gazetesi, Gümüşhane Baro Başkanı’nın başörtüsü yasağı konusundaki tutumu hakkında çok ajitatif yayınlar yapmıştı. Ve 1995 yılında İzzet Kıraç diye bir kişi Adana’dan Gümüşhane’ye gelip Baro Başkanı’nı öldürmüştü.
Yine Danıştay’a bomba koyulması davasını düşündüğünüzde, bombayı koyan Alparslan Aslan’ın cebinde Vakit gazetesi vardı ve bildiğiniz gibi Ergenekon davasıyla gerçekler ortaya çıkıncaya kadar olay İslamî kesmin üzerine kaldı. Dolayısıyla ben o yazıda bunları da hatırlatarak, “Böyle bir yayıncılık olmaz, gazetecilik sorumluluk demektir” dedim. Bu yazı Milat gazetesinde yayınlandı ama Genel Yayın Yönetmeni Ali Adakoğlu görmemiş sanırım, hemen akşam beni aradı. “Hocam, bu yazıyı yazmışsınız, ama ben görseydim yayınlatmazdım” dedi. “Neden?” dedim. “Yeni Akit gazetesine katil demişsiniz” dedi. Ben de, “Hayır katil demedim, ama Vakit gazetesinin yaptığı yayınlardan dolayı bir adam katil oldu” dedim. Adakoğlu daha önce 11 yıl Yeni Akit gazetesinde çalışmış ve onlarla bir tür bağı var. Benim görüşlerimde ısrar ettiğimi görünce, “Benim katılmadığımı belirterek yeni bir yazı yazabilir misin?” dedi. Ben de bunun üzerine “Tekrar Ali Bayramoğlu” başlığıyla ikinci bir yazı yazdım ve kendisinin bana katılmadığını belirttim, ancak ben yine düşüncelerimi aynen anlattım. Daha sonra Cengiz Çandar ve Hasan Cemal hakkında yayınlar başladı. Bunun üzerine artık bu işin çığrından çıktığına karar vererek ‘Sessiz Kalmamak Gerek’ kampanyasını başlatmaya karar verdik.
Nasıl bir kampanya bu?
Bir metin oluşturduk ve bu metinde özet olarak “28 Şubat’ta size yapılanı başkasına yapmayın” dedik. Bu metne imza atanlar illa Ali Bayramoğlu, Hasan Cemal ve Cengiz Çandar gibi düşünüyor diye de bir şey yok, o insanlar sadece bu kişilerin düşüncelerine katılsalar da katılmasalar da bu isimlere yapılan saldırıyı onaylamadıklarını belirtmiş oldu. Sessizkalmamakgerek.com web sitesini kurduk ve imzalar artmaya başladı.
Daha sonra Yeni Akit gazetesi bir haber yayınladı ve o haberde “Ömer Faruk Gergerlioğlu öncülüğünde düzenlenen bu kampanya tamamen bizi karalamaya yönelik çirkin bir tezgâhtır” dedi. Sonra imzacıları aradıklarını ve imzacıların imzalarının konduğundan haberdar olmadığını ve imzalarını çektiklerini yazdılar. Hatta metnin altında imzası bulunan ve Mazlum-Der’in kurucularından olan Şadi Çarsancaklı sözde “Ömer Faruk Gergerlioğlu benim orada imzam olduğunu söylüyorsa vallahi de billahi de yalan söylüyor” demiş. Hemen Şadi Bey’i aradım, tabii ki böyle bir şeyden haberi yoktu. Hemen Yeni Akit’e ve Taraf’a tekzip yazısını gönderdi. Ardından yine gazeteci Cemal Uşak’ın ağzından, “Ben böyle bir metne imza atmam” diye bir haber yayınladılar. Böyle bütün imzacıları aramışlar, bir sürü insanın ağzından imzalarını çektiklerine dair yalan haber yapmışlar. Ben tekzip gönderdim, birçok başka insan bu haberlere dair tekzip gönderdi, fakat bunların hiçbiri yayımlanmadı. Sonra bir gün yine acaba nasıl haberler var diye baktım gazeteye ve “Şok şok.. ‘Sessiz Kalmamak Gerek’ web sitesinde PKK İmzaları” diye bir haber gördüm. Sözde Furkan diye birisi imza atmış, imza attığı yer Kandil, mesleği de PKK’lıymış. Web sitemizi yapan arkadaş on dakika sonra farketmiş ama on dakika içinde bu haberi bütün internete yaymayı başarmışlar.
Bunun üzerine ne yaptınız?
Farkeder farketmez hemen imzaları sildik ve IP adreslerini tespit etmeye karar verdik. Bir de KAOS GL Ankara’dan Okşan diye bir isim vardı. Ben bu ismi dört yıl önce Buluşan Kadınlar’a yapılan komplodan da hatırladım, bu ismi o komploya da alet etmişlerdi. Zaten o ismi görmek bende bir şüphe uyandırdı. Biz bu üç imzanın da aynı IP’den atıldığını tespit ettik. Üstelik bu imzalar atıldıktan on dakika sonra Yeni Akit’te yukarıda bahsettiğim haber çıkmış. IP’nin habervaktim.com haber sitesi genel yayın yönetmeni Fatih Akkaya’ya ait olduğunu bulduk. Bunu basına duyurduk ve büyük bir ilgiyle karşılandı. Aynı gün ben sabahtan Milat gazetesine “Çirkin Tezgah Kime Karşı?” başlıklı yazımı gönderdim, öğleden sonra gazeteden beni aradılar. Yazıda da bu olayları anlatmıştım. Gelen telefondan bana bundan sonra yazılarımı yollamama gerek olmadığını, Yeni Akit gazetesi hakkında Taraf’ta çıkan yazıların gazete yönetiminde rahatsızlık oluşturduğunu, bundan dolayı bundan sonra beraber çalışamayacağımızı söylediler. Bu arada Habervaktim sitesinde bizim ortaya çıkardığımız IP olayına dair hiçbir açıklama yapılmadı. Bir süre düşündüler taşındılar sanırım, bunu nasıl püskürtürüz diye, 24 saat Habervaktim’de, “Habervaktim’e IP’li tuzak” diye bir başlıkla bizim onlara komplo kurduğumuzu anlatan bir haber yayınladılar. Gerçekten inanılmaz bir süreç. Ama bunlar durmayacak biliyorum, bu karalama kampanyası devam edecek. Ama tabii burada çok destek veren de oldu. Kampanya hâlâ devam ediyor zaten ve imza sayısı her geçen gün artıyor.
28 Şubat’ta yaşanan andıç olayına baktığımızda da, bugün Yeni Akit ve Habervaktim.com tarafından yapılanlara baktığımızda da ortak suçlamanın Kürt ya da Ermeni olmak olduğunu görüyoruz. Kürt olmak, Ermeni olmak neden bu kadar kötü? Neden başka konularda karşı taraflarda bile olsalar farklı kesimlerin ortak noktasını oluşturuyor bu iki unsur?
Eskiden insanları sağcılar – solcular diye ikiye ayırırdık, ama şimdi filanca kesimin vicdanlı insanları ile falanca kesimin vicdanlı insanları ya da vicdansız insanları olarak ayırmak gerekiyor. Yani farklı ideolojiler de olsa her kesimin vicdanlı ve vicdansız insanları var. 28 Şubat’ta İslamî kesime yapılanların aynısını birileri bir başkasına yapmaya başlıyor. Ve siz kendi içinde bulunduğunuz kesimdeki vicdansızlara karşı insanları harekete geçirmeye çalıştığınızda insanların bir şey yapmamak için ellerinden geleni yaptıklarını, karşınızda kıvrandıklarını görüyorsunuz.
İslamî kesimin aydınlarını harekete geçmekten alıkoyan, onları kıvrandıran nedir?
Bu gerçekten çok önemli ve ciddi bir soru. Ben de bunun üzerine ciddi şekilde çalışıyorum zaten. Mahallenin hocalarının harekete geçmesi lazım. Diyelim ki bir sosyalistin Yeni Akit gazetesini eleştirmesiyle benim eleştirmem aynı şey değildir, o benim kadar etkili olamaz. Dolayısıyla en çok İslamî kesimin aydınlarının, yazarlarının karşı çıkması lazım, ama yapmıyorlar maalesef. Güç ilişkileri var, bir sürü etken var bunda. Ancak bu yapılanlar aslında İslam’ın, Müslümanlığın ruhuna da son derece aykırıdır. Gerçek İslam alimleri asla bu şekilde davranmaz. Örneğin İmam-ı Azam Ebu Hanifi, Sultan’ın müftüsü olmayı reddetmiş ve zindanlarda ölmüştür. Bana da bu süreçte yöneltilen öyle suçlamalara var ki, “İşte,” diyorlar, “Bak görüyor musun adam Mazlum-Der’den ayrılmış, solcularla, Ermenilerle kol kola girmiş”. Neredeyse dinden çıktığımı söyleyecekler.
Sizin öncülüğünü yaptığınız grişimlerden bir diğeri de ‘Adalet Talebimiz Var’ girişimi. Bu girişimde İslamî kesimin aydınları olarak Hrant Dink davasının sonuca ulaşması için bir çalışma başlattınız ve Cumhurbaşkanı ile görüştünüz. İslamî kesimde bu konuda olumlu ve olumsuz nasıl tepkiler aldınız?
Ben bu kampanyanın da başını çekmiştim ve aydınları, yazarları bizzat kendim aradım. Mesela önemli İslamî aydınlardan biri, “Ya Ömer Bey bu sizin yaptığınız soykırım lobisine hizmet etmektir” dedi. “Tamam, Hrant’a yapılan yanlıştı, ama şimdi Müslümanların bir ton sorunu duruken Hrant’ın sırası mı, dünyada en çok ezilenler Müslümanlar değil mi?” dedi. Ben de, “Tamam, Müslümanların da birçok sorunu var, ama mağdur olan herkesin sorununa sahip çıkmak gerekir, ezilenin hakkını savunmamak ne İslam’a ne de insanlığa sığar” dedim.
İnsanların kafası böyle çalışıyor. Bu konuda yazdığım yazılardan birine gelen bir okur yorumunda şöyle diyordu, “Kardeşim senin işin gücün mü yok, bu memlekette daha başörtüsü yasağı çözülmedi, sen gitmişsin elin Ermenisiyle uğraşıyorsun”. Bunu yıllarca başörtüsü eylemlerini örgütleyen birisi olarak bana söylemiş olmaları daha vahim tabii. Biz 2003’ten 2010’a kadar başörtüsü ile ilgili yüzlerce eylem örgütledik. Mesela bazı TV’lerde bununla ilgili program yapmak istedik ve “Aman, şimdi ne gerek var bu konuyu tekrar tekrar gündeme getirmeye” gibi tepkilerle karşılaştık. Ben bu kampanyaya başlarken büyük bir gazetenin genel yayın yönetmeniyle konuşmuştum. Kendisi bana, “Eğer ‘Hepimiz Ermeniyiz’ lafı geçecekse bu kampanyada biz yokuz, ben desteklemem” dedi. Ama tabii olumlu örnekler de var, Hrant’ı tanıdıkça, yazılarını okuyup konuşmalarını dinledikçe sevdiğini, Hrant’ın İslamî camiaya anlatılması gerektiğini ve mutlaka bu davanın peşinden koşulması gerektiğini söyleyenler de çok oldu. Bu konuda gerçekten büyük gayret göstermek lazım.
Peki siz bu tepkilere nasıl yanıt veriyorsunuz? Neden Hrant Dink davasının çözülmesi bu kadar önemli?
Hrant Dink’i tanıdıkça bu konuyla daha çok ilgilenmek gerektiğini düşündüm. Tuba Çandar’ın kitabını okudum, tabiri caizse oturup ağladım. Rakel Hanım’ın eşiyle olan ilişkisi, ailesi gerçekten çok güzel. İnsan hakları ile ilgili sözler, cümleler her insanın kabul edebileceği genel geçer doğrular değil mi? “İnsanlara zulüm etmeyelim” cümlesinin altına imza atmayacak bir kişi var mıdır bu dünyada? Herkes atar. Ama bunu bir de pratiğe geçirmeniz gerekir. Yani, “İnsanlara zulüm etmeyelim, ama Ermenilere biraz zulüm edilebilir” dediğiniz anda bitti işte, o zaman buna müdahale etmek lazım.
Hrant’ın öldürülmesi ayrı, mahkeme süreci ayrı bir rezalet. Dava başlayalı beş yıl olmuş ve bir hiç var ortada. O zaman ortada büyük bir sorumluluk var. Hrant Dink’in gündeme getirdiği konulara sahip çıkmak bize onun bir mirasıdır, vasiyetidir. Ben şahsen kendisiyle tanışma şansına sahip olmadım, ama bu insana sahip çıkmak gerekir. Hrant Dink’e sahip çıkmak, insan hakları açısından ne durumda olduğunuza dair bir turnusol kağıdı işlevi görür. “Hrant’a sahip çıkmak gerekir” diyorsunuz, ama bakıyorsunuz İslamî kesimden birileri “hayır” diyor. Demek ki, o zaman insan haklarından sınıfta kalıyorsunuz. Dolayısıyla insanları turnusola tabi tutmak lazım. Türkiye’de Hrant konusu bir insan hakları meselesidir, bu toplumun sinir uçlarından biridir. Ona değiyorsunuz, ortalık ayağa kalkıyor. Tabii ki artık Hrant’ın ya da onun gibi kişilerin öldürülmesi gerektiğini açıkça söyleyenler pek ortalıkta kalmadı. Ama şimdi daha çok “Ne gerek var, sırası mı şimdi” gibi tepkiler var.
Roboski konusunda da yazılar yazdınız ve bu meselenin mutlaka aydınlatılması gerektiğini belirttiniz. Sizce hükümet aslında kolaylıkla yapabilecekken neden bu konuda bir özür dahi dilememe konusunda bu kadar inat etti?
Roboski gerçekten çok korkunç ve üzücü bir olay. Başbakan’ın orduya teşekkür ettiği ilk konuşmasını duyduğumda ben yıkıldım açıkçası. Tayyip Erdoğan, halkın ‘bizden biri’ olarak gördüğü için bu kadar oy aldı. Ama Erdoğan bu olaydan sonra o kadar soğuk bir tavırla bir açıklama yaptı ki, ben inanamadım. Orada 34 kişi ölmüş, yanlışlıkla da olsa korkunç bir katliam olmuş ve bu senin yönetiminde yaşanmış, senin uçağın bu. Roboski’nin Erdoğan ile ordunun arasını bozmak için yapıldığını söylediler. Varsayalım ki öyle oldu, çıksa ve “Bu ne rezalettir, böyle şey mi olur, ben sorumluları hemen bulacağım” diye açıklama yapsa, ne olur? Hiçbir şey.
Erdoğan, Kürt sorununu çözeceğini, Öcalan ile görüşeceğini söyleyip oy aldı bu halktan. Çıkıp böyle bir açıklama yapsa bu olaydan sonra kim ne diyebilirdi ki ona? Ya da olay olur olmaz kendisi gitseydi hemen oraya, kim ne diyebilirdi? Devrilen araçtaki askere öyle sahip çıkan bir anne Başbakan’a “gelme” demezdi. Dolayısıyla Erdoğan böyle yapmamalıydı. Neden böyle yapmamalıydı? Çünkü korkmasına gerek yoktu, gerekeni yapsaydı bu halk yine ona sahip çıkardı. Leyla Zana bile “Bu adam bu sorunu çözer” diyor ve sen kalkıp ne yapıyorsun. Hâlâ farkında değil yaptığı hatanın. Seçim hesabı bile yapıyor olsa çok açık değil mi, şimdi seçim olsa BDP oylarını artıracak. Benim Güneydoğu illerinde yaşayan arkadadaşlarım da söylüyor, bugün Kürt illerinde iki parti var, AKP ve BDP. Başka parti yok zaten. Kim meseleyi sahiplenirse o kazanıyor, halk kimin samimi olduğunu düşünürse o kazanıyor. Ve bu ikisi arasındaki geçiş çok kolay o bölgede. Başbakan’ın şunu bilmesi lazım, Roboski işini çözmezse Kürt sorununu çözemez.
Maalesef yine silahların konuştuğu günlere geldik. Genel olarak Kürt sorunu ve çözümü için atılması gereken adımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mazlum-Der zaten İslamî kesim içinde hep ‘Kürtçü’ olarak damgalanır, dolayısıyla bu konu bizim hep üzerinde çalıştığımız bir alan oldu. Açılımı başlatmış, Oslo sürecini gerçekleştirmiş bir hükümet şimdi savaş noktasına geldi. Bunu görmek çok üzücü. Sen gidiyorsun KCK operasyonları yapıyorsun, Büşra Ersanlı gibi bir insanı cezaevine atıyorsun, insanları aylarca cezaevinde tutuyorsun. Olacak şey mi bunlar? Bu tavır “Ben rotayı değiştirdim” demektir zaten. Ama rotayı değiştirdiğinizde artık varacağınız yer aynı yer değildir. Bence bu konuda şunu bilmek lazım; barış süreçleri kolay süreçler değil, Habur olayı yaşandı. Hükümet ya Kürt sorununu çözmek için PKK’yı en başından itibaren muhatap almayacaktı, “Ben senin zayıflamanı bekleyeceğim ve insan hakları ile ilgili bütün gereklilikleri yerine getireceğim diyecekti ya da PKK ile masaya oturacaktı. Ve bu konuda kesin karar vermesi gerekir.
Benim gördüğüm hükümet ikinci yolu, yani görüşme yolunu tercih etti. O zaman bunun bütün gereklerini yerine getirecek ve bedellerini göze alacaktı. Uzun yıllardır devam eden ve derin yaralar açmış, on binlerce insanın öldüğü bir süreçten bahsediyoruz. Kolay mı öyle iki görüşmeyle bu işi bitirmek? Eğer ikinci yolu seçmişsen tahammülün çok olmalı. Yapılması gerekenler konusunda adım atmalısın. Şimdi Erdoğan diyor ki “Kardeşim, seçmeli dili getirdik, daha ne istiyorsunuz?” Ama anadili getirmedin. Biz bu filmi 1990’da da gördük. O zaman da Özal’ın Kürtçe müziğe izin vererek memleketi sattığını söylüyordu milliyetçiler. Anadil konusu da aynı, ne olur sanki anadil konusunda adım atsanız? Dünyada bunun birçok örneği var. Biz bu sorunu çözmeye mahkûmuz. Diyelim ki bölünme oldu, olabilir, ama olsun, yine de bu sorunu çözmek zorundasın. Halkların yüzyıllarca sürebilecek kardeşliği benim için çok önemli.
Bir konuşmanızda, örneğin seçmeli dersin, Kürt illerinde bir hakaret olarak algılanırken Batı’da “Daha ne istiyorlar” şeklinde algılandığını söylüyorsunuz. Bu algı farklılığının üstesinden gelmek için ne öneriyorsunuz, ne yapılması gerekir?
Bizim toplumumuzda empati eksikliği çok büyük. Ama bu bir süreç. Bunu hem halkı eğiterek hem de kendi iktidarınızla sağlayacaksınız. Yılların birikimiyle bu toplumda birileri kendisini acayip dışlanmış hissetmiş ve karşıdaki de bunu anlamamış. Hükümetin bunun farkında olması, bunun sorumluluğuyla davranması gerekir. İnsanlar şu duyguyu yaşıyor, “Bu sefer de kandırılıyoruz galiba, acaba bunun arkasından ne çıkacak?” AKP şu an uyguladığı politikalarla bazı yerlede oy kaybedip bazı yerlerde kazanabilir. Benim sorunum o değil. Bu toplumda Kürt sorunu ne olacak? Benim sorunum bu. Birileri bölünmeyi tercih edebilir. Olabilir, yapacak bir şey yok. Araplar da bizden ayrıldı gitti. Savaştık adamlarla. Ama yan yana yaşıyoruz işte.
Peki Türkiye’de İslam ve milliyetçilik neden bu kadar iç içe geçmiş durumda?
Bu gerçekten çok önemli bir soru. Biz bu ülkede bu dini milliyetçilik üzerinden öğrendik. Mesela mehter marşının insanlara dinî ve millî duyguları hatırlattığı söylenir. Eskiden İslamî kitapevlerinde ‘dinî ve millî kitaplar’ yazardı. Aslında bunlar birbirine zıt olan iki kavramdır. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllara bakın, egemenler bu işi ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyerek bitirmişler. Taner Akçam anlatıyordu, yabancı sefirler Ermeni tehciri meselesinde İttihat ve Terakki’yi uyarmaya çalışıyorlar, bu işin öyle insanları sürerek çözülemeyeceğini söylüyorlar. Sanırım Cemal Paşa’nın bir sözüydü, ama Talat Paşa da olabilir, çok emin değilim, “Sayın sefir, siz Ermeni sorununun çözülmediğini sanıyorsunuz, ama son Ermeni’yi de gönderdik ve sorun çözüldü” diyor. İşte bu mantık hâlâ devam ediyor ve biz bu mantıkla büyüyoruz. Bu mantıkla hesaplaşmadan hiçbir yere varmamız mümkün değil. Ama ne yazık ki biz de işte dini bu zihniyetle öğreniyoruz. İslamî camiaya sorun, Türkiye’de ırkçılık yoktur derler, ama Hrant’tan bahsedin, Kürt sorunundan bahsedin, işte o zaman görürsünüz gerçekte nasıl bir yaklaşım olduğunu.
Sizce bu politikaların AKP’ye etkisi ne olur?
AKP bir parti sonuçta ve oy almaya çalışıyor. AKP şu anda devletle kol kola girmiş, Genelkurmay ile son derece yakın bir ilişki içinde. Bu, AKP’ye kısa vadede belki büyük oy kaybettirmez, ama uzun vadede AKP kaybeder, Türkiye’ye yazık olur. Konuşabiliriz dediğimiz günlerden birbirimizin yüzüne bile bakmadığımız günlere de gelebiliriz. Bizim bugün barışı sağlamaktan başka çaremiz yoktur.
***
Sessiz kalmamak gerek
Gazetecilik mesleğini ifa etmekten öte bir “suçları” (!) bulunmayan ve ülkemizde bulunduğu ölçüde ifade özgürlüğü sınırları çerçevesinde yazıp konuşmaya devam eden Sayın Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu’yla ilgili olarak başlatılan, 28 Şubat döneminin andıçlarından farklı bir mahiyet arzetmeyen kampanyaları şiddetle kınıyoruz. Kamuouyunu ve yetkilileri bu nevi nefret üreten kişi ve kuruluşlara karşı tavır almaya davet ediyoruz.
Cihan Aktaş: Medya lincine, her türlü lince karşı olduğum için ve Fatır suresi perspektifine duyduğum güvenle, güzel ve yerinde söz adına kampanya metnine imza verdim. Söz konusu haber Akit yerine başka bir gazetede de yayımlansaydı, imza verirdim. Bu tür haberlerin Türkiye’de ne tür sonuçlar doğuracağı sır değil, medya ve gazeteciler haber metinleri ve köşe yazılarında kılı kırk yarmalı. Şemdin Sakık isminin bütün çağrışımlarına karşılık haberde sayısız gazetecinin isminin sakınımsızca, bu yazarlara ait gerçekler çarpıtılmak suretiyle sunumu bana kabul edilemez geliyor. Ayrıca “Ermeni köken”in suçmuş gibi öne sürülmesi şeklindeki ifadeleri de çok problemli görüyorum. Müslüman dilinden, elinden emin olunan insandır. İktidardaysa bile zayıfın, mağdurun, zan altında bulunanın yanında olmalıdır İslamî dünya görüşüne sahip insan. Kaldı ki gazetecinin, yazarın sorgusuz sualsiz bir iktidar perspektifinden bakması, kendini bir iktidara ait hissetmesi de tartışmaya açık. Daha sonra Akit muhabirinin telefonuyla karşılaştığım kurguya bakılırsa, payıma düşen ortalıkta dolaşan haber metnini okumadan imza vermek olmuş. Yeni Akit Müslümanlara yönelik baskı ve haksızlıklara ilişkin haberleriyle bir okuyucu kitlesi oluşturmuştu. Keşke her türlü mağdura açılarak varlığını, dil ve üslubunu yenilemeyi başarsaydı. İmza kampanyasının böyle bir sonucu olmasını da diliyorum bütün iyi niyetimle.
Hidayet Şefkatli Tuksal: Bu üç yazarın Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesine verdikleri katkı ortada. 28 Şubat’ın en zor günlerinde dindarların haklarını savunmaktan çekinmeyen, demokrat tutumları pek çok badireyle sınanmış Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Cengiz Çandar ve Yasemin Çongar’ı, sırf demokratlıkları Yeni Akit‘in politikasıyla uyuşmuyor diye kara propogandanın konusu haline getirmek, utanç verici bir olaydır. Bir Müslüman olarak Yeni Akit gazetesinin bu tutumundan dolayı “utanıyorum”. Bu yazarlarla farklı dünya görüşlerine ve Kürt meselesinde de farklı yaklaşımlara sahip olabiliriz. Ama bu farklılık, onların görüşlerini açıklamalarına engel olma, onları Akitvârî bir andıcın konusu haline getirme cüretini kimseye veremez. Müslümanlar “herkes için adalet” prensibini, Yeni Akit‘in kara propagandasına kurban edemez.
Ufuk Coşkun: Aydınların ırklarını, dünya görüşlerini ve inançlarını takan ulus devletçi sistemlerden kalma bir dışlayıcılığı andırırcasına da isimlerinin önüne bu sıfatları koyan Akit gazetesine özgürlük değerini önemseyen birisi olarak tepkimi göstermek istedim. Çünkü Türkiye’de bu tür hadiselerde ne zaman sessiz kalınsa sonu vahim biten acı olaylara tanıklık ediyoruz. Bu ülke şiddetten ve kandan beslenmeyen, insanların ölmediği, her kesimden insanla, Türk’üyle, Kürd’üyle, Ermeni’siyle, Alevi’siyle, Müslüman’ı, Sunni’si ve gayrimüslimiyle birlikte barış ve huzur içinde yaşanılan bir ülke olana kadar da sessiz kalmamayı tercih ediyorum.