Vatandaş adam öldürürse mahkeme gözünü bile kırpmadan cezasını verir. Peki ya devlet adam öldürürse ne olur? İşte Türkiye, tarihi boyunca pek çok kez olduğu gibi, bir kez daha bu sorunun cevabını arıyor. Devlet adam öldürürse cezası nedir? Şimdiye kadar bu sorunun cevabını vermemiş olmak açık ki her seferinde cevabı bulmayı biraz daha güçleştiriyor. Hesabı sorulmayan her katliamdan biraz daha güçlenerek çıkan devlet bir sonraki katliamını biraz daha pervasızca, biraz daha haddini bilmez biçimde gerçekleştiriyor. Üstelik sadece öldürmekle kalmıyor, kendi pisliğini halının altına süpürerek yok etmeye çalışıyor. Halıyı kaldırıp ‘Hayır bu ev temizlenmedi, bak pislik hâlâ burada duruyor’ diyenleri de susturmak için elinden geleni ardına koymuyor. 28 Aralık 2011 gecesi kara kışın ortasında göz göre göre 34 vatandaşını öldüren devletin bu katliam sonrasında yaptıklarını, acıları hâlâ taze ailelere nasıl muamele ettiğini katliamda 17 yaşındaki erkek kardeşi Serhat Encü’yü ve daha birçok yakınını kaybeden Ferhat Encü ile Bejuh (Gülyazı) Köyü’ndeki evinde konuştuk.
Arife Köse: Nasıl bir yer Roboski? Bize biraz burayı anlatır mısın?
Ferhat Encü: Roboski dediğimiz yer aslında Türkçe adı Ortasu köyü olan ve iki dağ arasında yerleşmiş bir köydür. Burası tarıma elverişli olmayan, engebeli arazidir. Tarla yoktur. Son yaşanan katliamda kayıpların en çok yaşandığı yerler Roboski ve Bejuh köyleridir. 11 kişi Roboski, 23 Bejuh’tan öldü. Bejuh, sınıra 4-5 km mesafede ve toplam nüfusu 4500 kişi olan bir köydür. Roboski de 1000 kişilik bir nüfusa sahiptir ve sınıra 2 km mesafededir. Katliam Roboski sınırları içinde olduğu için biz olayı ‘Roboski katliamı’ olarak anıyoruz. Burası çok sarp dağlarla çevirili bir bölgedir.
Ne zamandan beri var bu köyler?
Roboski’nin mezrası olan Tarlabaşı ve Alancık köyü 1993 yılında zorla boşaltıldı ve buralarda yaşayan insanlar devletin zoruyla Bejuh’a yerleştirildi. Birçoğu, hiç istemedikleri halde, işkenceyle, tehditle korucu olmaya zorlandı. Aslında buralar çok eski yerleşim yerleri. Özellikle Bejuh’ta eskiden Ermeniler yaşarmış. Ayrıca eskiden burada hayvancılık da yapılırdı. Fakat yaklaşık elli yıl önce terör bahanesiyle ordu yüksek güvenlik bölgeleri belirledi ve buralara mayın döşedi. Böylece hayvancılığı da bitirdiler. Ve buradaki insanların sınır ticareti dışında başka bir geçim kaynağı kalmadı. Ben şunu söylemek istiyorum, burada hemen hemen her köyde bir askerî üs, tugay, alay ya da birlik var. Bu üslerin hepsinin bütün köyü gözetleyebileceği noktalarda karakolları, gözlem noktaları var. Köylerden sinek uçsa görmemeleri mümkün değil. Dolayısıyla o gün de o 34 insanın bu köyden çıktığını o gözlem noktalarından görmemeleri imkânsızdır. Sınır zaten sürekli kontrolleri altında. Ayrıca her köyde askerlerin adamları var zaten. Kendileri görmemiş olsa bile bu köylülerin askerlere hangi köyden kimlerin en zaman gittiğini haber vermemesi mümkün değildir.
Sen olayı nasıl öğrendin?
Ben Çukurova Üniversitesi’nde maden mühendisliği okuyorum. Olay olduğunda ben okuldaydım, sınavlarım vardı. O gün, yani Çarşamba günü, daha önce giremediğim sınavların telafi sınavına girmiştim. Biraz yorgundum. Cuma günü başka bir sınavım vardı, dolayısıyla o gün biraz erken yattım. Telefonu da sessize almışım. Uyandığımda babamın aradığını fark ettim. O anda içime bir kurt düştü. Hatta birkaç gün önce kardeşimden (Serhat Encü) para istemiştim, bana para göndermişti. O zaman ben kendisini dikkatli olması için uyarmıştım. O da bana bir sorun olmadığını, askerlerin üst bölgeleri boşalttıklarını, o yüzden çok rahat gidip geldiklerini söyledi. Babamın aradığını gördüğümde benim ilk aklıma gelen annem oldu. Babamı aradım hemen. Ne olduğunu sordum. Babam “Deprem oldu” dedi. Ben gerçekten deprem olduğunu sandım. “Herkes iyi mi?” diye sordum. O da olayı anlattı ve kardeşimin hayatını kaybettiğini söyledi. Telefon elimden düştü, konuşamadım. İnternete baktım, 20 kişinin öldüğü yazıyordu. Ben büyük bir olay olduğunu anladım. Hemen hazırlandım ve köye doğru yola çıktım. Gece 12 gibi köye varabildim. Cenazeler otopsideydi. Herkes yıkılmıştı, herkes ağlıyordu. Ben kardeşlerimin önünde ağlamamaya çalıştım. Sabaha kadar uyuyamadım. Sabah erkenden Uludere’ye gitmeye çalıştım ama arabalar yolları kapatmıştı. Sonra cenazeler geldi. O an gerçekten çok korkunçtu. Cenazelerin arabadan indirilmesiyle birlikte ben cenazelerin arkasından koştum. Cenazelerin yanına gittiğimde kardeşimi bulmak için tabutların üzerindeki isimleri tek tek okudum. Kardeşimin tabutunu bulduğumda ona sarıldım. Herkeste çok büyük bir acı ve öfke vardı. Çünkü devlet tarafından hem öldürülmüş hem de yalnız bırakılmışlardı. Devlet sadece seyrediyordu. Bu sırada sürekli tepemizden helikopterlerin çok alçaktan uçması öfkemizin daha da büyümesine neden oldu.
Peki bu helikopterler gece boyunca enkaz kaldırılırken gelmedi mi?
Kesinlikle hayır. Aileler oraya gittiklerinde, kendi çocuklarının parçalanmış cesetlerini aramaya başladıklarında o helikopterler o insanların üzerinde dolaşıyordu ve inip yardım etmediler. Bu da insanlarda büyük bir öfke uyandırdı. İnsanlar o andan itibaren bunun bilinçli bir katliam olduğunu düşünmeye başladı. Ne kaymakam geldi, ne vali geldi, ne AKP Şırnak milletvekili geldi. Hiçbiri gelmedi. Sadece BDP’nin il ve ilçe teşkilatları gece hemen geldiler ve yardım ettiler. Medyaya, her yere olayı duyurmaya çalıştılar. İnsanlar devlet tarafından yalnız bırakılmanın dışında öyle olaylar yaşadılar ki… Örneğin ben olay yerine gidenlere kardeşimin nasıl bulunduğunu sordum. Kardeşimi ilk gören arkadaşlar bulduklarında kardeşimin hâlâ yaşıyor olduğunu, 1-1,5 saat boyunca da yaşamaya devam ettiğini söyledi. Üstelik kardeşimin bedeninde herhangi bir görünür yara izi yoktu. Bu da ya iç kanama nedeniyle ya da bombanın etkisiyle kendini kaybedip donarak öldüğünü gösteriyor. Bunu bilmek bende çok daha büyük bir öfkeye neden oldu. Çünkü aslında kardeşim o süre içerisinde kurtarılabilirdi. Olay yerine ilk gidenler, eğer erken müdahale edilseydi en az 13 kişinin kurtarılabileceğini söylüyor. Madem bu bilerek yapılmayan bir katliamdı, madem bir operasyon hatasıydı, o zaman neden en azından bu insanları kurtarmak için harekete geçmediler, hatalarını telafi etmeye çalışmadılar? Biz acı ve üzüntü içinde yakınlarımızın cesetlerini taşımaya çalışırken neden tepemizde keşif uçuşu yapacaklarına gelip kurtarma çalışmalarına katılmadılar? Sadece bu bile olayın kasıtlı olduğunu gösteriyor.
Devlet ilk ne zaman geldi?
İlk olarak kaymakam (Naif Yavuz) ve savcı otopsi sırasında geldi. Aileler de sinirlendiler. “24 saat boyunca neredeydiniz, şimdi buraya otopsiye ya da bizim nasıl acı çektiğimizi görmeye mi geldiniz?” diyerek tepki gösterdiler. Kaymakamı hastaneden kovdular. Defin işleminden sonra, 31 Aralık’ta taziye çadırı kuruldu. Kaymakamın ve devlet görevlilerinin taziye çadırına geleceği söylendi. Biz televizyonda yapılan açıklamaları da duyunca hiçbir devlet görevlisini istemediğimizi söyledik. Çünkü herkes gerçekten çok öfkeliydi ve istenmeyen olaylar olabilirdi. Biz üç gündür büyük acı içindeydik. Üç gündür bizi yalnız bırakan devlet şimdi bize ne diyebilirdi ki? Kaymakam gelme dememize rağmen ertesi gün haber vermeden geldi ve gizli bir şekilde çadıra girdi. Çadırda beş dakika oturup sonra dışarı çıkmış. Bizim buradaki halı sahanın sahibine ‘Ne o öyle çadıra ölenlerin resimlerini pankart yapıp asmışlar? Söyle onlara hemen indirsinler o pankartı. Bunu asanlar hakkında soruşturma açacağım’ demiş. Bunu duyan gençler daha da öfkelenmiş. Kaymakamın adamları hemen kaymakamın etrafında bir koruma duvarı oluşturmuş ve kaymakam giderken ‘Açılın gençler, kaymakama yol verin’ diye bağırmışlar. O ana kadar sabırla duran insanlar artık dayanamayıp kaymakama saldırdılar. Buradaki aileler de hemen duruma müdahale ettiler ve gençleri sakinleştirmeye çalıştılar. Bu şekilde bir arbede yaşandı, ama bu olayda taş ya da silah kullanılmadı ya da adam öldürmeye teşebbüs gibi bir girişim yoktu. Sadece insanlar gerçekten çok öfkeliydi. Bu olay medyada ‘Kaymakamı linç etmek istediler, sopalarla, taşlarla saldırdılar’ şeklinde yansıtıldı. Bizim için ise bu, devletin yapmış olduğu bir provakasyondu. Katliamın üzerini örtmek ve tartışmayı başka noktalara çekmek amacıyla yapılmış bir olaydı bizce. Şu anda bu olaydan dolayı dört insanımız cezaevinde.
Neyle suçlanıyorlar?
Kasten adam öldürmeye teşebbüsle.
Kimi, kaymakamı mı?
Evet.
Cezaevinde olanların isimleri ne?
Cabbar Yılmaz (Selam Encü ve Fadıl Encü’nün amcası), Ferdi Anma (Nadir Anma’nın kuzeni), Fırsat Kaya ve Mehmet Altürk.
Buraya gelirken yolda 70 kişilik bir liste olduğunu ve bu listede olanların köyden çıkamadığını duydum. Bu da kaymakam olayıyla mi ilgili?
Evet, 72 kişilik bir listeden bahsediyorlar. Bu listeden 18 kişi ifade vermeye çağırıldı. Ancak bu 18 kişi dışında başka bir isim var mı yok mu bilmiyoruz. Çünkü kaymakam olayından sonra dava açıldı ve bu davaya gizlilik kararı kondu. Hiçbir bilgi alamıyoruz. Kimse listede kimlerin ismi olduğunu bilmediği için özellikle gençler köyden çıkamıyor. Çünkü eğer arama noktasında isimleri listede çıkarsa tutuklanacaklarından korkuyorlar. İfade vermeye gitmeye de korkuyorlar. Çünkü Cabbar Yılmaz da sadece ifade vermeye gitmişti ama tutuklandı.
Beşir Atalay da aynı gün mü ziyarete gelmişti?
Evet, aynı gün geldi, ama kaymakamla birlikte gelmediler. Kaymakam çadırdayken Bakan daha Şırnak’taydı. Kaymakama verilen tepkiyi haber alınca hemen askerî helikopterle askere ve AKP’ye yakın olan birisinin evine gitti. Başbakana telefon edip ailelere taziyelerini sunduğunu söyledi. Halbuki yalan söylüyordu, orası taziye çadırı değildi. Yani Bakan bir tiyatro oynadı. Bu, insanları daha da sinirlendirdi. Biz zaten onların gelmesini istemiyorduk. Çünkü devlet ilk üç gün boyunca olan biten her şeyi izlemekten başka bir şey yapmadı. Artık bizim için gelmelerinin hiçbir değeri yoktu, o yüzden gelmelerini istemedik zaten. Biz şunu dedik, “Boşu boşuna gelmesinler. Biz onların yaşadığımız acının büyüklüğünü görüp sevinmelerini istemiyoruz. Eğer bizim için bir şey yapmak istiyorlarsa hemen olay hakkında soruşturma açılsın ve olayın sorumluları yakalansın”. Ama başta Erdoğan olmak üzere her devlet yetkilisi televizyona çıkıp her konuştuğunda aileleri bir kez daha katletti.
En çok sizi sinirlendiren hangisi oldu?
Beni en çok üzen Başbakan’ın iki gün sonra yaptığı açıklama oldu. Sürekli dinden, imandan, demokrasiden bahseden Erdoğan, Dersim katliamı için devlet adına özür dileyen, darbeleri ve darbecileri yargılamak için uğraşan, Erdal Eren’in ardından gözyaşı döken Erdoğan, kendi hükümeti zamanında yaşanmış bir katliamdan iki gün sonra çıkıp ‘Bu bir operasyon kazasıdır” dedi ve Genelkurmay’a gösterdiği hassasiyetten dolayı teşekkür etti. Ben buna gerçekten çok üzüldüm. Ben şunu beklerdim; yaşanan çok büyük bir katliamdı ve Erdoğan’ın bunu daha ilk andan itibaren bilmemesi mümkün değildi. Ben Erdoğan’ın daha ilk gün Roboski’ye gelip cenaze törenine katılmasını beklerdim. O zaman belki bu olayın kaza olduğuna inanabilirdik. Devletin her bir yetkilisinin bugüne kadar yaptığı açıklamalarda kullandığı dil, tipik bir suçlu psikolojisini yansıtıyor. Eğer bu olay devletin bilgisi dahilinde olmamışsa Başbakan’ın çıkıp “Bunu kim yapmışsa hesabını en ağır şekilde verecektir” demesi gerekirdi. Ama bunu diyemedi. Çünkü sorumlu devlettir.
Olaydan sonra devletle yaşadığınız diyalogda ne gibi şeyler yaşandı? Devlet tazminat teklifinde bulundu, değil mi?
Olaydan birkaç gün sonra devlet bize her ölen kişi başına 23.000 TL tazminat teklif etti. Ayrıca başbakanlık fonundan 100.000 TL daha teklif ettiler. Bunun anlamı şuydu, ‘Aslında bizim size vermemiz gereken, verebileceğimiz miktar 23.000 TL, ama bakın biz size kıyak yapıyoruz, 100.000 TL daha veriyoruz’. Hiçbir sorumlu bulunmamışken, kimse görevden alınmamışken bize para teklif edilmesi bizim çok zorumuza gitti. Öfkemiz daha da arttı. Biz bunu kabul etmedik, biz olayın faillerinin bulunmasını ve cezalandırılmasını istiyoruz. Bizim canlarımıza değer biçmek kimsenin haddine değildir. Hangi hakla failleri bulmadan bizim canlarımıza değer biçebiliyorlar? Kaymakam, vali bizi ikna etmeye çalıştı.
Nasıl ikna etmeye çalıştılar? Neler dediler?
Tazminatı kabul etmemizi istediler. ‘Devlet daha ne yapsın’ dediler. Biz tazminatı kabul etmeyince sosyal hizmet kurumundan gelip her aileden iki kişinin devlet memuru olarak işe alınacağını söylediler. Biz bunu da kabul etmedik. Biz önce faillerin bulunmasını istiyoruz dedik. Eğer bütün köye bunu teklif etmiş olsalardı bunu kabul edebilirdik aslında. Çünkü sonuçta herkese bir iş kapısı açılmış olacaktı. Ama onlar her aileden sadece iki kişiye bunu teklif ettiler. O zaman kabul etmedik. Hangi hakla bunu yapabilirler? Bu süre boyunca tehditler, gözaltılar hiç bitmedi zaten.
Sen de üç kez gözaltına alındın, değil mi?
Ben ilk defa bu kaymakam olayından sonra Uludere’de gözaltına alındım. İlçe Emniyet Müdürü (Yusuf Yüksel) ile görüştüm. Kaymakama saldıranların isimlerini verirsem bana kolaylık sağlayacağını söyledi. Bunu söylemesi benim çok zoruma gitti. Daha sonra mahkemeye çıkarıldım. Hakim karşısına çıkmak için bir odada beklerken İlçe Emniyet Müdürü yine yanıma geldi ve “Bak daha önce sana söylemiştik, bizim dediğimizi yapsaydın burada olmazdın” dedi. Ben de, “Ben burada olduğum için çok mutluyum. Şu anda size olan öfkem çok büyük. Devletin zihniyetinin ne olduğunu şu anda çok güzel öğreniyorum. 34 insanın katilini bulmamışsınız, benim hiçbir suçum yokken gelip beni gözaltına alıyorsunuz. Bu yaptıklarınız ve söyledikleriniz, bu işin üzerini sürekli kapatmaya çalışmanız bu katliamın planlı yapılmış olduğundan, bütün devletin bundan haberi olduğundan başka bir şey göstermiyor” dedim. Savcı benim hakkımda tutuklama kararı istedi. Ancak hakim benim tutuksuz yargılanmama karar verdi. Beni vazgeçiremeyeceklerini anlayınca birebir tehdit etmekten vazgeçtiler. Sonra Adana’da, ardından da Ankara’da gözaltına alındım.
Bu süre boyunca birçok ziyarette bulundunuz, yaşanan katliamı anlattınız ve faillerin bulunmasını istediniz. Bildiğim kadarıyla Meclis’te grubu bulunan partilerle de görüştünüz. Bu görüşmeler nasıl geçti, neler konuşuldu?
Biz bütün partilerin grup başkanvekillerinden randevu talep ettik. Önce CHP ile görüştük. Görüşme oldukça olumlu geçti. AKP ile görüştük. Bu işin sorumlusu birebir AKP olduğu için yapılan bütün hataları anlattık. Devletin bizi yalnız bıraktığını, Başbakan’ın ve diğer bakanların söylemlerinin bizi ne kadar üzdüğünü anlattık. Ancak Ayşenur Bahçekapılı bize “Siyasî kimliklerimizi bırakalım ve öyle konuşalım” dedi.
Ne demek bu?
BDP’li olduğumuzu ve o yüzden AKP’yi bu kadar eleştirdiğimizi ima etmeye çalıştı. Bunun üzerine ben çok kızdım ve dedim ki, “Eğer biz siyasî kimliklerimizle buraya gelmiş olsaydık sizinle, hele MHP ile hiç görüşmezdik. Biz siyasî kimliklerimizi değil, sizin hatalarınızı size anlatmaya geldik. Gerçekleri duyduğunuz için bu kadar sinirleniyorsunuz”. O da, “Beni sinirlendirmeyin” dedi ve Erdoğan’ı övmeye çalıştı. Biz de onlardan hiçbir şey istemediğimizi, sadece bu olayın faillerinin ortaya çıkmasını istediğimizi söyledik. MHP ile de görüştük, ancak onlarla yaptığımız görüşme çok kısa sürdü tabii. BDP’nin grup toplantısına katıldık. Zaten BDP ilk günden bizim acımızı paylaşıp yanımızda oldu.
Katliamdan sonra iki kişi de Kürdistan Özerk Bölgesi’ne göç etmiş sanırım. Bu nasıl oldu?
Katliamdan sağ kurtulmayı başaranlardan birisi olan Servet Encü devletin baskısına, şantaj ve tehditlerine dayanamayarak Güney Kürdistan’a göç etti.
Devlet nasıl bir baskı uyguluyordu?
Olay hakkında şahitlik etmemesini, ifadesini değiştirmesini istiyordu. Servet Encü de ailesi ve kendisi için bir güven ortamının olmadığına karar vererek, başına bir şey gelmesinden korkarak Kürdistan Özerk Bölgesi’ne gitti. Bedel Encü de kaymakam olayından sonra yine başına bir şey geleceğinden korkarak Kürdistan Özerk Bölgesi’ne göç etti.
Gitmeyi düşünen başkaları var mı?
Dediğim gibi, 18 genç hakkında soruşturma açıldı. Bu gençler devletten bir sonuç bekliyor. Eğer bir sonuca varılmazsa bu gençler de gidecek. 20-30 yıl cezaevinde kalmak yerine dağlarda özgür bir şekilde yaşamayı tercih ediyorlar.
Peki ölenlerin aileleri?
Aileler de failler bulunmazsa gideceklerini söylüyor. Devlete tepki olarak onlar da Türkiye dışına çıkacaklar. Bunun için Meclis Komisyonu’nun raporunun açıklanmasını bekliyorlar.
Rapor ne zaman açıklanacak?
Dediklerine göre Meclis kapanmadan önce açıklanacak. Bakalım, bekliyoruz.
Bu katliam burada, Roboski bölgesinde yaşayan insanların siyasî tercihlerini ve devlete bakışlarını nasıl etkiledi?
AKP ilk kurulduğunda burada çok yüksek oy kaldı. Çünkü söylemleri insanların özlem duyduğu şeyleri yansıtıyordu. Herkes eski partilerden bıkmıştı. Bu yüzden insanlar AKP’ye büyük bir şans verdi. Erdoğan’ın Diyarbakır’a gelip Kürt sorunu konusunda çözüm umudu vermesi büyük bir heyecan yarattı. Ancak daha sonraki konuşmaları ve uygulamaları insanlarda AKP’nin samimi olmadığı hissi uyandırdı. Son seçimlerde burada BDP birinci parti oldu. Eskiden AKP’ye oy verenler BDP’ye oy verdi.
Sen bu olay ile Kürt sorunun çözümü arasında nasıl bir bağ görüyorsun?
Bu, devletin gerçekleştirdiği ilk katliam değildi. Dersim, Ağrı-Zilan, 92 Şırnak katliamı ve son olarak Roboski katliamı devletin zihniyetinin aynen devam ettiğini gösteriyor. Otuz yıldan beri süren bir savaş var ve Roboski katliamı bunun bir sonucudur. Eğer bu savaş olmasaydı bu katliam gerçekleşmezdi. Başbakan çıkıp “Artık anneler ağlamayacak” dedi, ama şimdi daha çok anne ağlıyor. Biz Roboski katliamının son olmasını, bir daha başka annelerin bu tür acılar yaşamamasını istiyoruz. Bizim bunun peşini bırakmamamızın en büyük nedeni budur. Eğer Roboski katliamının failleri bulunursa, bir daha kimse böyle katliamlar yapmaya cesaret edemez. Biz bu katliamları yapanların devletin en üst düzeyindeki kişiler olduğunu biliyoruz. Eğer devlet kendisini sorgulayıp yüzleşirse, Roboski katliamı ile yüzleşirse, herkes devletin en üst kademesinin bile artık yargı önüne çıkarılabileceğini görecektir ve bir daha böyle bir şey yapmaya cesaret edemeyecektir. Ama devlet şimdi bu katliamları yapanları korumaya alırsa yarın öbür gün başka yerde bir katliam gerçekleştiğinde kimse bunun hesabını soramayacaktır. Biz aslında devletin Kürt sorununa yönelik bakış açısının bu katliam ile birlikte değişmesini istiyoruz. Ancak devlet bu katliamın üzerini örtmek için elinden geleni yapıyor.