Bilgehan Uçak
Tijuana’ya gitmek için San Diego’nun ışıltılı vitrinlerle süslü geniş caddelerini geride bıraktığım o günü hiç unutmuyorum. Şıkır şıkır bir şehrin dünyaya aldırmaz benbenciliğinden çıkıp derbederliğin, sefaletin, pisliğin, mafyanın kol gezdiği başka bir âleme girmiştim.
Alice’in “harikalar diyarına” ulaşması gibi birbirinin tamamen zıddı bu iki âlem arasında ben de pasaportumla gezinebiliyordum. Amerikan plakalı kiralık otomobillerin Tijuana’da çalınması vaka-i adliyeden addedilirmiş, o yüzden arabayı gümrüğe en yakın otoparklardan birine çekip sınıra taksiyle gittim.
Gümrükte ismi konmamış iki sıra var: Birincisi, benim gibi Amerika’dan gelmiş, üstü başı düzgün insanlar. Kiminin ellerinde kâğıt bardaklarda kahveler. Gümrükteki memura teşekkür edip Meksika’ya adım atıyorlar.
İkinci sıradakiler pek bize benzemiyordu. Hiçbiri bizim gibi ayakta değildi. Üstlerindeki pılı pırtıya sarılmış yerde yatıyorlardı. Dudakları çatlamış, gözlerinin feri sönmüş, benim az önce geldiğim şehrin benim hiç görmediğim arka sokaklarında, mutfak arkalarında, karanlık dehlizlerinde yaşamanın hayallerini kuruyorlardı.
Ben, kaçamak bakışlarla inceliyordum onları. Giydiklerine, çocukların ellerine, yağdan yapış yapış parlayan saçlara, yorgun gözlerindeki dilenen bakışlara bakıyor; kaç gündür bu yerde yatıyor olabileceklerini ve daha kaç günü bu sefalet içinde geçireceklerini düşünüyordum. Onları kendi çaresizlikleriyle başbaşa bırakarak yanlarından geçip gittim.
Sınırın öte yakasındaki taksicilerden biriyle sıkı bir pazarlığa giriştim. Henüz ikinci cümle ama ilk dediğinin hayli altında bir fiyata beni Tijuana sokaklarında gezdirmeye razı oluyor.
Tito ile yolculuğa başlıyoruz. Karnımın aç olup olmadığını soruyor, aç olduğumu söylüyorum, beni evvela ayaküstü bir yerde taco yemeye götürmeyi teklif ediyor. Kabul ediyorum. Minibüslerin sıralandığı otogara benzer bir yerde ikişer taco yiyoruz.
Duvar
Sonra deniz kıyısında setüstü bir yere götürüyor beni. Karşımızda, iki ülkeyi birbirinden ayıran, cetvelle çizilmiş duvar. Kalın, büyük, heybetli. “Onlarca, yüzlerce, binlerce insan bu duvarın ardına geçebilmeye çalışıyor,” diyor. “Kimi bir şekilde gümrüğü aşarak, kimi bu duvarı tırmanarak.”
Dalga sesleri çalınırken kulağıma trajik bir farklılığı alabildiğine matrak anlatıyor:
“Duvar, gördüğün gibi hayli yüksek. Ama çok dert değil. Meksikalılar bu şehri duvarın dibine kurdular. Birçok insan üç duvarla ev yapıyor; hepsi arkasını bu heyulaya yaslıyor çünkü. Müreffeh San Diegolular ise olabildiğince bu duvardan uzakta yaşıyor. Onların caddelerinin, evlerinin, ofislerinin, gökdelenlerinin hiçbiri buraya yakın değil. Kimse denizden geçmeye çalışmaz bu duvarı çünkü yakalanmaman olası değil. Geceleyin duvara sıfır bir evin çatısından aşmak ise çok daha kolay!”
Bir de dağ tepe aşmaya çalışarak, yaklaşık iki haftalık bir yolculuğun sonucunda Amerika’ya ulaşmaya çalışanlar varmış.
Ölümler görüyorum baktığım duvarda, kan sızıyor küçük deliklerinden, tutuklanmalar, yakalanmalar, düzmece mahkemeler görüyorum, kadın çığlıkları, yalvarışlar, tacizler, simsiyah tırnaklar, nasırlı eller, çizgili yüzler, üniformalı polisler, elleri silahlı askerler görüyorum, bedbaht insanların çaresiz kabullenişlerini, boyun büküşlerini görüyorum, açlığı, susuzluğu, sefaleti, hiçbir şeysizliği, umutsuzluğu görüyorum.
Acılarla dolu siyah-beyaz dünya
Yüzyılın en büyük fotoğrafçılarından biri olan Sebastiao Salgado’nun göçü, göçmeleri, yersiz yurtsuz kalışları kayıt altına aldığı fotoğraflarına bakarken, aklımda Tito’nun sözleri ve ölüm duvarı.
Salgado, Brezilya’nın güneydoğusundaki Minas Gerais’te sekiz çocuklu bir ailenin tek oğlu olarak dünyaya gelir, 1944 yılında. Babası hukukçu olmasını istese de o iktisat okur, ülkesindeki askerî diktatörlüğe karşı çıkıp solculuğa heves eder, hemen arkasından zoraki sürgünlük dönemi başlar, önce Paris, sonra Londra, iktisatta yükseklisans yapar. Hızlı solcu günlerinde aşık olur, kendisinden altı yaş küçük Lelia ile evlendiğinde henüz yirmi üçünde yeni mezun bir delikanlıdır.
Londra’ya taşındıklarında Lelia da mimar olmuştur artık. Bir fotoğraf makinesi satın alır. Bu günlerde, Sebastiao da Dünya Bankası’nda çalışıyordur ve imar projelerini denetlemekle görevli olarak Afrika’ya gidip gelmeye başlar. Ama Afrika’ya her gidişinde karısının makinesini de yanına alır ve geriye birçok fotoğrafla döner. Bir an gelir, fotoğraf tutkusu büyük orman yangınları gibi önü alınamaz olur. Tası tarağı toplayıp vaat edilmiş kariyer basamaklarından koşar adım inerek Paris’e dönme kararı aldıklarında, Sebastiao’nun fotoğraf sanatının tarihini de derinden etkilemek üzere olduğu akıllarından geçmez.
Sarp bir dağ yamacındaki manastırına çekilmiş bir münzevi gibi birkaç gündür sadece Sebastiao Salgado’nun ıstıraplarla, acılarla dolu siyah-beyaz dünyasında yaşıyorum. Dünyayı onun deklanşöründen görüyor, makinesinin peşi sıra altı kıtada dolaşıyorum. “Bu kitap, hareket hâlindeki insanlığın hikâyesini anlatıyor” diyor albümün başındaki yazısında. Yerinden yurdundan edilmişlik, sürülmüşlük, açlık ve sefalet; hep bu “hareket hâlindelik” içinde gizli.
Exodus, Tito’nun sözlerini aklıma mıhlamak istercesine Tijuana’yla başlıyor. “Meksikalılar bu şehri duvarın dibine kurdular.” Tijuana’da çektiğim üç beş fotoğrafı arayıp buluyorum. Tito ile birbirimize sarılıp bir hatıra fotoğrafı çektirmişiz. Fonda dalgalar ve denizin içine yürüyen duvar. Tito, fiyakalı güneş gözlüklerini çıkarmamış. Ayaklarımızın hemen dibinde ne sınırdan ne de duvardan haberdar birkaç güvercin, sınırın öte yakasındaki arkadaşlarının yanına uçup uçmamayı tartışıyor gibi umursamazca volta atıyor.
İşte bugün, Tijuana’ya yeniden gelmişim gibi hissediyorum. Salgado, beni peşi sıra sürüklediği Tijuana’da zamanı 1997’de durdurmuş. Onun merceğiyle aynı duvara iyice yaklaşıyorum. Bizden başka iki kişi var. Duvarın deliklerinden “Amerikan rüyasını” gözetliyorlar. Oysa, baktıkları yerde hiçbir şey yok. Bunu ben biliyorum, onlarsa görmek istediklerini görmeye çalışıyorlar.
Salgado’nun bir tek karesi göçmenlerle mültecilerin çaresizliklerini apaçık bir şekilde sergilerken, duvarın diğer tarafındaki korkuları da sezdiriyor. “Mutlu ve zengin insanlar gettosu” yaratmak için örülen duvarın en güçlü çimentolarından biri mülteci ve göçmen düşmanlığı. O insanları görmemekle, görmek istememekle başlıyor her şey. Çünkü o insanları görmeye başladığınızda aynı kayıtsız tavrı sürdürmeniz mümkün değil.
Şu fotoğraflara bakarken aklımın bir köşesinde Nazi Almanyası. Toplama kamplarının akıl almaz vahşeti, işkenceler, toplu cinayetler… Bir toplama kampı kurtarıldıktan sonra civar kasabalardan halkı otobüslerle kampa getirip neler yaşanmış olduğunu bizzat görmeleri sağlanırdı. Yaşananlar tahayyül dahi edilemez boyutta olduğundan şık elbiselerle, topuklu ayakkabılarla gelenler ağlayarak ayrılırdı. Salgado da, çektiği fotoğraflarla bunu yapıyor bence. Duvarların farklı taraflarındaki insanları buluşturuyor.
Gözler çok şey anlatır
Sayfaları çeviriyorum. Açlıktan kaburgaları sayılan, derileri büzülmüş Zaireli çocukların gözlerine bakıyorum. Birkaç sayfa sonra Angolalı çocuklar çıkıyor karşıma. Rayların arasında çallı çırpı, şilte yerine pislik içinde birkaç parça kumaş. İki çocuk, çırçıplak yatıyor. Biri, gözünü Salgado’nun kamerasına dikmiş. Yanda gene iki çocuk, aynı kaderi paylaşan akranları gibi çaresiz, pislik içinde, meraklı gözlerle bakmışlar.
“Bir portrenin gücü, o insanın hayatından bir kare yakaladığınız saniyenin binde biri kadarki anda gizlidir,” diyor Salgado, Wim Wilders ile birlikte çektiği Toprağın Tuzu adlı belgeselde. “Gözler çok şey anlatır. Yüz ifadesi de öyle. Bir portre çektiğinizde artık o fotoğraf size ait değildir, o insan onu size hediye eder.”
Binlerce, on binlerce hediye almış Salgado. Dünyanın neresinde bir çift ıstırap dolu göz varsa, onu aramak için yollara düşmüş. 1984’te, sadece Kuzey’de dolaşırken 550 kilometre yürüyeceği Etiyopya’ya gitmiş ve iki sene orada çalışmış:
“O bölgedeki açlığı belgeleyerek neredeyse iki yıl geçirdim. Mülteci kampları vardı. İnsanlık tarihinde görülmüş en büyük kamplar. Bunu gerçekten göstermek istedim. İnsanoğlunun büyük bir kısmının bir doğal âfet değil, sadece bir paylaşma sorunu yüzünden akıllara sığmaz güçlükler içinde yaşadığını göstermek istedim.”
Soykırımın en ağır günlerinde Ruanda’ya gitmiş: “Oraya ilk varanlardan biriydim. Dört bir yanda felaket vardı. İnsanlar Burundi’ye, Kongo’ya, Uganda’ya kaçıyorlardı. Dört bir yana dağılıyorlardı. Yollar insanlarla dolup taşmaya başlamıştı bile. Yol kenarında uyuyan insanlar, eşyalarını bisikletler üzerinden taşıyanlar, taşıyabilecekleri kadarını alıp kaçanlar da vardı.” Salgado, akıntıya karşı kürek çekermişçesine insanlarla beraber değil, onların tam ters istikametine, sınıra doğru ilerlemiş. Sınır kontrolü diye bir şey kalmadığı için Ruanda’ya elini kolunu sallayarak girebilmiş: “Orası dehşet vericiydi. Yolda gördüğüm ceset sayısı akıl almazdı.”
O yolda çektiği fotoğrafa iyice yakından bakıyorum. El bombası patlamış. Bombayla ölmeyenlerin palayla öldürüldüğünü söylüyor Salgado. Ön camın olması gereken yerden bir adam kamyonetin içine atılmış. Ayakları dışarda, vücudunun geri kalanı şoför camından çıkmış: “Tanık olduğum felaketin boyutlarını tam bu noktada idrak etmeye başladım.” Kigali, yüz elli kilometre uzaktaymış ve yol boyunca çürümekte olan cesetler yan yana yatıyormuş. Ama Salgado, o yoldan gitmemiş. Ölümleri değil, yaşayan insanları, toplu göçleri, mecburi terk edişleri anlatmak istediği için geri dönmüş ve kamplara gitmiş. Ruanda’yı terk eden insanların sayısını şöyle tarif ediyor: “Birkaç gün içinde buraya milyonlarca insan gelmişti.”
Her şeylerini geride bırakarak çölün ortasında yaşamı arayan insanları düşünüyorum. Toplu göçleri, sürgünleri, ölümle gidim arasında tercih yapmak zorunda kalışları…
“Çok da dert değil”
Gözlerimi kapıyorum. Zaman siliniyor bir anda.
Muktedirler, duvarlarını örmüşler. Yaklaşmanın dahi yasak olduğu duvarı geçmeye teşebbüs edene ateş emri verilmiş. Duvarlarla, mayın tarlalarıyla, elektrik verilmiş jiletli tellerle bizim nerede duracağımızı söylüyorlar.
Ben yürüyorum. Kafilelerle, on binlerle, yüz binlerle, milyonlarla, on milyonlarca insan hep birlikte aynı kaderi paylaşıyor; Ruanda’da, Etiyopya’da, Yugoslavya’da, Suriye’de, Balkanlarda, Der Zor çöllerinde, Vietnam’da, Rusya’da, Kamboçya’da, Kosova’da, Doğu Türkistan’da, Almanya’da, Polonya’da, Meksika’da hep yürüyoruz.
Yüksek duvarlar çıkınca karşımıza, Tito gibi “çok da dert değil” diye mırıldanıyoruz, alabildiğine alaycı. O duvarların hepsinin bir gün yıkılacağını ama o günü göremeyeceğimizi de bilerek…
Biz yürüyoruz.