Tibet Şahin
İklim krizini yaklaşık 5-10 senedir, yani çocukluğumdan beri, duyuyorum ve çocukluğum boyunca bunu duymamın ardından kıyamet senaryolarıyla irkilip sonra normal yaşantıma devam ettiğimi hatırlıyorum. İklim krizine ilişkin deneyimlerim, her ne kadar krizin bıçağı daha boynumuza dayanmamış olsa da, bende her zaman bir çaresizlik hissi yaratmıştır. Gerçekten de herkes bunun farkındaysa neden büyük çaplı değişimler olmuyor diye her zaman düşünüp dururdum; ilkokulda çevre kulübü üyesi olarak bunun vicdan rahatsızlığını oldukça çektim. Aslında bunun sebebinin benim gibi diğer herkesin de kıyamet senaryolarıyla küçük bir irkilmenin ardından yaşamlarımıza devam etmemiz olduğunu düşünüyorum. Doğrudan bir tehdit altında olmadığımızda, ne toplumların ne de bireyler olarak bizlerin yaşamlarımızı sürdürme şekillerimizde gerçek düzeltmeler oluyor.
Yanardağ infilak etmeden kaçmıyoruz asla. Farkettiğim kadarıyla, iklim kriziyle daha yakından ilgilenmeme de bu sebep olmuştur. Özgürleşme ve eşit olma hareketleri sürekli kendini geliştiriyor ve inceltiyor. Pek çok açıdan, ve pek çok açıdan da değil, birçok özgürleşmeye tanık olduk Ortaçağ’dan beri. Ve artık “hayvan özgürleşmesi” dahi talep ettiğimiz dönemlerdeyiz. O halde artık daha da genişletip “doğa özgürleşmesi” hakkında konuşmamız yerinde olacaktır diye düşündüm. Siyahlar, kadınlar, fakirler, hayvanlar ve diğer pek çok “öteki”nin ardından artık doğanın da özgürleşip bıçak boynumuza dayanmadan ötekiliğinin bitirilmesi gerektiği bir dönemdeyiz.
Doğa’nın kendi başına bir değeri olduğunu iddia ediyor değilim. Elbette değer bize, insana ilişkindir ya da en azından insana bağlıdır. Ancak yüzyılların çıktısı olarak ekonomik değer kavramından ayırabildiğimiz bu saf, çıkar gütmeyen ve her şeye kendisini yansıtan “değer” kavramı insanın kendi dışına çıkmasına izin verir, hatta bunu zorunlu kılar. İnsanı sadece istediğini yapan biri olmaktan çıkarır (nedense çoğu kişi buna özgürlük diyor; istediğini yapabilme ile özgürlük farklı şeylerdir oysa), insanı vicdanının sesini dinleyebilmesi yoluyla içten ve ergin birisi yapar. Bu değer kavramını doğaya yansıttığımızda, günümüz koşullarına bakan o “değer” kavramını gözeten insanın doğaya insana bağlı bir değer vermesi (çünkü ‘doğa değerlidir’ dediğimizde ‘insan için değerlidir’ demek zorundayızdır, etik değeri kavrayan tek varlık insandır) ve bu doğrultuda sorumluluk alması gerekir. İster doğadan konuşalım, ister hayvanlardan, değer her zaman insanın bakış açısından görünecektir bize. Ancak bu demek değildir ki ‘dünyaya bir kez geliyoruz’ avutmaları doğrudur, biz kendi olgunluğumuza kendi bakış açımızdan erişerek kendi dışımıza yansıtırız değeri, işin özü budur.
Bu tip sorularla ekoloji felsefesi denilen, varolup olmadığı tam da belli olmayan bu alanla ilgilenmeye ve harekete geçmeye başladım. Kısa süre önce de sorularımla birlikte aktivizme katıldım. Harekete geçme gerekliliğini gözler önüne seren bilimsel ve tarihsel verilerden sonra nasıl harekete geçip nasıl harekette kalmamız gerektiği sorunuyla karşılaştım. “Etik” sınırlar içerisinde, politikadan uzak bir şekilde nasıl aktivizm ya da protesto yapılabilir?
Politikadan uzak kalabilmek görebildiğim kadarıyla hem aktivizmin kendisi için hem de benim için önemli bir dertti, tarihte tüm bu “özgürleşme” hareketleri, tüm bu aktivizmler kapitalizm tarafından kapsanmış şeylerdi. LGBT’yi örnek verelim. Avrupa’da iki asır önce kim LBGT’ye tahammül edebilirdi? Hangi Avrupalı kapitalist LGBT’ye izin verilmesini savunabilirdi? Bugün ise sanki kapitalizm bu tip cinsel özgürlüklerin taşıyıcısıymış gibi, liberalizm altında özgürlükçüymüş gibi görünüyor. İşte bu yanılgılara hiç düşmeden nasıl doğanın özgürlüğünü sağlayabiliriz diye düşünmeye başladım ve ardından fark ettim ki doğa gerçekten özgürleşecekse, kapitalizm kendinde kökten bir değişiklik yapmalıydı gerçekten. Doğa hareketi tarihteki diğer özgürleşme hareketleri gibi değildi, sadece izin vermekten oluşmuyordu, başarılabilmesi için bilime ve çok uğraşa ihtiyacı olan bir özgürleşme hareketiydi bu.
Şimdi şunu demeyeceğim tabii ki: Doğa özgürleşmesinin başarıya ulaşabilmesi için kapitalizm tamamen yıkılmalıdır. Bu sözler ne benim haddime, ne de çok gerçekçi sözlerdir diye düşünüyorum. Ama kapitalizmde hiç olmamış köklü bir değişikliğe gidilmesi gerektiği de çok açık. Doğa hareketinin ihtiyaçları kapitalizmin ilineklerini değil, doğrudan özünü vuran ihtiyaçlardır.
Bundan sonra ne yapmamız gerektiği sorulacak olursa, protestolara devam etmek olduğunu söylerim, bireyler olarak kendi kişisel feragatlarımızla aktif olmamız arasındaki orantı bu şiddetsiz, sivil itaatsizlikler içeren protestolarda yakalanır.
Ancak aktivizim amacıyla işe başlarken amacımızın doğa özgürleşmesi olduğunu asla unutmamalıyız. Amaçlarımıza ulaşmak için pek çok araç gerekiyor, ancak bu araçlar süreç içerisinde belirginleşip kendi başına amaç hâlini alabiliyor. Örneğin doğa aktivizmi için bir kitle gerekiyor, kitle olmadan herhangi bir açıdan toplumsal özgürleşme zordur, eşitliğin ve özgürlüğün sağlanması münzevilerin yazdıklarıyla olmaz çoğu zaman. Ancak kolektifleşme (buna örgütlenme demiyorum, iklim dili için kolektifleşme daha uygun diye düşünüyorum) süreç içerisinde kendi başına bir amaç olduğunda asıl amaç olan iklim adaleti ya da doğa özgürleşmesi unutulur. Asıl hakikat bizim için, bizim doğaya karşı ahlakî sorumluluklarımız olduğu, doğanın bize bağlı bir etik değere sahip olduğu ve çağımızda bunun acil olarak anlaşılması gerektiğidir. O yüzden ne kalabalık ne de medyada etkin olmak tek başlarına yeterli değildir, her ne kadar önemli ve başarılması gerekli adımlar olsa da.
Önemli olan aktivizmin, hareketin amaçlarının fikrî temelleri olmasıdır. Fikrî temelden kastım da elbette kuramdır. O yüzden şahsî görüşüm aktivizmin amacını unutmaması ve etik olarak meşru kalabilmesi için iki kolda iş görmesidir: akademi ve saha kolları.
Sürekli bana kuram kurmak için zamanın olmadığı söyleniyor, bu problemin aciliyetinden bahsediliyor. Bunlar yerinde tembihler diye düşünüyorum, ancak bunu söylemek kuramı ve fikrî alanı bir kenarda ölmeye terk etmek anlamına gelmiyor. Başlığa da ithafen şöyle diyelim o halde: İklim Krizine Giriş için önce iklim krizinden çıkmamız gerekiyor.
Bu çıkış ise kapıdan çıkarmış gibi olmuyor maalesef… Bilim araştırmacıları bu sorunu bilimin tek başına, yeni sanayi atılımlarla ne kadar çözüp çözemeyeceğini ve çözümün ne kadar sürdürülebilir olacağını tartışıyorlar. Bu kadar insan nüfusu ve bu kadar fazla tüketimin yanında, her ne kadar kıyamet alarmizminin çok yanlış olduğunu düşünsem de, bilimin yardımıyla çevre dostu üretim ve diğer reformlar kalıcı bir çözüm sağlayabilir mi? Belki bazıları için, ama yedi küsür milyar için bilimin bu kadar az sürede bu kadar insana rağmen kalıcı bir çözüm getirebilmesi bana kurgusal ve ütopik geliyor. Bilimin işini yapmasına izin vermek bu yüzden de yeterli bir tavır değil. İzin vermenin, ki bilimin etik bir iş yapmasına “izin verme” durumu bile başlı başına yanlıştır zaten, yanı sıra onu dinlemek de gereklidir.
Peki ne açıdan bilimi dinlemek? Bilimin getirdiği deneyimle sabit verilerden bir ders çıkarmayı (hem toplumsal hem bireysel olarak) kastediyorum. Çıkarılacak ders ise bireysel bilinçlenme, bireysel ahlaklılaşmadır. Atmosfere aşırı ölçüde yayılan karbon, ozon deliği, toprak, hava ve suda kirliliğe ilişkin bilimin verileri adeta etik sorumluluklarımızı parlatarak daha açık bir şekilde görmemizi sağlıyor. Bu yüzden toplumsal olarak hükümete karşı sivil itaatsizlik, bireysel olarak da çevre dostu bir yaşam (elbette ki doğaya zarar vermeyen bir yaşam mümkün değildir, bu yüzden bireysel etik tutumlar tek başlarına oldukça yetersizdir) gibi etik sorumlulukları bilim sayesinde daha açıkça görebiliyoruz. Bu yüzden bilimin sürdürülebilirlik çabalarının üretime el atmasına “izin vermek” (bunu başarabilmek için şu an çoğu ülkede mücadeleler veriliyor) ve bunun yanında kendimizin ve bulunduğumuz toplumun da sürdürülebilir hâle gelmesi kalıcı “çıkış” için gereklidir.