“Sol, bu meselenin göbeğinde yer almalıdır”
Yalova Üniversitesi öğretim üyesi, Göç Araştırmaları Derneği’nin kurucularından, Birikim dergisi ve Sivil Sayfalar yazarı Polat Alpman ile, bir yandan devlet mekanizmasında, bir yandan AKP’de yaşanmakta olan çözülme süreci ve bu süreç içinde Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin durumu ve sorunları (ve çözümler) üzerine Şenol Karakaş konuştu.
Şenol Karakaş: 31 Mart ve 23 Haziran İstanbul seçimleri Türkiye’deki siyasal iklimi nasıl değiştirdi? Hem iktidar bloğu hem de muhalefetin bir dizi çeperi, öğesi açısından ne tür kapılar aralandı ya da kapandı? Seçimden hemen sonra şöyle bir değerlendirme yapmıştık: AKP tabanında ilk defa 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’ye oy vermeyerek, sandığa gitmeyerek rahatsızlığını ifade eden bir kesim var. Bu kesimin AKP seçmeninin yüzde 20’ye yakınını oluşturduğundan bahsediliyordu. Sonra karıştı Türkiye ve 1 Kasım’da AKP liderliği toparladı seçmenini. Korku imparatorluğunun ilk tohumları o zaman atıldı. Çok fazla bomba patladı Türkiye’de. 31 Mart’ta da böyleydi, ama 23 Haziran’da… bu 800 binlik oy kayması sanki geri dönüşü olmayan bir çözülme sürecinin başlangıcı gibi görülüyor AKP açısından. Üstelik bu, devletin çözülmesi ile de iç içe geçmiş gibi görünüyor.
Polat Alpman: Çözülme olarak ifade ettiğin süreçten başlayalım. Bu, aday ile ilgili bir mesele değil. Yani aday olarak çıktığı için seçimleri kaybetmiş değil Erdoğan. Türkiye’de bir süreç çalışıyor ve bu süreç yüzde 34’lerden yüzde 52’lere taşıdı AK Parti’yi ve şimdi taşıdığı yerden tekrar aşağı doğru indiriyor. Bu yaklaşık 7-8 yıldır devam ediyor. Yani dayandıkları siyaset tekniği onlara da hareket edecekleri bir alan bırakmıyor. Şunu demek istiyorum, siyaset alanını daralttılar ama öyle bir daralttılar ki kalan bu alanda onlar da yeni politikalar geliştiremiyor. Kendi daralttıkları alanda debelenmek zorunda kaldılar. Bu debelenme devletin sürekli olarak cebre başvurmasını zorunlu hâle getiriyor. Bunun tek adam rejimiyle de ilgisi var. Bugün devlet dediğimiz şeyin artık ne olduğunu bilmiyoruz. İkimiz de Kemalizm’in sert denebilecek dönemlerini tecrübe ettik. Tamam, belki tek parti dönemi kadar sert değildi, ama 28 Şubat sürecinin ikimiz de tanığıyız. Devletin 12 Eylül darbesinden sonra nasıl Türkçü-İslamcı bir merkeze oturduğunu, bu merkezi Kemalizm ile eklemlediğini ikimiz de biliyoruz. AKP, biraz da bu Türkçülük-İslamcılık merkezine yerleştirilen devletin Kemalizm ile eklemlenmesinin bir ürünüdür. Yani AKP her ne kadar İslamcılık içinden gelmiş olsa da onun siyaset pratiğini ya da aklını belirleyen şey tarihsel olarak, Perinçek’ten, Bahçeli’den zaten çok uzakta bir yerde değildi. Ondaki liberal öğelerin hepsi belirli bir tarihsel konjonktüre aitti. Bu koşullar çözüldüğünde AKP de neo-Kemalist diyebileceğimiz Türkçülük ve İslamcılıkla bezeli siyasal akla rücu etti. Oraya ilerlemedi, oraya geri döndü. Çünkü orası birçok açıdan güvenli bir bölge. Toplumun çoğunluğunun kimlik olarak benimsediği değerler bunlar. Buraya geri döndüğünde de üretmiş olduğu ve burada bahsettiğimiz siyaset tekniği ne yazık ki kendi içinde bir çoğulculuk içermiyordu. Tek adam rejimi denilmesinin nedeni de bu. Bunu şundan dolayı söyledim, tek adam yönetimini dayattığı sürece bu çelişkileri aşamazdı. Çünkü aslolan bu sistemi sürdürmek. Bunu neye rağmen yaptı? Bunu Türkiye’deki sekülerlere rağmen yaptı. Demokratlara, sosyal demokratlara rağmen yaptı.
Devleti tam tanımlayamıyoruz dedin. Beni alıp koysalar Aksaray’a ve sen yönet Türkiye’yi deseler kesin yapamam. Yani Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşları dışında kimse beceremeyebilir.
Onlar da beceremiyor zaten.
Yani kurumlar, komisyonlar… Geçen sene Hülya Koçyiğit’in bacağı kırıldı. Kültür Komisyonu toplantısına giderken düşmüş, o komisyonun üyesiymiş. Bilmiyoruz, yani şu anda devletin kurumlarının, organlarının nasıl çalıştığını. Kimse bilmiyor büyük ihtimalle.
Şöyle bir problem var; hepimizin içinde yetiştiği, çeşitli biçimlerde tecrübe ettiği bir devlet vardı, hâlâ öyle bir devlet olduğu varsayımıyla hareket ediyoruz.
Tabii tabii. Ben milletvekillerinin de böyle davrandığını görüyorum. Halbuki o eski milletvekilleri değil onlar. Öyle bir güçleri yok.
Türkiye’de rejimin değiştiği tam idrak edilemiyor, çünkü değişen rejimin herhangi bir etkisini somut olarak görmüyoruz. Biz sadece bir lider görüyoruz ve rejime ve onun işleyiş biçimine ilişkin bir şey görmüyoruz. Bu da bir kriz. Hâliyle tek adam rejimi olarak tanımlanan sistemin ne olduğunu anlayamadığımız için aklımıza gelen ilk ve bilinen referanslara başvuruyoruz. Oysa öyle bir devlet yok artık, öyle bir bürokrasi yok, o kurumlar yok. Şimdi bütün bunların topyekûn ve hallaç pamuğu gibi dağıldığı bir ortamda acaba Erdoğan’ı kim yönetiyor sorusu doğru bir soru değil. Özal’ı kim yönetiyor diye sorabilirdik, Çiller’i kim yönetiyor diye sorabilirdik. Doğru soru Erdoğan kimlerle yönetiyor? Bence bu yönetim sürecinin en etkili ortağı ve kurucu öznesi Erdoğan. Geri kalan herkes onun yetki verdiği kadarıyla bu yönetim sürecinin bir parçası. Türkiye gibi çokluklarla bezeli bir ülkeyi, her şeyin çok olduğu bir ülkeyi tek başına ve tekçiliğe dayanan bir statüko ile yönetmek çok zor. Bu bile kendi başına kriz üretir. Bu nedenle bazı siyasetçiler mevcut duruma devlet krizi diyor. Ben devlet krizi olduğunu düşünmüyorum. Bu doğrudan doğruya bir iktidar krizi. Yani modern anlamda devlet krizinin yaşanabilmesi için ortada kurumlarıyla, yargısıyla, yasamasıyla, bürokrasisiyle hükümetten bağımsız bir devlet işleyişinin olması lazım ki, yeri geldiğinde bir kriz ortaya çıkabilsin. Oysa bildiğimiz anlamda bir devlet artık yok. Bir devlet her alanda bu kadar savrulabilir mi? Bu savrulmaların kendisini politikaymış gibi sunabilir mi? Utanç verici şeyler yaşanıyor bu ülkede. Öyle basit şeyler değil. Rahip Brunson hikâyesi biraz böyle bir hikâyeydi. Uluslararası ilişkilerde böyle şeyler olur. Yani bir hamle yaparsın, karşı taraf bir hamle yapar, o hamleler devletler hukukuna, devlet olma teamüllerine uygunsa sorun olmaz ama Brunson örneğindeki gibi rehine muamelesi yapıldığı anlaşılırsa, hamleleri kaybettiğinde aynı zamanda ciddiyetini ve meşruiyetini de yitirirsin. Orada yapılan şeyle öyle tavizlere neden oldu ki, bu tavizden sonra devletin itibarı yerle bir oldu. Trump, hala canı sıkıldıkça bu mesele üzerinden propaganda yapabiliyor.
Ya da Suriye politikasında geldiğimiz konuma bak. Bugün kimi ikna edebilirler? Şaka değil, Rusya’nın uçağı düşürüldü. Efelik mi yapılacak, özür mü dilenecek, olmamış gibi mi davranılacak, ne yapacaklarını bilemediler! Eğer Putin, tabiri caizse Türkiye’nin sırtını sıvazlayıp “büyüklük bende kalsın” demeseydi bugün Suriye’de ne durumda olurduk bilemiyorum. Büyük ihtimalle kendi sınırımıza kapanmış ve orada sıkışmış olacaktık. Putin bu kozları ve zayıflıkları kullanarak Türkiye’ye S-400 satmayı başardı. Şimdi bu Türkiye’nin mi, Rusya’nın mı başarısı?
Paranın gittiği yer neresiyse oranın başarısıdır.
Rusya’nın başarısı. Ve Türkiye Rusya’dan silah aldığı için silah satan diğer ülkelerle arası biraz daha açıldı. Peki, tüm bunlar olup biterken Türkiye olarak bizim amacımız nedir? İşte burada yine hamaset siyaseti başlıyor. Türkiye’nin büyük ve güçlü olmak dışında hiçbir ideali yokmuş gibi bir siyasal söylem. Peki, itibarlı Türkiye, diplomaside becerikli Türkiye, zeki, akıllı Türkiye? Bunlar hiç mi bizim gündemimizde yer almayacak? Bütün derdimiz hamasetle şırınga edilen hormonlu büyüme mi? Üstelik bunu da başaramadığımızı görüyoruz. Bun hepimiz biliyor, şuradaki esnaf bilmiyor mu? O da biliyor. Yani sen TÜİK olarak enflasyonu yüzde 9,5 açıkladığında oradaki esnaf, o esnaftan alışveriş yapan yurttaş bilmiyor mu gerçekten enflasyonun ne olduğunu? Sen rakamlarla oynadığında bütün sorunu çözdüğünü zannediyorsun, ama işte gerçek hayatın gerçek ve can yakıcı çelişkileri var.
Benim devlet krizi dediğim şey tam da TÜİK’in yüzde 9,5 açıklaması. Rakamlarla oynanması, oynamaya başlanması. Ya da örneğin geçenlerde bir AKP’li televizyonda söylüyordu, “Biz bakanlık müsteşarlıklarını neden kaldırdık” diyordu. Bakanlıklar ya da onun yerine gelen şeyler işleyemiyor. Devlet krizi derken söylemeye çalıştığımız şeyin aynı olduğunu fark ettim çünkü. Eskiden bildiğimiz anlamıyla devlet kalmadı artık. Yeni bir şey kurulmaya çalışılıyor, ama kurulamıyor. Durmadan tedbir alınıyor. Geçen sene dolar kuru patladığında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile bir aşamadan sonra 100 bin dolarlık alışverişlere vergi getirmişlerdi. İki ay sonra bunu kaldırdılar, çünkü 99 bin dolarlık alışveriş yaptığında vergi olmayınca herkes 99 bin dolarlık alışveriş yaptı. Cumhurbaşkanı bunu kaldırırken “Parlamenter rejim olsaydı bu kadar hızlı karar alamazdık” dedi. Halbuki ilk yanlış kararı da Cumhurbaşkanlığı almıştı. Bütün bunları topladığında, çözülme sadece AKP içinde değil; yani bildiğimiz anlamda devletin yerine bir şey konulamadığı için belki de, bürokrasi hallaç pamuğu gibi atıldığı için, yukarıdan bir talimat gelmediğinde işleyecek bir ‘devlet aklı’ kalmadığı için kilitlenmiş gibi duruyor bütün mekanizma. O yüzden de dış politikada çok abuk sabuk, kolay kolay anlamlandıramadığın şeyler oluyor. Adamın biri kalkıp hamile bir kadının olduğu arabaya tekme atıyor, tutuklanmıyor. Kapıda polis karşılıyor adamı, el sıkışıyor. Ama sosyal medyada bir basınç oluşuyor ve adam tutuklanıyor. Çok fazla böyle örnek olmaya başladı, yani sosyal medyanın, yargının nabzını belirleyebildiği şeyler. Her alanda böyle bir tıkanma var sanki. Demek istediğim böyle bir şeydi.
Belki bu sürecin en önemli kazanımlarından biri şu olmuştur: Devletin görevi hızlı değil doğru karar almaktır ve bu ikisi arasında çok önemli bir fark var. Biz anladık ki hızlı karar almanın yolu da öncelikle orada devletin olması. Yani hükümetlerden, iktidarlardan bağımsız olarak devlet dediğimiz bu siyasal organizasyonun var olması. Bunun da adına bürokrasi diyoruz. Örneğin TÜİK rakamlarından bahsettik. Devlet yalan bilgi vermemekle yükümlüdür. Bunu hızlı ya da yavaş açıklamasını ayrıca tartışabiliriz, ama bilgiyi yanlış verdiğinde orada bir şahısla mı, bir şirketle mi, yoksa bir devlet kurumuyla mı muhatap olduğumuzu bilemeyiz. Türkiye’de devlet yalan, yanlış ya da sahte bilgi üretmeye başlarsa biz vatandaşlar olarak ne yapacağız? Çünkü devlet, iktidarlardan, hükümetlerden farklı bir siyasal organizasyon.
Bu krizi aşabiliyor muyuz? Hayır. Çünkü ortada iktidarı, hükümeti denetleyebilecek, onunla ilgili tasarrufa sahip herhangi bir kurum ya da mekanizma yok. Bu da AKP’nin başarılı bir biçimde bozduğu algılarımızla ilgili. Türkiye 1990’lardan sonra, özellikle 28 Şubat sürecinin de neden olduğu tahribatlardan sonra yavaş yavaş şuraya geliyordu: AKP’nin ilk dönemi böyleydi, gerçekten çoğulcu bir toplum, gerçekten çoğulcu bir demokrasi, gerçekten çoğulcu bir devlet yapılanması. Demokrasiyi artık kişilerle değil, kurumlarla, yapılarla, sistemlerle ilgili bir tartışma olarak görmek. Sen de hatırlarsın, o zamanın televizyon programlarını, o zamanki gündelik hayattaki meselelerini. AKP biraz bu rüzgârın etkisiyle ilerledi. O taleplere ne oldu? O talepler aslında bugün yeniden yavaş yavaş dile getirilmeye başlanıyor. AKP’deki parçalanmanın etkisi de var bunda. Fakat öyle bir iktidar bloğu ile karşı karşıyayız ki, iktidarı korumak için devleti ortadan kaldırmayı göze aldı. Bugün devlet dediğimiz yapı fazlasıyla şahsîleşmiş, kişiselleşmiş durumda. Bunu silahlı kuvvetlerdeki değişimi de dahil ederek düşünebiliriz. Burada orduyu övecek değilim. Ordunun Türkiye tarihinde sebep olduğu gerilemelerin hepsini biliyoruz. Ordu her ne kadar kendini ilerici bir kurum olarak göstermeye çalışsa da Türkiye’deki demokrasinin en büyük hasımlarından biriydi. Son hâlini de 15 Temmuz’da gördük. Ordunun topluma sürekli nizam verme gayreti içten içe devam eden bir şey. Peki şimdi ne oluyor? Şimdi anladığımız kadarıyla ordu adını verdiğimiz bu kurumun bütün geleneği, fikri, tarihi, kültürü ortadan kaldırılıyor. Bunu, ordu eskiden iyiydi diye söylemiyorum. Ulus devlet rejimlerinde ordu gereklidir diye söylüyorum. Bunu da dahil etmek lazım. 15 Temmuz’dan sonra yapılan TSK ile ilgili düzenlemeler, örneğin orgeneral sayısının azaltılması, sadece bir vesayet merkezi olan orduya yeniden biçim vermekle ilgili görünmüyor. Burada bir sivilleşmeden de söz edemeyiz. Orduya ait akademiler, okullar nasıl sivilleşir? Bunların sivilleşmesi ordunun sivilleşmesi mi demektir? Bunların hepsi birbirinden tuhaf meseleler. Peki gündemimizde mi bizim? Değil. Çünkü haberimiz bile yok. Çünkü bunu tartışacak bir kamuoyu yok.
Bütün bunları bir bütünlük içinde düşünmek lazım. Hızlı karar almak ile doğru karar almak arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor. Devletin olduğu yerde alınan kararların çoğu doğrudur, toplumun çıkarlarına uygundur, uygun olması gerekir. Ve bürokrasi bizi bununla ilgili bilgilendirmekle sorumludur. Bunların hepsi iç içedir. İktidar çoğu zaman devlete rağmen, bürokrasiye rağmen de siyaset yapmak zorundadır. Modern devletin kurucu dinamikleri bu güçler dengesine göre düzenlenir. Trump ya da Macron’da gördüğümüz şey bu. Bunun olmadığı ülkelerde de iktidar yapısının kendisi bir tür patrimonyal rejime dönüşür ki Türkiye’de bugün rejimin tipik tanımı ‘neo-patrimonyal otoriterlik’tir. Bütün vatandaşlar bir kişinin bütün ekonomik, siyasal, sosyal alanı düzenlemek iddiasına sahip olduğunu biliyoruz. Böyle bir şey mümkün olabilir mi? Kemalizmin fiyaskosundan ders alınmadı mı? Bu nasıl gerçekleşebilir? Bunu gerçekleştirmeye yeterli bir enerji üretilebilir mi? Bunu yapmaya değil bir insanın, bir devletin bile bilgi birikimi yeter mi? Yapılamaz. Bunun iddia edildiği her yerde, sokakta ya da sosyal medyada tepki mekanizmaları devreye girer.
Siyasal kararları etkilemek için bu tür kolektifliklere ihtiyaç var. Otomobillerin camlarına filtre çekilmenin yasaklanması üzerine gerçekleşen tepkileri hatırlıyorsun değil mi? “Reisim, Cumhurbaşkanım, bakın biz camları böyle yapmak istiyoruz. Siz yasa çıkardınız ama n’olur değiştirelim bunu” diye video yaptılar, yasa yine değişti. Eğer bu hızlı karar almaksa, aynı zamanda bildiğimiz devletin de olmadığını gösteren bir şey. Devlet bir kararı doğru olduğu için alır. Hâliyle ne oluyor? Senin dediğin gibi yargı, sosyal medyada bir tepki ortaya çıktığında çalışmaya başlıyor. Kamuoyundaki tepki yükselmesin diye hukuki mekanizmalar çalışmaya başlıyor ve bu da yepyeni mağduriyetlere ve haksızlıklara neden oluyor. Başımıza bir kötülük gelse ve biz bunu sosyal medyadan duyuramazsak yargı sistemi etkin ve gerekli bir biçimde çalışmayacak mı? Ya da sosyal medya vasıtasıyla bir kişi kolaylıkla linç edilip tutuklanacak mı, cezaya tabi tutulabilecek mi? Bu kararları kim verecek, yasalardan habersiz kalabalıklar mı? Peki, nasıl verecek?
Adaletin ölçüsü çok basittir, iktidar sahibini, gücü, yetki, karar ve söz sahibini denetleyemeyen adalet, sıradan kişiler hakkında adil bir tasarrufta bulunamaz. Kaçınılmaz olarak adaletsizlik üretir. Çünkü herkes güç merkezine yakınlığı ölçüsünde adalet kurumuyla ilişki kurmaya başlar. Somut örnekler var, örneğin Osman Kavala’nın halen cezaevinde olması ya da Gezi davası, Barış Akademisyenleri gibi daha birçok olayın siyasal olmadığı, hukuki olduğu söylenebilir mi? Rabia Naz ya da intihar ettiği söylenen Özbekistanlı Kadirova da bu duruma örnek verilebilir. Normal koşullarda olayın cereyan ettiği evin sahibi olan kişi şüpheli olarak kabul edilir ve bu, o kişinin suçlu olduğu anlamına gelmez. Hukuki prosedür onun mesleğinden, kimliğinden, kişiliğinden bağımsız bir süreç olarak sürdürülür. Peki, sosyal medya burada bir işe yarıyor mu? Hayır, herkes yargıç ve savcıya dönüşüyor ama yine de hiçbir işe yaramıyor, yaramaz. Adaletin güç merkezine göre hareket ettiğine ilişkin güçlü bir kanaat oluştuğu için sadece verilen kararlara değil, yargı kurumuna güven duyulmuyor.
Tam tersine gündeme getiren gazeteci kaçmak zorunda kaldı.
Çünkü güç merkezine yaklaştıkça etki gücün de zayıflıyor. Türkiye’de siyaset sosyal medya üzerinden mi yapılacak? Ya da hak savunuculuğu sosyal medya üzerinden mi yapılacak? Bunların bir işe yaramadığı tecrübe ediliyor. Sosyal medyadaki ya da Twitter verileri, iktidar bloğunu desteklemeyen kullanıcıların karşılaştıkları akış algoritması gerçek hayatla birebir örtüşüyor olsaydı, bugün herhalde AKP’nin oyu yüzde 8, MHP’nin oyu da yüzde 0,5 oranında olurdu ama gerçek hayat orada dönmüyor. Tam da işte bu politikaları yeniden tesis etmek, orası üzerinden yeniden sosyal muhalefeti güçlendirmek, cesaretlendirmek, söz söyleyebilen özneler olarak mevzuya dahil olmak çok daha önemli hâle geliyor.
İçinde bulunduğumuz bu siyasal durumu analiz ederken mağduriyetlerle ilgili yaptığın yorumda çok özel olarak yoğunlaştığın bir alan olduğu için göçmenlerle ilgili bir şey soracağım. Çünkü onların sosyal medyadan kendini ifade etme yeteneği de fazla yok. Dil problemi var bir kere. En son Adana’da bir taciz vakasının sorumlusu Suriyeliler diye büyük bir pogrom girişimi oldu. Bunu yapanların Suriyeli olmadığını Vali çok kısa bir sürede açıkladı. Bu zaten bunun çok kasıtlı bir linç girişimi olduğunu gösteriyor. Kim bilir nasıl örgütleniyor onlar orada, ama çok belli ki odaklar var Suriyelileri hedef tahtasına koyan. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz siyasî iklimde hükümetin Suriye politikasında da anlattığın her şey buraya da uyuyor. Tam bir politika olduğu söylenemez elimizin altında. Fakat bir de İstanbul Valiliği’nin kayıt dışı göçmenler diye kategorize ettiği büyük kitleyi 30 Ekim’den sonra bloklar hâlinde sınırdışı etmeye ilişkin kararı, artı göçmenlerle dayanışmak için Türkiye’deki “ilerici” ve “demokrat” muhalefetin hemen hemen hiçbir şey yapmıyor olması; bunu bir bütün olarak değerlendirebilir misin?
Suriyeliler, sığınmacılar meselesini konuşmaya nereden başlamak lazım? Önce genel durumu ortaya çıkaralım. Türkiye, kendi komşusunun iç işlerine karışmanın, daha doğrusu bu şekilde karışmasının, barışçı olmayan yollara başvurmasının, hem oradaki sivillerin haklarını gözeten hem de zalim hükümete parmak sallamayan bir diplomasi becerisi gösterememesinin ne tür sonuçları olacağını öğrendi. Kemalizm’in diplomatik becerisinin işe yaradığını biliyoruz, en azından dış politikasında bir politika vardı. Beğeniriz, beğenmeyiz ama bir politikası vardı ve o politika Türkiye’yi önemli ölçüde koruyan bir politikaydı. Bunun çekiçle parçalanmasının beraberinde neler getirdiğini, nelerle karşılaşmak zorunda kaldığımızı hepimiz gördük. Meselenin ilk bölümü bu.
İkincisi, Türkiye’de bugün toplam 5,5 – 6 milyon sığınmacı var. Bunun da yaklaşık 4 milyonu Suriyeli. Sadece Suriyeliler yok Türkiye’de, Afganlar, Özbekler, Türkmenistanlılar, Iraklılar, İranlılar, Afrika’daki birçok ülkeden gelen göçmenler, mülteciler var. Burası bir göçmen ülkesi. Hep öyleydi, ama böyle bir yoğunlukta değildi. Şimdi artık böyle bir yoğunlukta. Dolayısıyla Türkiye Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Çerkezlerin, Ermenilerin vs. ülkesi olduğu kadar göçmenlerin de ülkesi ve bu kötü bir şey değil. Utanılacak ya da hayıflanacak bir şey de değil. Bu, iyi bir şey. Bir ülkenin göçmenlerin ülkesi olması o ülkeye faydadan başka bir şey getirmez. Peki, nasıl oluyor da bu durum bizde bir krize ve korkuya neden oluyor?
Bunun bizim tarihimizde ilgili çok uzun bir hikâyesi var. Birinci boyutu bu. Sen Suriye’ye böyle nobranca müdahale etmeye kalkarsan bu tür sorunlarla karşılaşırsın. Bizim sınır politikamızdaki politikasızlık oradaki çatışmadan zarar gören insanların Türkiye’ye girmesine neden olduğu gibi, diğer taraftan bir güvenlik sorununu içeriyor. Biz bugün Türkiye’de göçmen olarak bulunan kişilerin bir kısmının kim olduğunu bilmiyoruz. Buradalar, bizimle beraber yaşıyorlar, ama gerçekte kimler? Hatta biraz daha komplo teorisi yapalım, devlet ya da devletler bu kişilerle ne tür bir ilişki içinde? Bunları da bilmiyoruz. Başka devletlerle ne tür ilişkiler içindeler, bilmiyoruz. Bazı örgütlerin üyesi olarak mı buradalar, burada hücreleri var mı? Belirli örgütlerle bağlantıları var mı? Hiçbiriyle ilgili bilgimiz yok, korkarım devletin de yok. Ancak bu durum göçmenlerin haklarını ortadan kaldıracak bir biçimde değerlendirilmemeli. Onlar da artık Türkiye toplumunun bir parçası ve diğer bileşenlerin çoğu gibi eşitsiz bir parçası.
Üçüncüsü, göçmenlerin kabulü bir süreçtir. Bir ülkeye göçmenler bir oryantasyon süreciyle girer. Kamyondan kum döker gibi insanları bir ülkeye dökersen oradaki sosyal dokuya saldırmış olursun. Türkiye gibi zaten kırılgan olan toplumsal bağları ise iyice kırılganlaştırırsın ve o sosyal doku parçalanır. Böyle bir göç ve göçmen politikası ve mülteci kabulü yapılamaz. Avrupa’daki göçmen ve mülteci kabullerine ilişkin düzenlemelerin nedeni de bu, çeşitli politikalar geliştirip göçmenlerin mesleklerini icra etmelerinin yollarını arıyor ve mültecileri o toplumda rahatlıkla yaşayabilir hale getirmeye çalışıyorlar. Diğer türlü yapıldığında göçmenler ve mültecilerle ilgili devletin yükümlülüğü olan kamusal sorumluluk toplumun üstüne yüklenmiş olur. Kabul etmek gerekir ki, biz, Türkiye toplumu bu sınavdan bütün olumsuz örneklere rağmen epey başarılı geçiyoruz. Milyonlarca insan bu toplumda kendine öyle veya böyle barınabilecek, yaşayabilecek alanlar bulabildi. Çok eşitsiz koşullarda ve sıklıkla ayrımcılığa uğrayarak da olsa bir biçimde var olmayı başardılar. Bu aslında Türkiye’nin, göç ülkesi olmasıyla çok yakından ilişkili ve bu konuda Türkiye toplumuna hakkını vermek lazım.
Peki, hükümet bu konuda herhangi bir övgüyü hak ediyor mu? Hükümet kendi sorumluluğunu, sıradan vatandaşların üzerine yükledi ve aradan geçen zaman nedeniyle sorunların üstü kapatılamaz hale gelip insanlar itiraz etmeye başladığında “neden itiraz ediyorsunuz” dedi. Ederler. Neden? Birinci nedeni şu, insanlar yaşadıkları olumsuzlukların sorumlusu olarak zayıf olana saldırıyor. Burada en zayıf olanlar mülteciler. Kiralar yükseldi. Niye? Göçmenler yüzünden. Emek ücretlerimiz düştü. Niye? Göçmenler yüzünden. İşsiz kaldım. Neden? Göçmenler yüzünden. Sokakta artık eskisi kadar güvenli yürüyemiyoruz. Neden? Göçmenler yüzünden. Fobi değil bunlar, nedensiz korkular değil, ırkçılığa aptalca gerekçeler de değil. Gerçekten kiralar yükseliyor, işsizlik artıyor, ücretler düşüyor. Bunu Adana’da da, Antep’te de sahada gördük. Peki, bunun sorumlusu kim? Bundan dolayı kiminle mücadele edilecek, kiminle pazarlık yapılacak? Kime “bu sorunu çöz kardeşim” diyeceğiz? “Bak kiralar yükseldi, git, ev sahipleriyle konuş, bunu sen çözeceksin.” Yerel yönetimlere yetki verin üst taban belirlesin. Aynı şekilde işyerleri de öyle. Maliye Bakanlığı durmasın, denetlesin, işçiler keyfi biçimde ücretlendiriliyorsa müdahale etsin, eğer o denetlemiyorsa kim denetleyecek? Peki, bu insanların, mültecilerin çalışma hakkı yok mu? Barınma hakkı yok mu, var. Sen neden bunun çalışma hakkını tanımıyorsun, dört milyon Suriyeli var, çalışma izni olanların sayısı 25 bin, çalışan nüfus 2 milyon. Yani “muhatap kim” sorusu çok önemli burada. Göçmenler değil. Göçmenlerin varlığı ne kiraların yükselmesine neden oluyor, ne de ücretlerin azalmasına neden oluyor. Bunu yapanlar ev sahipleri ve sermaye sahipleri ve onlarla işbirliğine zarar gelmesini istemeyen siyasal erk. Senin itirazın hükümete değil, devlete değil, ev sahiplerine ve sermayeye değil, göçmenlere! Göçmen ne yapsın? O da fırsatını bulsa Avrupa’ya gidecek zaten. O da kendini buraya sıkışmış hissediyor.
Sanki hiç bu sorunlar yokmuş gibi bütün meseleyi kayıt dışı göçmenlere yüklemek çok haksız ve kolaycı bir tutum. Valilik İstanbul’a kayıtlı olmayan, başka illerde olan Suriyelileri İstanbul’dan çıkarıp kayıtlı olduğu illere gönderecek. Bu bir kere seyahat özgürlüğü hakkının ihlali, yani evrensel bir hakkın ihlali var burada. Tamam, mülteci statüsü verilmese de, diyelim ki zımnen mülteci kabul ettin bu kişileri ve egemen bir devlet olarak böyle bir yetkin oluştu ve bunu kullanmak istiyorsun. Peki, bu insanların tekrar İstanbul’a gelmesinin önüne nasıl geçeceksin? Bununla ilgili bir fikir, politika var mı? Çünkü bu insanlar İstanbul’a gezmeye gelmiyorlar. Aileleri burada olduğu için geliyorlar, çalışmak için geliyorlar, buradaki sosyal ağlarla irtibat kurmak için geliyorlar, buradan başka bir ülkeye geçmek için geliyorlar ve bizim bilmediğimiz birçok farklı nedenden dolayı geliyorlar. Diyelim ki kaydı Antep’te olan bir Suriyeli “Canım sıkıldı, İstanbul’a gideyim de bir boğaz havası alayım” diye gelmiyor ki buraya. Hayatta kalma, geçinme, yaşama stratejisinin bir parçası olarak bu yer değiştirmeyi gerçekleştiriyor. 30 Ekim’de topladık hepsini, aldık illere gönderdik, dağıttık. Sonra ne olacak? Yani 1 Kasım’da onların İstanbul’a gelmek için tekrar hareket etmeyeceğinin garantisi ne? İstanbul girişlerine vize bariyerleri mi kuracağız? İstanbul’a giriş çıkış yapanların kaydını mı tutacağız? Türkiye böyle mi yönetilecek? Bunların hiçbirinin cevabı yok. Toplayıp atacağız insanları…
Bu durum geri göndermeler için de geçerli. Suriyelileri toplayıp Suriye’ye geri göndereceğim dediğinde giden üç kişi 15 kişi olarak geri gelecek muhtemelen. Dünyanın her yerinde, Amerika da dahil, istediğin kadar duvar ör, eğer göçmenler o sınırı geçmeye ahdettilerse o sınırı geçerler. Yıllardır Afganları toplayıp toplayıp Afganistan’a geri gönderiyoruz. Afganlar üç kişi gidiyorlar, aylarca yeniden yürüyerek bu kez 10 kişi olarak yeniden Türkiye’ye geliyorlar. Göç politikası geri göndermelerle, duvarlar inşa ederek olmaz. Bunu öncelikle anlamak lazım. Göç politikasının temelinde uyum, bir arada yaşama, az evvel bahsettiğimiz o çokluğun bereketine yaslanmak var. Bunu yadsıyarak, burası sanki kapalı cezaeviymiş gibi davranamazsın. Burası insanların bir arada yaşadığı güzel bir ülke, öyle de olmaya devam edecek. Göçmenlerle birlikte daha da güzel olacak. Bunun politikasını inşa etmek, bunun yollarını aramak gerekir. Dolayısıyla Suriyelileri geri gönderdiğinde onlar daha kalabalık olarak geri gelecekler.
Bir de şöyle bir şey var: 11 yaşında buraya geldiğini düşün, şimdi 20 yaşındasın. Seni buradan aldık ve Suriye’ye geri gönderdik. Ne yapacaksın orada? Yani buradaki sorunu gerçekten kimse göremiyor mu? Onlar artık burada ve bu kötü bir şey değil, güzel bir şey. Kötü gibi algılanmasının nedeni bu konudaki politik yetersizliklerimiz, zayıflıklarımız. Güçlü ve etkili bir politika uygulansa burası göçmenlerle birlikte bereketlenen bir ülke olur. Zor şeyler değil. Bunu Avrupa’dan daha iyi başarabiliriz bence. Bizim dinamiklerimiz buna çok daha uygun. Peki, neden durduk yere böyle bir geri gönderme söylentisi ortaya çıkıyor? Yani her şey normal akışındayken ne oldu da birden bürokratlar böyle açıklamalar yapmaya başladı? Bunun yerel seçim sonuçlarıyla bir ilgisi var mı? Türkiye’de seçmen gruplarının hepsi, HDP dahil, Suriyeliler konusunda ağırlıklı olarak “gitsinler” söylemine yaslanmış vaziyette. AKP’liler de, CHP’liler de, İYİ Partililer de, HDP’liler de, MHP’liler de. Oranları birbirine çok yakın: HDP yüzde 80, AKP yüzde 65, CHP yüzde 88, MHP yüzde 70 “Suriyeliler gitsin” diyor. Bunu doğrudan agresif bir dille söyleyen de var, “bunu daha medenî ölçülerle yapalım” diyen de var, ama ortaklaştıkları şey “gitsinler”.
Bu “gitsinler” dilinin bu kadar güçlü olması ve bunun bir cevapmış, açıklamaymış ve çözümmüş gibi sunulması… Oysa bu ne bir açıklama ne de bir çözüm. Bu bir temenni. Temennilerle sosyal politika olmaz. Suriyelilerin gitmesini istiyorsanız Suriye ile öyle kalıcı, etkili ve sağlam ilişkiler kuracaksınız ki insanlar Suriye ve Türkiye arasında çok rahat hareket edecekler, güçlü sosyal, siyasal, ekonomik bağlar oluşturacaklar, istediği zaman Suriye’ye gidecek, istediği zaman Türkiye’ye gelecek. Böyle olduğunda belki de Türkiyeliler de Suriye’ye yerleşebilir ve buradakilerin de bir kısmı gidebilir. Ama jandarma dipçiği, polis copuyla bunları trenlere bindirip Suriye’ye göndereceğim diyorsan, o tarihte bir kere olur. İki kere olmaz. O tren Suriye’ye varmaz, varamaz. O kadar kolay değil, gerçek insanlardan söz ediyoruz.
Peki neden böyle bir politika uygulanıyor? Bunu bilmiyorum. Aklıma gelen, konuyla yakından ilgilenen arkadaşlarımdan dinlediğim ve muhtemel üç görüş ya da birbiriyle iç içe giren üç nedeni var: Avrupa Birliği’nin bizim Kıbrıs’ta gaz arama faaliyetlerine katılmamızı engellemek için yaptırım uygulamasına Türkiye hükümetinin cevabı bu. Zımnen diyor ki, “Sen benim gaz aramama itiraz edip bana yaptırım mı uyguluyorsun? Ben de göçmenlere böyle bir politika uyguluyorum. Bakalım bu göçmenler ne yapacak? Suriye’ye mi gidecekler yoksa Avrupa’ya mı yönelecekler, hodri meydan!”
İkincisi, hükümette gözle görülen ciddi bir kriz, çatlama, parçalanma hâli var. Gözle görülemeyen ve dedikodu olarak duyulan şeyler ise hükümetin içindeki bir kanadın, iktidar bloğu içerisindeki konumunu güçlendirmek için Suriyeliler üzerine böyle bir proje geliştirdiği. Yani Suriyelileri geri göndermek üzerinden bir hamle yaparak Erdoğan’a gücünü ve etkisini hissettirmek için kamuoyu desteği arayışı için bir hamle olabilir.
Üçüncüsü ise hükümet bu hamleyle kendi tabanına sesleniyor. Kendi tabanına şunu söylüyor, “Suriyelilerle ilgili senin mutsuzluğunun farkındayım, ben de bununla ilgili üzerime düşeni yapıp hepsine sopa gösteriyorum.” Binali Yıldırım’ın “kulaklarından tutar atarız” söylemindeki hamiyetsizlik de biraz böyle bir şey. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne Başbakanlık yapmış birisinin, böyle bir sosyal sorunla ilgili çözüm önerisi bu olabilir mi? Bu insanlar neden buradalar, siz çağırmadınız mı? Misafir olarak çağırdın, kardeşimiz dedin çağırdın, şimdi “defolun gidin” mi diyorsun? Birikim’e yazdığım bir yazı vardı, başlığı şuydu, “Gel dediler geldim, git dediler kaldım.” Yani “gel” dediğinde geldiler, çünkü sığınmaları lazımdı. “Git” dediğinde nereye gitsinler? Suriye meselesiyle ilgili, şunu unutmamak lazım, bizim bildiğimiz Suriye yok artık. Bunu çok sık unutuyoruz. Bu insanlar gitsinler dediğimizde nereye gitsinler diyoruz biz? Şunu da unutmamak lazım, Esad yönetimi iç savaş sürecinde gitmiş olan bu insanları nasıl karşılayacak? Büyük olasılıkla otoriter, müstebit ve cebre dayanan devlet aklıyla hareket edecek onlara vatan haini, terörist, işbirlikçi diyecek, demese bile kara kaplı deftere isimlerini işleyecektir. Ve bu insanlar, kısa vadede olmasa bile gerçekten tehlike ve tehdit altında bir hayat yaşamak zorunda kalacaklardır.
Buradaki Suriyelilere “savaşmadılar, kaçtılar” deniliyor. Esad açısından bu on beş kere böyle olacak.
Evet. Gelelim diğer meseleye, Türkiye solunun bu meseleyle ilgili sınavına. Bir gazetebenimle bir söyleşi yaptı. O söyleşide Suriyelilerle ilgili on beş dakika Türkiye solunun mültecilerle ilgili ikircikli tutumuna ilişkin kırk beş dakika dert yandım. Söyleşiyi yapan arkadaşa, asıl konuşmak istediğim meselenin sol meselesi olduğunu, solun bu meseledeki tutumu olduğunu ifade ettim. Söyleşi yayınlandığında gördüm ki, ilk on beş dakika var geri kalan kırk beş dakika yok. Canım sıkıldı, çünkü bu konuyla ilgili hesaplaşmaya bile yanaşmayan bir tutum bu. Oysa bu konuyu önce solun konuşması, sahiplenmesi gerekir. Bu göçmenler, mülteciler meselesi sadece İslamcıların meselesi mi? Sanki bir tek onların problemiymiş gibi görünüyor, sol ise uzaktan, kenardan, binanın köşesine yaslanmış da oradan olup biteni izliyor gibi davranıyor. Bu, senin meselen. “Dünyanın bütün işçileri, birleşin!” diyen Marx’ın kitaplarını okuyup, enternasyonal gibi ciddi kavramlarla analiz yapmak yetmez, bu politik tavrı icat ve inşa etmen, göstermen, enternasyonal olman gereken bir an geliyor ve sen neredeyse Kemalizm’in “pis Arap” imgesine yaklaşıp, ortaya çıkan sorunlarla ilgili “yiyin birbirinizi” diyorsun.
Diyemezsin! Seninle politik olarak bambaşka yerde olsa da, kimliği, dili, geleneği bakımından seninle tamamen ayrışmış olsa da, sol siyasetin içerisinde yer aldığını iddia ettiğin sürece onların haklarının yanında durmak zorundasın. Mesela devlet kadına “sen böyle giyineceksin” diyorsa sen sol siyasetin içerisinde yer aldığın için devlete “sen kadınlara bunu diyemezsin” demelisin. Bunu demek nasıl başörtüsü takmak anlamına gelmiyorsa, İslamcı, şeriatçı, tarikatçı olmak anlamına gelmiyorsa, göçmenin yanında durmak da o göçmenlerin bütün hayatını, değerlerini benimsemek anlamına gelmiyor. Suriyeliler de bu ülkede en az Türkiyeliler kadar eşit ve onurlu şekilde yaşama hakkına sahiptir. Bunu demediğin zaman senin yaptığın siyasetin sol ile ne alakası var?
İkincisi, tamam, gördün, benimsedin, anladın, yanında durdun, dayanışma gösterdin. Peki, politikan ne? Siyasetçi değilim, politika geliştirip onu savunmakla ilgilenmem, geliştirilen ya da uygulanan politikaları eleştiririm. Ama sol siyaset yapan bütün yapıların, partilerin göçmenlerle ve mültecilerle ilgili etkili, kalıcı ve sürdürülebilir bir politika geliştirme sorumluluğu var. Sen bu ülkede yaşayan 5,5 – 6 milyon göçmen için devletten ne talep ediyorsun? Gerçekten bir tane elle tutulur gerçekçi talebin ve politikan var mı? Görebildiğim kadarıyla sol bu konuyu duymazdan, görmezden gelme eğiliminde. Konuşmak zorunda kaldığında da mevzuyu Suriye hükümetiyle ilişkiler bağlamına getirip şimdi, bugün, buradaki göçmenleri konu dışına çıkarıp, sorunu soyutlamaya çalışıyor. Suriye hükümeti, Esad ile ilişkilerimiz, bu minvalde konuşmak… bunlar politika değil. Ortalama herkesin yapabileceği analizler. Oy sol göçmenler ve mülteciler meselesine ısrarla bakmıyor. Benzer biçimde CHP’nin tavrı da bu. Ne zaman bu konu gündeme gelse, “Esad ile masaya oturmak lazım, Esad ile masaya oturuyor musunuz, oturmuyor musunuz, bunun kararını verin” gibi şeyler diyorlar, ama bu ülkedeki milyonlarca insan ile ilgilenmiyorlar. Bunların barınmasıyla, çalışmasıyla, eğitimiyle, sağlığıyla ilgili ne diyorsun? Senin cümlen ne? Bu insanlar hangi vasıfla, hangi statüyle bu ülkede yaşamaya devam edecek? Vatandaşlık meselesi ne olacak? Mültecilik statüsü ve benzeri konularla ilgili ne diyorsun? Bunlarla ilgili bir politikan var mı? Yok. Tıpkı Kürt meselesinde olduğu gibi bu meselede de sol kendi pozisyonunu olabildiğince dışarı çıkararak, bunu devletle mülteciler arasında bir meseleye indirgeyerek çözmeye çalışıyor. Böyle olmaz. Solun, tam aksine, bu meselenin göbeğinde yer alması gerekir, siyasetini ve değerlerini buradan hareketle kitleselleştirmesi gerekir. Yoksa Suriyelileri hükümetin inisiyatifine terk etmiş olurlar, hükümet de onları yeri geldiğinde kulağından tutup atar, yeri gelir sırtını sıvazlar. Bu ikircikli tutum nedeniyle mültecileri ırkçıların, faşistlerin, bütün bu ayrımcılık pratiklerini bir maharetmiş gibi uygulayan insanların insafına terk etmiş olurlar. Bir mahallede insanlar Suriyeli bir aileyi linç ettiklerinde eğer solcular o aileyi korumak için o mahallede toplanamıyorsa Türkiye’de sol yok demektir. Sol biraz da budur, komşunu, ezileni korumaktır. Onun evini barkını korumaktır, çoluğunu çocuğunu korumaktır. Yoksa hepimiz biliyoruz, Türkiye’de eline Türk bayrağı alıp toplaştıktan sonra linç edemeyeceğin, hatta öldüremeyeceğin kimse yok. Ne Türkiye’de yaşayan insanlar kötü, barbar, zalim insanlar, ne de zannedildiği gibi merhametli, iyi yürekli, güzel insanlar. İkisi de var. İyiliği çoğaltıp kötülüğü azaltmak siyasî mücadelenin bir parçasıdır, bunu hatırlamakta fayda var