Jazz and Justice: Racism and the Political Economy of the Music (Caz ve Adalet: Irkçılık ve Müziğin Ekonomi Politiği) kitabının yazarı, tarihçi Gerald Horne’a göre 20. yüzyıl başlarındaki caz müzisyenlerinin “ortak kaderi”, ırkçı ve sarhoş “hayranlar”dan gelen şiddetli saldırılardan kaçmak, uyuşturucu satıcısı patronlardan gelen baskılara direnmek ve berbat kulüplerde saatlerce duman solumaktı. İnternette Truthout dergisiyle yapılan bu söyleşide Horne, cazın gelişiminde ırkçılığın rolünü; cazın yerel ve uluslararası algılanışı arasındaki uçurumu; yaratıcılık, doğaçlama ve teknik ustalığın sanatçılar açısından neden hayatta kalmanın araçları olduğunu anlatıyor.
Anton Woronczuk: Yirminci yüzyılda ABD’de bir caz müzisyeni olmaktan daha tehlikeli bir meslek tahayyül edebiliyor musunuz?
Gerald Horne: Kuşkusuz, 20. yüzyılın ilk yıllarında bir “caz” müzisyeni olmak sanat dünyasındaki muhtemelen en tehlikeli meslekti ve kömür madenciliğiyle birlikte tüm işler arasında en tehlikelilerindendi. Nemli ve küflü kulüplerde sigara dumanı solumak, alkolle ve birbirlerine benzeyen ilkesiz kulüp ve plak şirketi patronlarının kontrolündeki başka maddelerle sarmalanmış olmak, ırkçı “hayranlar” tarafından şiddetli saldırılara uğramak… Tüm bunlar ve daha kötüleri bu sanatçıların ortak kaderinin bir parçasıydı.
Caz ve Adalet, cazın tarihine bakarken müzisyenleri işçi olarak algılıyor. Bu yaklaşım, bu sanat formunun üretimi ve bunu üretenlerin deneyimi açısından neyi ortaya çıkarıyor?
Müzisyenleri sömürülen işçiler ve baskı altında taşeronlar olarak görmek bence, çoğunlukla her ikisi de materyalist analiz bataklığından dışlanan, genel olarak üretim tarzı ve üretici güçler ile bağlantısı koparılan, çok sübjektif biçimde “kendinde bir şey” olarak analiz edilen sanat formunun ve genel olarak sanatın daha iyi bir şekilde kavranışına katkıda bulunuyor. Belki bu sanatçılar tarafından üretilen ve dikkatsiz olanları kolaylıkla bu süreç hakkında “başka dünyalara ait” bir şey olduğunu düşünmeye cezbedecek meleğimsi ve ahenkli sesler dikkate alındığında bu sübjektivite anlaşılabilirdir. Bu hem doğru hem de yanlış.
Bir açıdan, cazdaki yaratıcılık ve doğaçlama müzikal gelişimin araçları olarak görünüyor, ancak kitabınızın bakış açısından bu yenilikçi pratikler aynı zamanda siyah müzisyenlerin kendilerini beyaz üstünlüğüne karşı korumasının yöntemiydi.
Doğru. Örneğin 1940’larda yükselen ve Charlie “Bird” Parker, Dizzy Gillespie, Max Roach gibi müzisyenlerin parlak yaratıcılığı ile ilişkilendirilen be-bop’ı ele alalım. Kitapta anlattığım gibi, bu derin müzikal dönüşün motor gücü maddî güçlerdi. Birincisi, yarattıkları müzik sürekli taklit edildiği ve bu yüzden gelirleri azaldığı için, müzisyenler soluk taklitçilerinin taklit etmekte zorlanacağı bir müzikal form arıyordu. İkincisi, müziğin yüreği olan Manhattan’daki yerel yönetim ve politikacılar ırklar arası heteroseksüel dansa itiraz ediyordu ve bu nedenle müzik bir “dans” müziğinden “dinleme” müziğine dönüştü. Bence bir önceki on yılda piyanodaki belirli müzikal riffler, sanatçıların sahneye çıkmaya zorlandığı çete kontrollü kulüplerde hiç de seyrek rastlanan bir ses olmayan, silah atışlarındaki “rat-tat-tat” sesinden geliyordu.
Sovyetler Birliği ile olan jeopolitik rekabet ABD’deki siyah caz sanatçılarının deneyimini nasıl şekillendirdi?
özellikle Afrika’da 1945 sonrasında ulusal kurtuluş hareketlerinin kabarmasıyla ABD emperyalizmi kendisini II. Dünya Savaşı’ndaki eski müttefiki Moskova ile çetin bir rekabet içinde buldu. Bu bakımdan Washington, bu sömürgesizleşen dünyada “kalpleri ve zihinleri” kazanmak için daha iyi rekabet edebilmek amacıyla, ırkçı Jim Crow Yasaları’nın[1] en aşırı ırkçı yönlerinden istemeye istemeye de olsa vazgeçmeyi akla yakın buldu. Bu, ABD otoritelerinin sözüm ona “demokrasinin” ABD versiyonunun özünde bulunan sözüm ona “özgürlüğü” temsil eden bir müzikle “caz” müzisyenlerini yurtdışında finanse etmelerine yol açtı. Bazı müzisyenlerin cüzdanları şişkinleşti, zaten “küresel” olan bir müzik daha da yaygınlaştı ve bazı Amerikalılar çoğu siyah olan bu müzisyenlerin, kamu okullarındaki ayrımcılığı kaldırmaya çalıştıklarında kızgın çeteler tarafından saldırıya uğrayan okul çocukları değil de, Amerika’nın sembolleri olduğuna ikna olmaya başladı.
Siyah müzisyenlerin çalışma koşulları Jim Crow Yasaları’nın kaldırılması sonrasında nasıl değişti?
Jim Crow geriledikçe, müzisyenler daha da yükseldi. Vicdansız patronlarla berbat sözleşmeler yapmaktan kaçınabilme ve sanatsal becerileri arttıkça servetten pay isteme konusunda daha avantajlı hâle geldiler.
Neden cazın uluslararası düzeyde algılanışı yerel düzeydeki algılanışından, özellikle ABD’deki beyaz dinleyicilerinkinden çok şekilde farklıydı?
Bu soruyu cevaplamak ilk bakışta göründüğünden daha zor. Önceki çalışmamda, üzerinde konsensüs sağlanmış olan görüşün aksine, ABD’nin 1776’daki kuruluşunun özellikle Londra’da büyümekte olan kölelik karşıtı mantıktan paçayı kurtarmak için duyulan arzudan kaynaklandığını savundum. Bu yolla, kölecilik ve onun tamamlayıcısı olan histerikçe abartılmış “anti-zenci hassasiyeti” bağımsız cumhuriyet döneminde palazlandı ve İç Savaş’tan sonra bile ortadan pek kaldırılamadı. Kopengah’da Dexter Gordon, Viyana’da Art Farmer, Fas’ta Randy Weston, Nijerya’da Yusef Lateef, Paris’te Miles Davis, Tokyo’da Ron Carter; bu isimlerin hepsi anavatanlarında yüzleşmek zorunda kaldıklarıyla karşılaştırıldığında hep daha açık fikirli dinleyiciler ve ayrıca sanatlarına karşı daha fazla saygı buldular. ABD’nin karmaşık tarihi bu küresel trendlerin orada ortaya çıkmasını daha zor bir hâle getirdi.
Kitabınızın girişinde cazı tanımlamanın zorluğundan ve müzisyenlerin de bu tanımlamayı yapmaya karşı direnişinden söz ediyorsunuz. Caz ve Adalet’i yazdıktan sonra bu tanımlamayı yapmaya çalışmak ister misiniz?
Bazı müzisyenler tam da “caz” terimine itiraz ediyor, o yüzden kitapta sıklıkla bu terimi bir sürü alıntı işaretinin muhafızlığı eşliğinde kullanıyorum. Kelimenin etimolojisi büyük ihtimalle randevuevlerinin biçimsiz doğasından ve kötü şöhrete sahip başka bölgelerden ortaya çıkıyor ve bu kadar yüksek bir sanatın bu kadar itibarsız kökleri olmasına gücenenler var. Muhtemelen Mississippi Nehri havzasında (New Orleans, Memphis, St. Louis), 19. yüzyıl sonlarında doğmuş olan bu müziğin kendi tanımı için okurlara kitabımı ve dayandığım kaynakları işaret edeceğim.
Çeviren Can Irmak Özinanır
[1] Jim Crow Yasaları ABD’nin güney eyaletlerinde 1877-1964 arası uygulanmış olan ve ırk ayrımcılığını hukukî bir temelde tanımlayan kanunlardır. Yasalar siyahların otobüste beyazlarla aynı yere oturamaması, siyahlarla beyazların evlenememesi, aynı kiliselere, okullara, otellere, kulüplere, tiyatrolara, sinemalara gidememeleri gibi uygulamaları kapsıyordu. “Jim Crow” ismi, Thomas Rice isimli İngiliz bir komedyenin bir tiyatro oyununda siyahları aşağılamak için yarattığı bir karakterden geliyordu.