Abdullah Öcalan’ın önce kardeşi, sonra avukatlarıyla görüşmesine izin verilmesi, yazdığı mektubun yayınlanması, açlık grevlerine son verilmesi, bazı çevrelerde umut doğururken, bazı çevrelerce basit bir seçim hilesi olarak yorumlandı. Bu adımların ne anlama gelebileceğini Altüst için Şenol Karakaş, Barış Vakfı’nın yöneticisi Hakan Tahmaz ile konuştu.
Şenol Karakaş: Uzun bir aradan sonra önce kardeşinin, sonra avukatlarının Abdullah Öcalan ile görüşmesi nasıl bir sürecin ürünüdür ve devlet açısından nasıl değişikliklerin habercisidir?
Hakan Tahmaz: Çözüm Süreci’nin tamamen bitirilmesiyle birlikte, devletin hemen hemen tüm toplumsal ve siyasal sorunlara güvenlik eksenli bir yaklaşımı söz konusu oldu, çözüm arayışlarının yerini güvenlik politikaları aldı. Bunu devletin bekasının bunu gerektirdiğini düşündüler. Sorunların halledilmesini güvenlik politikalarını sertleştirmekte, kapsamını genişletmekte gördüler. Ancak üç yılın sonunda, özellikle Suriye konusunda bu politikaları sürdürmenin zor olduğu ortaya çıktı. Yeni geliştirdiği her güvenlik politikası Türkiye’yi sıkıntıya sokan, sıkıştıran bir siyasal sonuç üretiyor. Özellikle Kobane’de izlenen siyaset, Afrin’e yönelik operasyonlar ve Suriye-İran eksenli diğer operasyonlar nedeniyle Türkiye sıkıştı, gittikçe yalnızlaştı.
Suriye artık yeni bir sürece, yeni bir anayasa yapma sürecine geçmek istiyor. Burada eli zayıflayan bir Türkiye’nin masada ne kadar tutunabileceği belli değil. Türkiye bu sıkışıklığı aşacak yollar arıyor, yeni arayışlara yöneliyor. Bu arayışın sadece Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle ilgili olduğu kanaatinde değilim. Dış güçlerin de bunda etkisi var. Türkiye’yi politika değişikliğine zorluyorlar. Çünkü Türkiye’nin dışında bölgesel güçlerden, küresel güçlerden hiçbiri Türkiye’nin politikaları ile sıcak bir ilişki kuramıyor. Rusya ve İran ile üçlü bir ittifak varsa da, bunların yaklaşımında da farklılıklar var. Son tahlilde Türkiye’nin Kürtlerin bütününün çıkarlarını gözetmesi gerektiğini söyleyen noktadalar. Burada bir akıl, devlet aklı, olanları değerlendirdi. Öcalan’ın kapısının bu nedenle tekrar çalındığını düşünüyorum.
Yani şöyle diyorsun: Şimdi yapılmaya çalışılan makas değişikliği, esasen Türkiye’nin iç politik sorunlarıyla ilgili değil. Bu değişikliği asıl belirleyen Türkiye’nin Suriye’deki sıkışmışlığı ve buna ilişkin bir çıkış yolu.
Çözüm Süreci’nde Öcalan’ın temel tezi şuydu; Türkiye Kürt meselesinde ilerleme sağlarsa, karışan Ortadoğu’da ve Suriye’de hem Türkiye’nin hem Kürtlerin eli güçlenir. Çözüm Süreci’ni bitirenler ise bunun böyle olmayacağını, önce Suriye meselesinin halledilmesi gerektiğini savunanlar oldu. PKK de bunlardan biriydi. Türkiye “Biz buradan böyle yürüyemeyiz, önce Suriye meselesini devre dışı bırakalım, orada güçlü bir konuma sahip olalım, sonra içeriye bakarız” dedi.
Türkiye’nin bölgesel olarak elini rahatlatabilecek bir bakışa sahip olduğu için, şimdi Öcalan’ın yeniden kapısı çalındı. Nitekim Öcalan bu temel tezini şimdi terse çevirdi. Dedi ki, “Suriye’de bir çözüm yolu bulalım, ama bu Türkiye’nin de bölgenin de kendi hassasiyetlerini gözeten, sosyal, siyasal gerçekliğine denk düşen bir çözüm olsun.” Türkiye aynı zamanda, Öcalan’ın söyleyeceği sözün PYD, Suriye Kürtleri ve Türkiye Kürtleri üzerindeki etki gücünü de test etmeye çalışıyor. Bunun dışındaki diğer konular, iç gerilim, açlık grevi gibi sorunlar işin tali yanları.
Türkiye konuya açlık grevinde sıkıştığı için iki, üç görüşmeye izin vermek olarak bakmıyor. Eskisi gibi bir Çözüm Süreci hayal etmenin bir alemi yok, ama bir diyalog zemini aralandı, bir kapı aralandı. Müzakere filan demiyorum. Test etme süreci yaşanıyor ve sonrasının gelme olasılığı bu test etme sürecinde karşılıklı çıkarların örtüşmesiyle paralel. Güven sorununun test edilmesiyle paralel. Ama bu güven sorununu test etme işi talidir. Savaşan taraflar güvensizlik nedeniyle çatışır zaten. Çözüme ulaşıldığında güven tesis edilir. Atılan adımlarda çıkarların örtüşmesi belirleyicidir. Türkiye Suriye’de yalnızlaşmış, bölgede gittikçe bir sorun olarak görülüyor. Ya da Türkiye bölgedeki gelişmelerin tamamını kendisi için bir tehdit olarak görüyor. Bu tehdidi savuşturmak için Öcalan’a bir fırsat, bir araç olarak yaklaşılıyor.
Çözüm Süreci’nin bitirilmesinin gerekçesi beka kaygısıydı. Beka kaygısı, bunun ideolojik altyapısı olan ‘yerli ve millî olmak’ gibi bir silsile olarak anlatılıp durdu. Aslında içerideki Çözüm Süreci’ni bitiren yine Suriye’deki gelişmelerdi. Devletin beka kaygısı diye gördüğü husus Irak’tan sonra Suriye’de kocaman bir alanda yeni bir Kürt oluşumunun ortaya çıkmasının eninde sonunda kendisini de kötü etkileyeceği fikriydi. Devlet, 2015 yılında HDP’nin seçim başarısında da beka kaygısını tetikleyen gelişmeler gördü. Dört beş sene boyunca iç politikada ciddi bir sağcı atmosfer ve baskı politikaları bu beka kaygısına bağlı olarak şekillendi. Hatta 31 Mart seçimlerine giderken de çok dile getirildi beka kaygısı. İmamoğlu sık sık PKK’cilikle suçlandı, beka tehdidi olarak görüldü. Ama birdenbire avukatların Abdullah Öcalan’la görüşmesiyle beraber beka kaygısı çok fazla kullanılmamaya başlandı. Senin dediğin her sorunu güvenlik sorunu olarak algılatan beka kaygısı nereye gitti?
Türkiye’nin gelişmeleri beka sorunu olarak görmesinin anlaşılır bir yanı var. Çünkü önceleri bir Kürt sorunu vardı, Çözüm Süreci’nin elimizden kaçırılmasıyla birlikte Kürt sorununun aktörleri artık çoğaldı. Abdullah Öcalan’ın temel tezi şuydu: “Biz anlaşırsak Türkiye’nin bölgedeki gelişmelerden korkması, Türklerin ve Kürtlerin Ortadoğu’da kötü bir duruma düşmesi engellenebilir”. Bu süreç işletilemedi, bitirildi ve Türk devleti beka sorunu söylemine, güvenlik eksenli politikalara geri döndü.
Bugün “Beka sorunu yoktur, Türkiye’nin bir tehdit algısına maddî zemin yoktur” diyebilmek zor. Neden zor? Artık Kürt sorunu Türkiye’nin HDP ile PKK ile oturup çözeceği bir mesele olmaktan çıktı. Öcalan, ‘biz bunu oturalım, konuşalım, çözelim’ diyordu. Türkiye çözemedi. Ne oldu? Şimdi Türkiye Rusya ile konuşuyor, ABD ile konuşuyor, Avrupa ile, İran ile konuşuyor. Herkesle pazarlık eder hâle geldi.
Şu anki seçim sürecinde beka sorununu kullanmıyor olmalarını hayırlı bir şey olarak görmek için erken. Bunun üzerinden bir gerilim yaratılmaması, barış çalışması yürüten toplumsal kesimler için anlamlıdır, ama Türkiye’de bu sorun vardır. Çünkü temel mesele şudur: Türkiye, yurtiçinde ve bölgede demokratikleşerek herkesle eşit yurttaşlık temelinde bir ilişki mi kuracak, yoksa şu an olduğu gibi mi devam edecek?
Demokrasi ve eşit yurttaşlık temelinde bir ilişki kurmadığı sürece beka sorunu tabii ki olur. Tehdit olarak algılanır. Sadece orası değil, Kıbrıs da, Ermenistan da tehdit olarak algılanır. Bugün algılanmıyor ama 5-10 sene sonra İran da tehdit olarak algılanır. Öcalan ise şunu önerdi: “Daha demokratik bir toplum, daha demokratik bir devlet modeli.” Devlet buradan geri durdu, başka bir yere gitti. Şimdi buradan çıkışın başka yolu yok.
Bugün araçsallaştırılmış olabilir ama en azından AK Parti şunu gördü: 21. yüzyılda, 19. yüzyıldan kalma sorunları (ki bunların başında Kürt sorunu geliyor) 20. yüzyılın bakış açısıyla, onun araçlarıyla, onun yöntemleriyle çözme ihtimali artık yok. Şimdi burada yeni bir yol test ediliyor. Devlet buna şans vermeyi göze alırsa, şimdi bunu denemek gerekir derse, o zaman bu süreç başka bir yöne doğru evrilir. Nereye evrilir? Devlet Suriye ile ilgili sorunlarını silahla çözmenin dışında bir çözüme doğru gider. Bunun Türkiye içine yansımaları olur. Burada sivil toplum örgütleri, siyasî partiler açısından önemli bir nokta şu: Bütün bu süreci AK Parti, devlet, Kandil, Öcalan ilişkisi olarak okumanın ötesinde bir okumaya ihtiyaç var.
Öcalan’ın mektubu sadece devlete yönelik bir istem içermiyor. Öcalan herkese yeni bir demokratikleşme ve onurlu barış çağrısı yaptı. Devlet aklını zorlayacak olan, toplumdaki barış, demokratikleşme talebinin ya da şiddet ve güvenlik eksenine karşı güçlü bir hayır sesinin yükselmesidir. Bu var mı toplumda? Bu olabiliyor mu? Ne yazık ki bugün Türkiye’de böyle bir durum yok. Bunu kabul etmek lazım. Yerel seçim çalışmalarının oturduğu zemin de burası değil.
Ama AK Parti en azından şunun olmayacağını gördü, “Rusya ve İran’la otururum ve Suriye’de istediğim gibi düzenleme yaparım.” ABD’nin, Avrupa’nın, diğer küresel güçlerin buna izin vermediğini, Suriye’nin iç dinamiklerinin buna izin vermediğini, artık 21. yüzyılda Kürt mücadelesinin geldiği eşikte bunun geçerliliğinin olmadığını gördü. Bunu gösteren en önemli olgulardan biri de Güney Kürdistan’da olanlar. İki yıl önce Kerkük’ü işgal eden Bağdat yönetimi, bugün Kürtlerle yeniden bir yol bulmak zorunda kaldı. Neçirvan Barzani, Güney Kürdistan Federal Hükümeti’nin başkanı olarak seçildi. Orada bir normalleşme süreci başladı.
Aynısı Suriye için de geçerli. Bir yol bulunacak. Bu yol PYD’nin istediği gibi bir yol olmayacak. Solda çok söyleniyor ya, komünal hayat kuruluyor orada, kantonlar kuruluyor filan. Bu devir kapandı. Öcalan’ın çağrısındaki gibi yeni bir perspektif, yeni bir bakış açısıyla Suriye meselesi masaya yatırılacak. Burada Öcalan’ın temel söylediği şu, “Kürtlerin kazanımları neyse, ne kadarsa, bunları yasal güvenceye kavuşturacaksınız. Türkiye ile de anlaşacaksınız, Esad ile de anlaşacaksınız, anayasal güvence olacak. Yani bir adım ilerisi olacak.” Bunun formülü, içeriği, teknik yanı, işte demokratik özerklik, kantonlar gibi şeylere takılıp kalmadan Kürtlerin kazanımlarını ilerletme arayışıdır.
Beka kaygısı ile üretilen politikaların kendisi bir tür beka kaygısı yaratmış gibi. Sonuçta bu olaylar başladığında Suriye’deki Kürt bölgesinde PYD çok daha küçük bir örgütken, bugün 50 bin kişilik silahlı güce ulaştığı söyleniyor. Bütün bu tartışmalar Türkiye’de iki buçuk yıllık rüzgâr halini alan, gerçekten de demokratikleşme sürecinde önemli bir basamak rolü gören Çözüm Süreci’nin akamete uğramasına neden oldu. Şimdi suçlu şudur diye özel olarak aramaya gerek yok, ama bütün tarafların ciddi problemleri oldu o dönemde.
Hiç kimse bizim, senin benim algıladığımız gibi bir çözüme hazır değilmiş. Buna STK’lar da dahil, hükümet de dahil, PKK de dahil. Ben, ne yapmak istediğini en iyi bilenin Öcalan olduğunu tahmin ediyorum. Okuduklarımdan bunu görüyorum. Nereye doğru gidilir? Öcalan’ın söyledikleri bir gerçeklik olarak karşımıza çıktı. “Güvenlik politikası ekseninde giderseniz esas güvenlik sorunuyla karşılaşacaksınız” demişti, nitekim karşılaşıldı. Bundan daha iyi bir örnek olabilir mi? Türkiye, Suriye masasında Rusya ve İran’la yer almaya çalıştı. Şimdi yine dışına itildi. Türkiye’nin “Kim kazanırsa kazansın ama Kürtler herhangi bir anayasal statü elde etmesin” olarak algılanan ya da yansıyan politikası Türkiye dışında hiç kimseyle paylaşılmadı. Şimdi Türkiye’ye herkesin söylediği şey şu, “Tamam kardeşim, senin duyarlılığını anlıyoruz, sıkıntılarını anlıyoruz, ama şu çaktığın kazığı biraz gevşet, bu böyle olmuyor. Kürtlere artık sen Şam’dan yönetilmeye devam et diyebilecek durumumuz yok, böyle bir gücümüz yok. Bu sorunun, yerel demokrasiyi güçlendirerek ya da bir formül bulunarak çözülmesi gerekir.” Uluslararası durum bu noktaya doğru geldi. Ama Türkiye hâlâ eski yerinde. İçte de burada, dışarıda da burada. Türkiye için Erbil’deki hükümet bile tehdit unsuruydu.
Bütün taraflar 2014-15’te “Suriye kırmızı çizgimizdir” demişti. Şimdi o kırmızı çizgi biraz rengini kaybediyor. Senin o test süreci dediğin süreç biraz o kırmızı çizgilerden geri adım atılmasını da gerekli kılıyor. Eskisi gibi olmaması için aktörlerden en az birisinin de eskisi gibi bakmaması gerek. O yüzden barış zemininde anlaşmak çok önemli; arka planındaki dinamik ne olursa olsun Kürt sorununun konuşulmaya başlanması, her düzeyde ele alınmaya başlanması başlı başına çok önemli. Ancak bu konuşulmaya başlandığı süreçte hemen tıpkı Çözüm Süreci’nde “demokrasi olmadan çözüm olmaz” diyenlerin argümanını devam ettirircesine “zamanlama manidar” demeye başladılar. Bu “zamanlama manidar” lafı bütün bu süreçlerin kalıcı bir barış sürecine nasıl evrileceğini düşünenler açısından ciddi bir endişe. Çünkü çok kolaycı ama rahat hegemonya kuran bir fikir bu.
Mesela Güney Afrika’da demokratik bir yönetim mi geldi de barış süreci inşa edildi? Kolombiya’da demokratik bir siyaset mi iktidara geldi de barış süreci ilerletildi? Kolombiya’da bugün hâlâ sorunlar var mı? Var. Güney Afrika’da sorunlar var mı? Var. Mesele burada çatışma sorununu, savaş sorununu parlamenter demokratik siyaset zemininde çözme meselesi. Güney Afrika’da ırkçı liderle masaya oturuldu. Kolombiya’da darbeci liderle masaya oturuldu.
O nedenle “şu zaman olur mu, bu zaman olur mu” diye bir bakış açısıyla çözüm olmaz. Hele ki Kürt meselesi gibi, bu örneklerin hiçbirine benzemeyen bir sorunda çözüm hiç olmaz. Bir hususun altını tekrar çizeyim, Kürt meselesi artık bizim meselemiz olmaktan çıktı. Şimdi insanlar Öcalan’ın “bunu biz kendimiz çözelim” tezine millîcilik yaftası yapıştırıyor. Niye dedi bunu Öcalan? Suriye’den çıkış sürecinde emperyalist güçlerin kendi durumunu Türkiye ile ilişkilerinde pazarlık konusu yaptığını gördüğü için dedi. Buradan baktığımızda, zaten bu tür konular, eğer ortada bir devrim filan yoksa, taraflardan birinin ya ekonomik krize girmesi ya da artık çatışmayı sürdüremez hale gelmesi sonucunda çözülür. Şimdi gelinen nokta ya Türkiye’nin Suriye’de sıkışmışlığıdır ya da ekonomik sorunlardır.
Zaten bir devlet böyle bir sorunu sosyalist olmaya karar verdi diye mi çözecek? Bir çıkar peşindedir yani, devlet niye çözsün birdenbire? “Kürt halkı çok mağdur, ben bunları bir rahatlatayım” diyecek hâli yok ya!
Demin Kolombiya’yı örnek verdim. Kolombiya’da barış sürecini inşa eden kişi, bir önceki dönemin Savunma Bakanı. “Barış sürecine girildi, görüşmeler yapılıyor” diye darbe planlayan adam. Sonra darbe yapmıyor, seçime giriyor, seçimi kazanıyor. Bakıyor ki bu iş böyle değil, çözümden başka yol yok ve çözümü gerçekleştiriyor.
AK Parti siyaseten sıkışmış olabilir, seçimler için bunu yapmış olabilir, hepsi olabilir. Sen kendi aklına güveneceksin. Kendi aklına güveniyorsan AK Parti’nin elinden o oyunu alırsın. Mesela bunu söyleyen Kemalistler, bunu söyleyen CHP’liler, sosyalistler. O zaman sen AK Parti’nin yapmak istediğinin ötesinde bir projeyle çıkarsın karşısına bir toplumsal güç olarak ve dersin ki “öyle değil böyle çözülür bu konu”. Sürekli niyet okuyarak, önyargılarla, korkularla hareket ettiğin zaman Çözüm Süreci’nde olan olur, yani başarısızlık olur. Bugün yapılması gereken de bu. CHP sabah akşam Türkiye’ye demiyor mu, “Suriye’de rejimle anlaş” diye. Buyurun, Öcalan da anlaşın diye çağrı yapıyor. Bu AK Parti’nin hoşuna gitmiyor. Ama CHP neden “Evet, bu adam doğru söylüyor” diyemiyor? Çünkü şuna bakıyor, bu siyasî açıdan kime yarar?
Bu kadar büyük bir probleme, toplumsallaşmış, kangrene dönüşmüş uluslararası bir probleme bu kadar dar bir yerden baktığınız zaman çözümün aktörü olamazsınız. Son bir buçuk yıldır sokakta herhangi bir hükümet yetkilisinin ayağına taş değse bunun sorumlusu dış güçler, dış mihraklar olarak gösteriliyor, mesele devletin bekası sorunu olarak anlatılıyor. Öyle bir hâle geldi ki, savaş olmasın diyen, diyalogla çözelim diyen, siyasî demokratik zeminleri genişletelim diyen aydın, yazar, sivil toplum örgütü mahkeme kapılarında sürünmeye başladı. Tam böyle bir ortamda Öcalan çıktı, “Türkiye’nin sorunları açlık grevleriyle, güvenlik politikalarıyla çözülmez. Demokratik siyaseti güçlendireceğiz, diyalogla, müzakereyle, herkesin, her kesimin hassasiyetini gözeteceğiz” dedi. Hükümet buna bir cevap vermedi. Söylendiği kadar bir mutabakat metni de değil. Ama hükümet bunu kendi politikalarına balta vuran bir açıklama olarak görseydi, bunun açıklanmasına ihtiyaç duymasaydı, bu mektubu İmralı’dan bu tarafa geçirmezdi.
Her gün toplum karşısında, televizyonlarda bağıran bir Devlet Bahçeli’nin, iktidar sözcülerinin olduğu bir yerde Öcalan’ın açıklamasının dünya kamuoyuna duyuruluyor olmasını, “Arkasında ne var” tartışmasından, “Hangi amaçla yapıldı” tartışmasından daha kıymetli bir iş olarak değerlendirmek gerekir. Acaba bunu bir fırsata dönüştürebilir miyiz? Kendi gücüne, fikrine güvenen, kendi ufkuna güvenen bunu düşünür, ama Türkiye’de sorun bu. Muhalefet buna hazır mı? Öcalan, yeni dinamikler üzerinden Suriye’nin kuruluşu, radikal demokrasi diye bir yol savunuyor. Türkiye muhalefeti, ana muhalefeti, devleti, sivil toplumu buna hazır mı? Son iki yıl bütün bu kesimlerin buna hazır olmadığını gösteren emarelerle dolu. Büyük demokratikleşme vaatleri ile seçimleri kazanmış CHP’li belediyeler Suriyelilere ayrımcılık yapıyor.
Denize girmesinler, plaja girmesinler…
Ama Suriye diye bir sorun var. Buradaki mülteciler sorunu Suriye’deki savaştan kaynaklandı. CHP ve İYİ Parti biz bu sorunu nasıl çözeriz diye kafa yormak yerine ayrımcılıkla, ırkçılıkla, düşmanlaştırarak, sorunu daha da büyüterek konuya yaklaşıyor. Temel mesele bu. Türkiye, sivil toplumu, siyaseti, muhalefeti, iktidaır, demokrasiye hazır hâle bir türlü gelemiyor. Bu, “Ben yaparım” diyerek olmaz. Bütün toplum olarak yapacaksın.
Öcalan’ın açıklamasında benim için kıymetli olan bir müzakere zeminine işaret etmesi. Yani muhalefet iktidara gelirse çözecek. Hayır, çözemezsin. Yani siz iktidar olsanız bile AK Parti seçmenini, MHP seçmenini bir kenara iterek Türkiye’nin tarihsel sorununu çözemezsiniz. Tek bir yolu var; ırkçılar da dahil ırkçılığın dönüşümüne kapı aralayacak, uzlaşma demiyorum bakın, ırkçılıkla uzlaşarak değil, dönüşümüne kapı aralayacak bir toplumsal siyasetle sorunları çözebilirsiniz. Bu toplumsal siyaset nedir? Eşit yurttaşlık, evrensel temel haklar ve diyalog, müzakere zeminleridir. Öcalan buraya çağırıyor. Burada tabii ki ırkçılık, milliyetçilik uzlaşılabilir bir konu değildir. Bunun toplumsal, siyasal dönüşümünü sağlayacak politikalar izlemek gerekir.
Bu da nedir? Bana göre Cumhuriyet’in kurucu felsefesiyle de hesaplaşmayı içerir. Niye CHP bu kadar ürkek davranıyor? Mezhepçilik var, Türk milliyetçiliği var, kurulan bir devlete bir ulus yaratma yaklaşımının izleri var. ‘Türkiye Cumhuriyeti devleti’ diye bir devlet kurulmuş, buna bir ulus yaratılmaya çalışılıyor. 90-95 yıldır bunun sancısıyla uğraşıp duruyoruz. CHP ve solun büyük kısmı bundan kopabilmiş değil. Türkiye, AK Parti, devlet aklı “Biz köşeye sıkıştık, burada yeni bir manevra alanı yaratalım” demiştir en kötü ihtimalle, İmralı’ya gitmişlerdir. İmralı’ya gitmek demek İmralı’da tutuklu bulunan Öcalan’ın yasal haklarının kullanılmasını sağlamak demek. Birincisi, bunu tartışma konusu yapmak, “Niye bunu şimdi yapıyor?” demek kadar ayıp bir şey yok. İkincisi, demokratsan, özgürlüklerden, eşitlikten, barıştan yanaysan bu sıkışmışlık hâlini barışa doğru, Türkiye’nin normalleşmesine doğru, diyalog zeminlerinin yaratılmasına doğru nasıl ilerletiriz sorusunu, ne yapabiliriz sorusunu sorman gerekir. Bu da kendi yaklaşımlarına, kendi fikirlerine güvenle olur. Başka yolu yok. Yani korkularla bu iş olmaz.
Türkiye’nin ne yazık ki bugün böyle bir problemi var. AK Parti’nin yaydığı bir korku ortamı var ve bu korkuya teslim olmuşlukla sorunlara yaklaşıyoruz. Sorunlar böyle çözülemez. Burada başka bir temel problem de şu: Türkiye’nin Kürt sorununu çözeceğiz dediğimiz zaman Türkiye’nin bütün tarihsel, siyasal, sosyal sorunlarını boca ediyoruz masaya, bu yanlış. Burada Cumhuriyet’in inşasında kilit rol oynayan sorunu belirleyip buradan ilerlemek lazım; bu da Kürt meselesi. Bu süreç demokratik siyaset zeminlerini güçlendirecek bir süreç, Türkiye’nin demokratikleşmesine hizmet eden bir süreç. Ama bu şunu da gerektirir, zihinsel olarak masada olanların, diyalog arayanların tutarlılık gereği sürekli belindeki silaha bakmaması gerekir. Silahla, şiddetle, tankla çözümün 21. yüzyılda çözüm olmadığını görmek gerekir. Hem Kürt meselesinde hem Ortadoğu meselesinde bunun bir bataklık olduğunu görmek gerekir.
IŞİD nereden çıktı? İşgal sonrası ABD’nin Irak yönetiminden dışladığı kesimlerden üredi. Türkiye’de Kürt meselesi de buradan üredi. Masaya oturuyoruz, biz hazırız demekle hazır olunmuyor. Zihinsel hazırlık gerekiyor. Türkiye’de sivil toplumun da siyasetin de zihnen buna hazır olması gerekir. Belki bu sürece, buna hizmet ediyor diye bakmak gerekir. Bakın açlık grevleri sırasında hepimiz sıkışmıştık. Çıkış yolunu Öcalan gösterdi. Niye Öcalan tarafından gösterildi de başka bir kesim veya siyasî aktör tarafından değil? Leyla Güven, HDP’nin parti meclisi üyesi değil mi? Bir parti meclisi üyesi “Sen yapma bu açlık grevini, ölümle kendini test etme kendini” diyemez miydi, Öcalan’ın söylediğini başka bir siyasî irade neden söyleyemez? Bu cesareti neden gösteremez? Bu demokratik bir zihniyet değildir.
Siyaset dediğin demokratik mekanizmaları kullanarak, onun araçlarıyla, yöntemleriyle yapılır. Yani ‘biz kişinin bireysel tercihine karışmayız’ ile olmaz. Demokratik siyaset bu değildir. Yanlışsa yanlışlığını, doğruysa doğruluğunu söyleyeceksin. Benim bildiğim kadarıyla Kürt siyasal hareketinin aslında çok benimsediği bir süreç değildi açlık grevleri. Ama kimse buna dur demedi. Öcalan çıktı dedi ki “Yok kardeşim, böyle yapmayın!” Her akşam televizyonlarda o annelerin, cezaevi kapılarında 80-90 yaşındaki kadınların hırpalanması insanların vicdanını sızlatmıyor muydu? “Bu çözüm değil” dedi Öcalan. Bunu şimdi değerlendirecek miyiz, değerlendirmeyecek miyiz? Yoksa siyaseten bize zarar verebilir deyip susacak, görmezlikten mi geleceğiz?
Ben Öcalan’ın pek çok görüşünü benimsemiyorum, ama yaptığı iş şu: 2015’den bu yana özellikle demokratik siyaset zeminlerini, demokratik toplumsal mücadele zeminlerini güçlendirmek. Türkiye sivil toplumunun, Türkiye siyasetinin güçlenmesi için bu yaptıkları çok olumlu. Çünkü muktediri muktedir yapan çevresindekilerdir. Erdoğan’ı Erdoğan yapan, Kılıçdaroğlu’yu Kılıçdaroğlu yapan kendi üyeleridir. AK Parti’nin başına Erdoğan değil Abdullah Gül gelirse, demokratikleştirmeye değil de statükoya teslim olma çabasına girerse yine AK Parti, bildiğimiz AK Parti olur, başka bir şey olmaz. Toplumun demokratikleşmesi gerekir. Toplumun demokratikleşmesine siyaset öncülük yapar; şu anda yapmıyor.
Dedin ki, şimdi olanlara çözüm süreci diyemeyiz, henüz böyle bir şey demek için işaretler yeterli değil, bu bir test süreci. Böyle bir dinamik işlemeye başlarsa ne olur, bütün taraflar, aktörler devreye nasıl girer, bakacağız. Ama muhalefet saflarında ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ diyen benzer çevrelerin bugün ‘zamanlama manidar’ demesi bizim işimizin başka açıdan zor olduğunu gösteriyor. Hem Barış Vakfı’ndan arkadaşlar hem de barış için ama’sız fakat’sız mücadele edenler, devlete şunu diyor: “Beka kaygısı yaratan sorunların çözümü güvenlik politikaları değil demokrasidir. Sınır güvenliği mi istiyorsun? Demokrasi. Terör eylemleri denilen eylemlerin sona ermesini mi istiyorsun? Demokrasi. İnsanlar ne kadar rahat nefes alırsa bu türden eylemler o kadar azalır.” Bizim açımızdan önemli olan bu topraklarda barışı nasıl inşa edeceğimiz. O yüzden, ‘zamanlama manidar’, ‘demokrasi olmadan barış olmaz’ gibi şeylerden gerçekten kurtulmak gerek.
Çözüm süreci gibi bir durum olma ihtimali yok derken, bence AK Parti ve PKK karar verip, Kandil karar verip yeni bir çözüm süreci oluşturamaz, bu evreyi geçtik. Öcalan’ın 2013’te önerisi şuydu: “Türkiye ve Kürtler oturalım, anlaşalım. Ortadoğu karışmadan bu işi çözelim.” Şimdi bu evre kaçtı. Eğer CHP, HDP, Türkiye sosyalistleri Çözüm Süreci’nde takındıkları olumsuz tutumun benzerini şimdi yine takınırlarsa bu iyi olmaz. CHP asgari olarak ne yapmıştı? Desteklememişti. Sezgin Tanrıkulu’nun tabiriyle köstek olmamıştı, ama desteklememişti. Hayır, böyle olmaz. Bu sorun büyüdü, bölgesel, küresel bir sorun haline geldi. Soruna ırkçılık temelinde yaklaşanların toplumsal dönüşümüne de kapı aralayacak bir tarzda muhalefetin kendi pozisyonunu değiştirmesi lazım. AK Parti’yi yeni bir çözüm sürecine zorlayacak güç AK Parti’nin dışından gelecek. Çünkü AK Parti denedi, bir Çözüm Süreci denedi. Ufku yetmedi, biz zaten bunun böyle olduğunu biliyorduk. Ama başka bir dinamizm, başka bir toplumsal atmosferle AK Parti başka bir yöne gidebilir diye düşünüyorduk, beceremedik.
O zaman yeni bir platform yaratmalıyız. Bugün AK Parti yarın CHP olabilir, CHP + İYİ Parti olabilir. Çünkü Türkiye siyaseti belli. Sosyal demokrat bir hareket yok. Merkez sağ AK Parti’ye teslim olmuş, bir kısmı milliyetçi zemine kaymış. Salı günleri höyküren, savaşan, “Mezara göndereceğiz” diyen siyasetçiyi mi dinlemek istersiniz, yoksa “Gelin oturalım, konuşalım, sorunlarımızı birlikte çözebiliriz” diyeni mi? Ben ikincisi için çaba sarf etmek gerektiğini düşünüyorum. Bu tür süreçleri Kılıçdaroğlu’nun, Meral Akşener’in, Tayyip Erdoğan’ın, Devlet Bahçeli’nin iki dudağının arasına hapsetmemeliyiz.
Neden şimdi? Seçim için mi yaptılar? Bu kadar kendinizi akıllı, Kürtleri de aptal sanmamak lazım. Bu toplumun en politikleşmiş kesiminin Kürtler olduğu 2010 referandumunda ortaya çıktı. On günde boykot örgütlediler. Ben o 10 gün içinde boykotun kazanma ihtimalinin olmadığına dair üç tane yazı yazdım. Ama bölgede kazandılar. İp ölçüsüyle oy kullanan bir kesimden bahsediyoruz. Sonuçlar ortada zaten; seçimlerde HDP’liler değil CHP’liler asıl sandığa gitmeyen kesim. Kürtler AK Parti ile anlaşacak diyenler, tersten AK Parti’nin yaptığını yapıyorlar. AK Parti ne diyor, bunlar CHP ile anlaşıyor, bunlar PKK ile anlaşıyor. Bu kendini akıllı sanıp geri kalan herkesi aptal yerine koymak, siyaset dışı bir şey, psikolojik bir vaka. Hangi toplumda görülmüş; 70-80 yaşındaki analar bir buçuk aydır cezaevi kapılarında kavga ediyor. Bunu yaratan toplumsal bir zemin var. “Bakalım Kürtler şimdi satacak mı, satmayacak mı” diye düşünmek siyaset dışı bir değerlendirmedir.
Doğru olan şudur: Öcalan “Açlık grevini bitirin, şu benim dediklerimi konuşun kendi aranızda” dedi. Seçimlerden sonra herhalde biraz daha konuşulur. Peki biz ne diyoruz? AK Parti ile olmaz. Peki kiminle olur? Şunu mu diyeceğiz, “Bizimle olur”. Siz kimsiniz? Seçime bile giremeyenlersiniz. Yani seçime girebilecek siyasal toplumsal gücü olamayanlarsınız. CHP ile mi olur diyorsun? CHP bunu kabul ediyor mu? CHP şunu diyor mu, evet biz bu yoldan yürümeliyiz, güvenlik politikalarını terk etmeliyiz. Daha duymadık.
Daha çok şöyle diyorlar; AKP-MHP gitsin, sonra bakarız.
Onu bile açık söylemiyorlar. Durun, susun, şimdi bunu konuşmanın zamanı değil diyorlar. Daha kötü yani. Halının altına süpürüyorlar. Zaten 80 yıldır halının altında bu.
Daha solda duranlar “Kürt sorununu AKP ile çözmek mümkün değildir, önce onun gitmesi lazım, ondan sonra oturur konuşuruz” diyor.
Kendi kendilerini avutuyorlar. Mesele şu, Kürtlerin mücadelesi bir eşiğe gelmiş. Biz istemesek de küresel güçler diyor ki Suriye’de Kürtlere şu hakkı vereceğiz bu hakkı vereceğiz. Biz ne öneriyoruz Suriye Kürtleri için? Türkiye muhalefetinin ne önerdiği Erbil’de bağımsızlık referandumu yapılırken ortaya çıktı. “Şimdi referandumun zamanı değil” dedi ezici çoğunluk. Şimdi Suriye’dekiler için ne diyorlar? Kantonun zamanı değil mi diyecekler? Emperyalist güçlerle işbirliği içinde bu iş olmaz mı diyecekler? Dedikleri bir şey yok. Onun için ben onlar dışındaki ana muhalefeti kastederek söylüyorum. Senin sözünü ettiğin muhalefetin şu an yüzünü döndüğü yer Millet İttifakı. Peki Millet İttifakı’nın önerisi ne? İmamoğlu’nun YSK yoluyla hakkının gasp edilmesine hep beraber karşı çıkıyoruz. Peki Sırrı Sakık’ın gaspına ne diyoruz? Ses yok. KHK’lı olduğu için seçilmiş olduğu halde mazbatası verilmeyenler için ne diyoruz? HDP’nin hiçbir itirazını kabul etmeyen bir YSK var. Bu nasıl bir anlayış diye herhangi bir muhalefet partisinden duyduk mu? ÖDP dese ne olur, demese ne olur. Peki CHP ne diyor burada olup bitene? “Şimdi onun zamanı değil” diyor. Zamanı ne zaman?
Aynı şeyi 2015’te de söylüyordu o çevreler. Yani AK Parti ile çözüm olmaz diyorlardı. Ondan sonra Kürtlerin ne yaşadığını herkes gördü. OHAL Ankara’da, İstanbul’da, Diyarbakır ve Van’da da uygulandı, ama aralarında 180 derece fark vardı. Yani bizim OHAL’deki yaşamımızla Diyarbakır’daki, Van’daki arkadaşların OHAL’de yaşaması aynı şey değildi. Orada bütün resmî dairelerin önünde koruma duvarı vardı. Bir resmî daireye girebilmeniz için önce GBT kontrolünden geçmeniz gerekiyordu. Bunlara ne dedik? Şimdi sen diyorsun ki “Evet, sen zulüm görüyorsun, ama şimdi bunun zamanı değil!” Bunu da Kürtlerin anlamasını bekleyeceğiz! Ben Kürtlerin anlayıp anlamadığı ile ilgilenmiyorum, ama böyle konuşmak insanî ve vicdanî değil. Onun için onların ne yaptığına değil, kendi yaptıklarımıza, süreci ne yöne doğru zorlamamız gerektiğine odaklanmalıyız.
Eğer Türkiye yeni bir sürece doğru evrilecekse, bu AK Parti’yi dışlayarak da olmaz, AK Parti’ye bırakılarak da olmaz. AK Parti’nin yapabileceği bir iş değil. Daha önce denendi, olmadı. Olabileceği bir zaman vardı, başarılamadı. Herkesin yeni sürece yeniden hazırlanması lazım, PKK dahil, HDP dahil. Yani bugün belki çok rahat tartışamıyoruz, ama Çözüm Süreci’nde az önce senin de söylediğin gibi yapılan yanlışların hep birlikte muhasebesini yapmalıyız. “İmralı’da ne konuşuluyor?” diye sorduğumuz kadar “Biz bu sürecin gelişmesi için, demokratik zemine çekilmesi için ne yapabiliriz?” sorusunun sorulmadığını düşünüyorum. Bu soruyu o gün sorsaydık bugün durumumuz daha iyi olurdu. Çözüm Süreci yine başarısız olabilirdi, ama bizim durumumuz daha iyi olabilirdi. Siyasal kazançlarımız açısından, politik psikolojimiz açısından daha iyi olabilirdi.