Bilgehan Uçak
Weimar Türkiyesi – Taraf Yazıları, Kasım 2007 – Haziran 2008
Halil Berktay
Kitap Yayınevi, 2009
Nürnberg’e uçacağım, havaalanında gezinirken karşıma Halil Berktay’ın Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü kitabı çıkıyor. Uçakta okumaya başlıyorum.
Bir hafta sonra, bu kez tesadüfe yer yok, Weimar Türkiyesi’ni çantama atarak yola çıkıyorum. Kitap, Berktay’ın Taraf gazetesinde Kasım 2007 ile Haziran 2008 arasında yazdığı yazılardan oluşuyor. Yazılalı on seneden fazla olmuş. Ama şimdi, bir bütün içinde okuduğumda Berktay’ın çok canalıcı tespitler yaptığını, en netameli konuların üstüne hiçbir mahalle kaygısı gözetmeden gittiğini daha iyi idrak ediyorum. Maalesef, bu yazılar yeterince tartışılmadı. Mesela, on üç yazılık “Sol ve Demokrasi” serisinden çok, dört yıl sonra söylediği o “1 Mayıs 77’yi yapan solculardı” sözü gündeme geldi. Gerçi, bu da tam bir tartışma olamadı. Gazetenin yazarlarından Ümit Kıvanç ile Nabi Yağcı, Berktay’ın suçlamalarına karşı yazılarına son verdiler.
Oysa, Berktay’ın bazı satırlarının altını çizmek gerektiğini düşünüyorum. 31 Mart 2008’de yazılmaya başlanıp son halini 20 Nisan’da verdiği ve altı gün sonra gazetedeki köşesinde yayımlanan “Batı: Kahpe mi, canavar mı, çağdaş uygarlık özlemi mi?” başlıklı yazısında İttihat Terakki ile Mehmet Âkif arasında bir paralellik kuruyor.
“Âkif İslamcılık ile Türkçülük arasında bir konumu; Balkan Harbi sonrasında dine bakışlarını kısmen değiştiren İttihatçılar için ‘yararlı’, ‘kullanılabilir’ bir İslamı simgeliyordu. Cumhuriyetle birlikte Kemalist önderlik, İstiklal Harbi’nin yaslanmış olduğu bu ittifakı bozdu. Topyekûn Batılılaşma hamlesine girişirken, ‘medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar’ yerine, ‘muasır medeniyet seviyesine ulaşma’yı slogan edindi. Bu, sadece İslamcılıktan bir kopuş değil, daha önemlisi, kendini İslami bir dille ifade etmiş olan İttihatçı milliyetçiliğindeki Batı düşmanlığının da reddi anlamına geliyordu. Nitekim 1925-27 hesaplaşmasında hem İttihatçıların önderlik kalıntıları ezildi, hem Âkif kendi kendini sürgün etti.” (s. 145).
Berktay, “Sol’un demokrasi ile ilişkisi” üzerinde uzun uzun duruyor. Sol’un“cici demokrasi” diyerek aşağılamasını -ya da toptan reddiyesini- kabul etmediği gibi bu konuda en ufak bir acımaya yer vermiyor. Doğan Avcıoğlu’nun, Yön ile Devrim’in “radikal” olmadıklarını özellikle vurguluyor. Birikim’in en evrensel Sol yorumuna sahip dergi olduğunu da söylüyor. Tabii bunu yaparken Doğu Perinçek’in Aydınlık’ındaki geçmiş siyasî pozisyonunu da bir manada -Hadi Uluengin’in tabiriyle- “cinnet yılları” olarak görüyor. O dönemle hesaplaşması sanıyorum kitabın en düşündürücü kısımları.
Gelelim, bu yazıların yayımladığı döneme: Hrant, Santoro, Malatya Zirve, Yargıtay, Bayrak Mitingleri, Ergenekon tutuklamaları, 27 Nisan, arka arkaya açılan kapatma davaları… Ülke alabildiğine çalkalanmakta. Berktay, bu dönemi anlatmak için “Weimar Türkiyesi” metaforunu kullanıyor:
“1922 öncesi İtalya’nın ve 1933 öncesi Almanya’nın hemen bütün ögelerine rastlamak mümkün, bugünkü Türkiye’de. Ludendorff tarzı, otoriter ve milliyetçi, yaşlı-emekli generaller. Bismarck özlemcileri. Dış dünyayı düşman bellemiş bazı iş adamları. Von Papen benzeri, sosyal demokrasiyle hiçbir ilgisi olmamış-kalmamış, aslen ‘derin devlet’ temsilcisi emekli büyükelçiler. Kerameti kendinden menkul ‘jeostrateji uzmanları.’ Gizli bir psikolojik savaş gündemi izledikleri hissini veren vasat-altı bazı talk-show’cular. Günah keçisi olarak, Yahudiler yerine Kürtler ve Ermeniler. Yeni bir ‘milli devrim’ için her şeyi mubah gören kripto-ırkçılar. Darbeciler. Katiller. Bürokrasi ve adalet içinden, katilleri koruyanlar. Yanlılığı ayyuka çıkmış güvenlik güçleri. Sosyalizmden nasyonal-sosyalizme çok çabuk atlamış, küçük ve komik Mussolini özentileri. Bir namus ve ahlak çöküntüsü. Dejenere, alabildiğine çığırtkan, alabildiğine kutuplaşmacı gazetecilik örnekleri.” (s. 12).
Bu yazıların yazıldığı dönemde Kürt siyasal hareketini ayrı tutarsak, iki kamp var siyasette: CHP-MHP ve AKP. Batı karşısındaki pozisyonları, demokrasiyi nasıl anladıkları ve ne kadar içselleştirdikleri ile paralel.
“AKP’nin (Avrupa’yla iş yapan yeni taşra burjuvazisi diye özetleyebileceğimiz) sınıfsal tabanı, en azından 2002-2004 arasında benimseyip bugün de kısmen sürdürdüğü, AB yanlısı reformcu çizgiyi açıklıyor da, niçin ve nasıl demokrasi mücadelesinin önüne geçtiğini tam açıklamıyor kuşkusuz. Sorun kısmen, demokrasi adına ortaya çıkan diğer kesim ve akımların iflası. Her şeyden önce, Türk ulus-devletinin kurucu ideolojisi zıddına dönüştü. Bir dönem, modern bir cumhuriyete hayat vermek suretiyle, (başka nice maliyetlere de olsa) bir anlamda tarihin ilerlemesine hizmet ederken, şimdi artık tamamen donmuş, tutucu, statükocu bir durumda.” (s. 135).
Bir başka yazıda, adlı adınca söylüyor: “İşte, siyasetin bu mevzilenişi çerçevesindedir ki, devlet partisi CHP ve MHP uzantıları diktatörlük, AKP ise demokrasi cephesine oturdu.” (s. 147).
Türkiye’nin görünümü, 2008 yılında bakılınca böyle. “Weimar Türkiyesi” bir demokrasi mücadelesi veriyor. Reşat Nuri’nin “yeşil gece”si gibi, “diktatörlüğün manevi evreni”nin ülkeye çökmesini isteyen devlet partileri CHP ile MHP’nin karşısında AB ve demokrasi yanlısı AKP. Dolayısıyla, beşbenzemezden oluşan demokrasi cephesinin en güçlü, en kitlesel grubu da AKP. Bu demokratlık kriterlerinden birinin “meşru siyaset” olduğunu düşünürsek, seviyenin ne kadar düşük olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Ama “Weimar Türkiyesi”nin aydını da, ne de olsa, bu coğrafyanın insanı ve yaşanan savrulmalar onu sürekli bir tavır almaya zorluyor. Belki biraz Şark’a ait bir özellik, ama ittifakların durmaksızın değişmesi demokrasi cephesinin de kendini aynı hızda yenilemesini mecbur kılıyor. “Demokrat tavır”, belli bir “duruş”a indirgendiğinde, ittifaklar sürekli değiştiği için, aydının kendini baştaki ilkelerin tam tersini savunur bir konumda bulması mümkün hâle geliyor.
Aradan geçen on sene içinde “devletin partisi” mitoz bölündü ve daha milliyetçi olanı benliğini “öteki safta” eritme yolunu seçti. Bu makas değişimi, dışardakilerin de yeni pozisyonlar almalarını gerektirdi. Ortaya yepyeni sorular çıktı çünkü: Devlet artık kim? Devleti bugün temsil edenler kimler? “İktidar olabilirsiniz ama muktedir olamazsınız” sözünün geçerliliği eskisi gibi mi? Ya İsmet Berkan’ın bir kitabına da isim yaptığı “Asker bize iktidarı verir mi?” sözü? Bugün nasıl yorumlamamız lazım?
Bu soruları kuşkusuz Halil Berktay da sordu ama hep bir “ışık” görmekten de vazgeçmedi. O ışığın peşinden de sonsuz krediler açarak gitti. Bu gidiş, Allah uzun ömür versin, ama Berktay’ın son politik serüveni olacak. Daha önceki büyük bir hüsranla, tefessüh ile neticelenmişti. Capoistorico, artık “nasyonal sosyalist işçi partisi lideri” diye geçiyor yazılarda.
Âkif ile İttihatçılık arasındaki yakınlığa dikkat çektiği yazısını, AKP’ye bir “kıssadan hisse” notu ekleyerek bitirmiş. Şöyle diyor Berktay: “Çanakkale Şehitleri’ni mitinglerde ne kadar çok söylerseniz, Avrupa macerasından o kadar uzaklaşır, siz de tekrar Sevr psikozuna girer ve neo-İttihatçılığa boyun eğersiniz.”
Bu yazı yayımlandıktan birkaç sene sonra, Çanakkale Şehitleri’ni söylemedi belki ama Torosyan eksenli Çanakkale tartışmasında devletlû takımının yanında koşarak yer aldı. İntisap ettiği bu yeni yerde, eli sürekli artıran bir Berktay görmeye başladık: Torosyan, Valikonağı’ndan izlediği Gezi Olayları, 1 Mayıs… Derken onu Beştepe’de Murat Bardakçı’yla aynı sofrada gördük. Oysa Murat Bardakçı, “ordinaryüs doçent” diye alay ettiği Berktay için yazdığı yazıyı şöyle bitirmişti.
“Lisansım Yale’den, mastırım Princeton’dan, doktoram Harvard’dan, pantalonum Versace’den, gömleğim Aquascutum’dan, çantam Prada’dan ama çoraplarımla çamaşırlarımı nereden aldığımı unuttum” diye kasım kasım kasılan senin gibi marka meraklısına sorarlar: Bilimsel eserlerin nerede? O kadar diplomaya ve etrafına esma sıçratma hakkına sahip olduğuna inanan senin gibi bir âlim-i küllün hani literatüre geçmiş, alıntılanmış eserleri? Uluslararası akademik indekslerde, meselâ ISI’de neden en yenisi 1991’in, yani bundan 18 sene öncesinin tarihini taşıyan sadece üç adet makalen var? Aradan geçen bu uzun seneler zarfında ne yaptın? Gazetelerde anlaşılmaz sözler gevelemekle, hocalara sataşmakla, tuhaf kongrelere çanak tutmakla yahut fırıldak misali dönmekle ziyadesiyle meşguldün de ilim yapmaya vakit mi bulamadın?”
Burada eski, kişisel bir polemiği tartışmak değil maksadım. Göstermek istediğim, Türkiye’de -“Weimar Türkiyesi”?- demokrat kalabilmenin zorluğu. Ermeni kıyımına açıkça “soykırım” diyerek bu alanda bir ölçüde çığır açan, Halaçoğlu’na, TTK’ya, resmî tarihe karşı alternatif tarihyazımını ve bunu yapan tarihçileri yücelten Halil Berktay’ın “devlet tarihçileriyle” aynı sofraya düşmüş olması.
Aynı soruya geri dönüyoruz: Devlet kim? Devleti bugün kimler temsil ediyor? Bugünkü resmî tarih nasıl yazılıyor?
Torosyan tartışması, devletin zihniyetini anlamak, varsa dönüşümü görmek açısından turnusol kâğıdı niteliğindeydi. Berktay, Taraf’taki köşesinde aylarca bu konuyu yazdı, ama ilginç bir şekilde daha önce hep burun kıvırdığı ve küçük gördüğü milliyetçi cenahtaki tarihçilere de köşesini açmakta beis görmedi, bir anda devletin en kıymetli Çanakkale savunucusu kesildi. Hakan Erdem’in, önsözünde Halil Berktay’a “medyun-u şükran” olduğunu söylediği reddiye kitabında John Toroski ile Sarkis Torosyan’ı karıştırdığı ortaya çıktı. Torosyan’ı didik didik inceleyen “Berktay’ın arkadaşları” (Torosyan’ın kitabını yayına hazırlayan Ayhan Aktar’ın tabiriyle “alaturka tarihçiler”) bu konularda uzun süreli bir suskunluğa gömüldü.
Aralık 2007’de övgüler düzdüğü Ayhan Aktar’a hakaret ederken, aslında övgü düzdüğü tavrın karşısında ilk kez konumlanıyordu. Taner Akçam’ı çalışmakta olduğu Clark Üniversitesi’ne şikâyet etmek, herhalde Halaçoğlu’nun bile tevessül etmeyeceği bir şeydi.
“Sabancı ekibi” hariç, sofrada tanıdığı kimse yok İbni Haldun Üniversitesi Tarih Bölüm Başkanı Halil Berktay’ın.
Weimar Türkiyesi, son derece güzel ve düşündürücü yazıların yanı sıra, demokrat kalabilmenin zorluğunu gösteren bir rehber gibi.