Fethiye Çetin
Yine karanlık zamanlardan geçiyoruz.
Siyasette ve toplumsal hayatımızda yaşanan milliyetçilik, militarizm, düşmanlık devasa boyutlarda.
Ölümün yüceltilmesi şiddetin olağanlaşmasına, kriz ortamının süreklileşmesi krizlerin kanıksanmasına yol açıyor.
İnsan hakları, hukuk ve yargı bağımsızlığı gibi ortak yaşamı olabildiğince mümkün kılan standartlar soyut bir söylemden ibaret gibi algılanıyor.
Aklî melekelerimiz, hafızamız yok edilmeye çalışılıyor.
Katliam boyutuna varan kadın cinayetlerinde, artık canavarca planlanmış işkence yöntem ve tekniklerine başvurulduğu görülüyor.
Çocuklar ve savunmasız hayvanlar da bu şiddet sarmalından ve canavarlıktan nasiplerini alıyor.
Devletin militer ve paramiliter örgütleri sürekli şiddet üretiyor.
Şiddet sarmalı her yanımızı sarmış durumda.
Buna rağmen biz bugüne kadar şiddeti, şiddetin yapısal köklerini sorun edip üzerinde yeterince düşünmedik, yüz yıl öncesinde yaşanan o en büyük ve en vahşi şiddetin günümüze etkilerini yeterince tartışmadık.
Bizler soykırımı, fail ya da mağdur olsun, bizzat yaşayanların torunlarıyız.
Vahşetin yarattığı ağır travmayı yaşayanların torunları olarak, yani travmanın mirasçıları olarak, travmanın nesiller arası yolculuğunun özneleri olarak bizde yarattığı tahribatı sorun etmedik, travma ile başa çıkma yollarını birlikte aramadık.
Bilindiği gibi, Soykırım, var olan toplumu en acılı, en zalim biçimde parçalamakla kalmıyor, yeni oluşturulan topluluğun dokusunu da korku ve nefretle, şiddet ve utançla biçimlendiriyor.
Soykırım, sadece bedenleri değil, algıları da tahrip ediyor.
Dehşet verici fiziksel şiddetin yol açtığı esas yıkımı tarif etmek için “insanların bildikleri dünyanın yitimi” ifadesine başvuran Hannah Arendt, kişilerin o ana kadar deneyimledikleri yaşamın kökten bir biçimde değiştiğini ve kurgusal bir dünyaya dönüştüğünü anlatır.
Bu yeni dünyada her şey baş aşağı olmuştur, yalan ve gerçek yer değiştirmiş, absürt ve hunhar olan istisna olmaktan çıkarak kurulanın ta kendisi haline gelmiştir.
Yani kurulanın kendisi, soykırımın üzerine temellendirilen devlet, millet, kimlik, hunhar ve absürttür ve bu durum sistematiktir artık.
Bu yeni oluşuma göre, devlet kriz ve korku üretir, muhalifleri halleder ve sonra kendi yarattığı krizi çözerek, kendi yarattığı düşmanları ortadan kaldırarak “kurtarıcı devlet” mitini yeniden üretir.
Bir örnek vermek gerekirse, mesela 12 Eylül öncesinde krizi yaratan, üreten ve tüm ülkeye yayan devlet, 12 Eylül darbesi ile “kurtarıcı devlet” simgesiyle sahne alıp hukukî meşruiyetini buradan kurdu ve on binlerce muhalifi yok ederek, işkencelerden geçirerek, mahpuslara tıkarak bu sürecin sonuçlarından nemalandı.
Devlet bu geleneğe uygun olarak yine korku, tehdit, kriz üretiyor, ama bu defa ürettiği krizleri çözmekte çok zorlanıyor.
Hukukî meşruiyeti yeniden üretemiyor, aksine tümden yitiriyor.
Çözemeyince yeni krizlere ihtiyaç duyuyor ve sürekli yeni krizler yaratıyor. Yaşadığımız kriz bolluğu bundandır.
Çözemeyince, devlet içinde ve devlet güdümlü sivil paramiliter örgütlenmelere daha çok ihtiyaç duyuyor. Eskiden adları Kontrgerilla, Bozkurtlar, Ülkü Ocakları, Alperenler, JİTEM olan paramiliter örgütlerin yerini bu defa JÖH’ler, POH’ler, HOH’ler, SADAT, Yeni Osmanlılar alıyor.
Devlet, bu örgütler içinde görev alanlara ‘cezasızlık’ teminatı sunuyor.
Bu sarmaldan çıkabilmek, öncelikle şiddeti her gün yeni biçimlerde üreten siyaset çarkının işleyişini gözden geçirmekle, soykırım üzerine kurulan devletin, ulusun ve kimliklerimizin temellerini sorgulamakla, dedelerimizin soykırım sırasında ne yaptığıyla ilgili kendimize sorular sormakla mümkün olabilir ancak.
Zor ama kaçınılmaz bir süreç bu önümüzde duran.
Zira Tarih’in ağır yüküyle gidilecek yolun sonuna geldik. Bu yolun çıkmaz sokağa açıldığını gündelik şiddet pratikleri her gün yeniden doğruluyor.
Soykırımın inkârı, yasama, yargı gibi kurumları ve giderek toplumu da çürütüyor.
Hamit Bozarslan, İrfan Aktan’a verdiği röportajında İbn Haldun’un şöyle söylediğini aktarıyor: Normalde bir medeniyet yükseliyor, gelişiyor, mükemmelleşiyor ve çöküyor. Ondan sonra da yeni bir döngü başlıyor ve medeniyet yeniden yeşeriyor.
Fakat İbn Haldun şunu da ifade ediyor, bazı hâllerde toprak o kadar kısırlaşabiliyor ki, medeniyetin yeniden yeşerebilmesi mümkün olmuyor.
Yüz yıl önce çoraklaştırılan bu toprakları yeniden yeşertmenin imkânları inkâr ve sansür politikalarıyla ortadan kaldırılıyor. Gidiş, hızla ve kaçınılmaz olarak üzerinde hiçbir şey yeşermeyen kısırlaştırılmış topraklardır.
Çünkü Levinas diyor ki: “Öteki üzerinde mutlak iktidar, ancak öldürerek mümkün. Fakat öldürünce, üstünde iktidar arzulanan şey de artık ölmüş oluyor.”
Çünkü Soykırımla, o büyük kötülükle yüzleşmedikçe, hayatlarımızı esir alan şiddetin devamı kaçınılmazdır ve nitekim öyle de oldu.
Muktedirler gibi sorumsuz olmadığımız için, biz ne yapabiliriz, bu sarmaldan nasıl çıkabiliriz diye toplantılar yapıyoruz.
Karanlık bir okyanusun içinde dev dalgalarla boğuşuyoruz adeta.
Ama nefes alabileceğimiz, ayakta durabileceğimiz, birlikte eyleyebileceğimiz adalar var bu okyanusta. Biz bu adalarda birlikte eylemenin ne kadar önemli, ne kadar umut verici olduğunu görüyoruz.
Totaliterizmin itaatkâr kitleler yaratma çabasına karşın insanlar son seçimde olduğu gibi bir araya gelip ortak bir eylemde buluşuyorsa, orada umut vardır ve bu umut kıymetlidir.
Mesela, onca baskıya, onca zulme rağmen örgütlülüğünü koruyan, seçimlerin kaderini belirleyen, insanlara nefes aldıran bir Kürt hareketi varsa, orada umut vardır ve bu umut çok anlamlıdır.
Memleketin her yanında dipten akan ve çağıldayarak gelen ve çoğalan kadın hareketi umuttur.
Basın üzerinde yaratılan devasa şiddet ve tehdide rağmen alternatif gazeteler, internet platformları birer umuttur.
Devlet artık yarattığı krizleri çözemiyorsa, orada umutlanmamız için çok önemli sebeplerimiz ve çok büyük olanaklarımız vardır.
En karanlık zamanlarda bile bir ışığın bulunacağını ve bunun insanların eylemleriyle ortaya çıkacağını söylüyor Arendt. Ve şöyle devam ediyor:
“Gerçekten de karanlığa direnmek ve ışığı bulmak zorundayız, çünkü dünyaya ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğumuz var.”
Gelecek kuşaklara sorumluluğumuz yanında, dünyanın bugüne kadar gördüğü en karanlık zamanlarda, yani soykırım ortamında bile, direnenlere borcumuzdur direnmek.
Küçümsemeden, dudak bükmeden, küçük adımlarla direnmek, bunun için yola koyulmak, yolu hedefin aracı değil, kendisi olarak görmek anlamlıdır.
Birbirimizden öğrenmek, birbirimizin hikâyelerinden beslenerek kendi hikâyelerimizi yeni baştan yazmak, ortak hikâyeler oluşturmak anlamlıdır.
Bildiğiniz gibi, Soykırım denen felaketler örgüsünün içinden hayatta kalarak çıkanlar oluyor. Ermeni Soykırımından da çeşitli biçimlerde hayatta kalanlar oldu.
Kabul etmek gerekir ki, bu insanlar hayatta kaldılar ama hayatları boyunca büyük bir korkuyla yaşadılar ve elbette bizim asla bilemeyeceğimiz kim bilir neler oldu hayatlarında.
Yaşadıkları vahşetin, felaketler zincirinin psikolojik yaralarını ölene kadar üzerlerinde taşıdılar. Bütün bunların sonucu olarak derin psikolojik duygusal yaralar aldılar. Yaralarını sağaltma imkânları da olmadı.
Ermeni soykırımında erkekler topluca öldürüldüklerinden hayatta kalanların çoğunluğu kadın ve çocuklardı.
Vahşetin ve dehşetin tüm görüntülerini zihinlerinde taşıyan bu insanların, bu çocukların ülkede kalan bir kısmı, vahşetin mekânında, şiddetin ve ölümün nefesini sürekli enselerinde hissederek, dillerini, dinlerini, isimlerini, sevdiklerini ve seslerini kaybederek yaşadılar.
Ama ne kendileri unutabildi, ne Müslüman komşuları. Üstelik 1915’i unutturmaya çalışan devlet, sürekli uyguladığı ayrımcı pratiklerle onlara ve çocuklarına geçmişlerini sürekli hatırlatıyordu.
Kabul etmek gerekir ki bu durum, onların ikili ve esasen çoklu bir hayat yaşamalarını zorunlu kıldı. Çünkü onlar, başlarına gelenlerden ve gündelik yaşamdan önemli bir hayat bilgisi edinmişlerdi. Davranışlarını, söylemlerini, tepkilerini, bulundukları mekâna, muhataplarına ve zamana göre farklılaştırmayı öğrenmişlerdi. Bu bir hayatta kalma bilgisiydi ve kim bilir ne kadar tüketici, ne kadar yorucuydu…
Gördüklerini yüksek sesle anlatamadan, yaslarını tutamadan birer birer ayrıldılar bu hayattan. Yalnız, yersiz-yurtsuz ve sevdiklerine hasretle.
Ait oldukları toplumun kapıları da yüzlerine kapatılmıştı. Bunun getirdiği yalnızlık ve utanç duygusuyla yaşadılar.
Ama hiçbiri Ermeni geçmişini unutmadı, pek çoğu bu geçmişi yakınlarının kulaklarına fısıldadı, kimileri ölüm döşeğinde anlattı ve hemen hepsi tarihe farklı direniş hikâyeleri yazdı.
Kimileri ömür boyu gördüğü onca ağır işkenceye rağmen boynundan haçı, sandığından İncil’i çıkarmadı, namaz kılmadı.
Kimi harabe haline getirilen kiliselerde mum yaktı, dua etti.
Kimi, namaz kıldı, camiye gitti, ama paskalyada çörek yapıp komşularına, soğan kabuğuyla yumurta haşlayıp çocuklara dağıttı.
Bazı günlerde iki metal kaşığı haç şeklinde birbirine bağlayıp suya atan ve elleri arkadan bağlı kaşıktan yapılmış haçı ağzıyla sudan çıkaran çocuklarına ve torunlarına 25 kuruş ödül dağıtanlar da vardı.
Kimi aileler gündüz Müslüman, gece Hristiyan gibi yaşadı.
Çocuk doğurdular, çocuk büyüttüler, hayatı çocukları için yeniden, yeniden kurdular.
Belki böylece hayata tutundular.
Öyle sanıyorum ki direnişleri, farklı direniş biçimleri, hayata tutunmaları, hayatı yeniden üretebilmelerini ve dolayısıyla hayatta kalabilmelerini mümkün kıldı.
Başka türlü nasıl yaşanırdı soykırımdan sonra?
Unutmamak, hatırlamak ve anlatmak her şeyden önce cesaret ve yaratıcılık ister.
Unutmadılar, unutmamak için içlerinden tekrarladılar ve anlattılar.
Sözlerimi, Soykırımda hayatını kaybedenlerin onurlarına ve anılarına saygıyla, hayatta kalabilenlerin cesaretine, dayanıklılığına ve gücüne hayranlıkla bitiriyorum.
Ruhları şad olsun.