Ozan Tekin
Venezuela’da sağcı muhalefetin lideri Juan Guaidó’nun kendini devlet başkanı ilan etmesiyle başlayan süreçte, solda meseleyi başta bir “demokrasi sorunu” olarak ele alma eğilimi baş göstermişti. Maduro hükümetinin ekonomideki başarısızlıklarının yanına Kurucu Meclis’i kapatma gibi hamlelerin eklenmesi, bu yöndeki argümanları popülerleştirdi. Ancak sonunda, meselenin ülke içi bir toplumsal mücadele olmaktan ziyade, ABD’nin Latin Amerika’daki tüm rejimleri istediği yönde biçimlendirme çabasının bir uzantısı olduğu görüşü hakim oldu. Böylesi bir hegemonyanın tesisine katkı bağlamında, emperyalist kapitalizmin başlıca süper gücünün bölgedeki geçmişini hatırlatmakta fayda var.
Guatemala: “Komünizme karşı demokrasi” darbesi
Yirminci yüzyılın başında Guatemala ekonomisi ABD’nin kontrolündeydi. Gıda/meyve tekeli United Fruit Company, tüm toprakların yüzde 40’ından fazlasının sahibiydi ve ülkeyi yöneten generallerle işbirliği hâlindeydi. ABD’nin desteklediği Jorge Ubico diktatörlüğü 1944’te bir halk ayaklanmasıyla yıkıldı. İşçi grevleri ve köylü eylemleri sonucu arka arkaya gelen Juan Arevalo ve Jacobo Arbenz liderliğindeki hükümetler “ılımlı” reformlar yapmak zorunda kaldı. Sendika haklarının yanı sıra toprağın kısıtlı da olsa halka dağıtımı ve yeniden vergilendirilmesi söz konusu oldu. CIA, 1944’te gerçekleşen devrimle giden askerî güçleri yeniden toparladı, finanse etti ve “rejim değişikliği” için paramiliter bir güç oluşturdu.
Bu birlikler Honduras’tan girerek ülkeyi işgal ederken, ABD savaş uçakları havadan bombardımana başladı. Ne devlet başkanı Arbenz ne de hükümetin bir parçası olan Komünist Parti emekçileri silahlandırıp bir direniş örgütledi. Darbe başarılı oldu, demokratik seçimlerle gelen hükümet ABD’nin doğrudan müdahalesiyle devrildi. CIA lideri Allen Dulles, bunun “komünizme karşı demokrasinin zaferi” olduğunu söylüyordu.
CIA ancak 1997’de Soğuk Savaş dönemindeki korkunç geçmişinin bir bölümü üzerindeki gölgeyi kaldırdı ve Guatemala darbesindeki rolüne ilişkin 100 bin sayfalık gizli belgelerin yüzde 1’ini kamuya açtı. Buna göre, demokratik olarak seçilmiş Guatemala başkanının “devrilmesi” emrini bizzat ABD Başkanı Eisenhower vermişti. Ayrıca, istihbarat kurumu, başkana darbenin “kansız” olduğuna dair yalanlar söylemişti. Bu darbe, ilerleyen yıllarda Latin Amerika’daki tüm CIA operasyonlarına model oluşturdu. ABD’nin desteklediği askerî hükümetler onyıllar boyunca yerli halklara, köylülere ve sol muhalefete kan kusturdu, 36 yıl süren iç savaş ve sonrasındaki “sessiz soykırım” döneminde yüz binlerce kişi öldürüldü veya “kaybedildi.”
Dominik’te işgal, darbe ve yağma
ABD, 20. yüzyılın başlarında, 1914’te adayı işgal ederek 12 yıl hüküm sürmüştü. Çekilişinden sonra, ülkeyi askerî diktatörlükle yöneten Rafael Trujillo ile işbirliği içerisindeydi. Onun için “Piç kurusu ama en azından bizim piç kurumuz” diyorlardı. 1961’de ona düzenlenen suikasti de ABD örgütledi.
Sosyal demokrat Juan Emilio Bosch’un seçimleri kazanmasından sonra ise zenginler ve Trujillo rejiminin kalıntıları bir askerî darbe gerçekleştirdi. Zenginler, din adamları ve ordunun bazı bölümleri, Bosch’un “komünist” olduğuna dair yoğun bir propaganda faaliyeti yürüttüler.
Darbeye karşı Bosch’u tekrar başa geçirmeyi hedefleyen direniş, başlangıçta bir hayli başarılı oldu. ABD Başkanı Lyndon Johnson, bu direnişin devrime dönüşmesini engellemek için 40 binden fazla askerini ülkeye yolladı. Birkaç ay süren iç savaşta 10 bine yakın Dominikli öldü. Bunlar eski diktatörlüğün figürlerinden birini, Hector Garcia-Godoy’u “geçiş dönemi başkanı” olarak başa yerleştirdiler. Böylelikle Dominik’in zenginlikleri ABD firmaları tarafından bütünüyle talan edildi.
Dominik’te de ABD’nin bütün tarihi, seçilmiş ve halktan yana reformlar yapan liderlere karşı cuntaları ve askerî diktatörleri desteklemekten ibaret.
Şili: Kahrolsun halkın katili cunta!
ABD’nin güneyindeki topraklarda desteklediği en kanlı darbe ise 1973’te Şili’de gerçekleşti. Allende’nin hükümetine karşı, tıpkı bugün Venezuela’da olduğu gibi, sağcı muhalefet zenginlerin ve orta sınıfların öfkesini, yapılmakta olan reformlara karşı “ayrıcalıkların korunması” talebiyle örgütledi. CIA bu örgütleri destekledi, ABD firmalarının Şili ekonomisinin batırılması için çalışmasını sağladı, generalleri “askerî çözüm” seçeneğine zorladı. Otuz bin kişiyi öldüren darbe sadece reformist Unidad Popular’ı (Halk Birliği) değil, grevlerin içinde sovyet benzeri “cordone” yapılanmalarını kuran işçileri ve ayaklanıp toprağa el koyan köylüleri de yok etti.
Allende’nin işçilerin özörgütlenmelerine güvenmek yerine “sağı ve zenginleri de kapsayan” anayasal ulusal birlik çabası felaketle sonuçlandı.
“Demokrasi şampiyonu” ABD ise seçilmiş hükümete karşı darbeci general Augusto Pinochet’ye tam destek sundu. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, 1970 yılında “Şili’nin tahliye borusundan akıp gitmesine müsade etmeyeceğiz” diyerek ülkedeki ABD “çıkarlarını” terk etmeyeceklerini açıkça dile getiriyordu. ABD, milyonlarca dolar harcadığı seçimleri kendi istediği adayların kazanmasını sağlayamayınca, açıktan darbe seçeneğine yöneldi. Bunlarla ilgili ABD yönetiminin yazışmaları ve tartışmaları daha sonradan açığa çıktı. 2003 yılında Irak işgalinin dışişleri bakanı olan Colin Powell dahi Şili’deki darbeye müdahil olmalarının “Amerikan tarihinin gurur duydukları bir kısmı olmadığını” söylemek zorunda kalmıştı. Dönemin ABD Başkanı Richard Nixon ile Kissenger arasındaki telefon konuşmaları, daha sonradan kamuya yansıdı.
Son konuşmasında ülkesinin işçilerine, yoksullarına, kadınlarına ve gençlerine seslenen “komünist” Allende’ye karşı, Pinochet, ironik bir şekilde “demokrasiyi” savunuyordu. 1973 Ekim’inde şöyle dedi:
“Demokrasi, kurumlarımızın yok edilmesiyle sonuçlanan ahlaksızlıklarından ve kötü huylarından arındırılarak yeniden doğacaktır.”
Pinochet aynı zamanda, demokrasinin kendisini yok edecek unsurları da içerisinden çıkarabildiğini, dolayısıyla “ara sıra kanla yıkanması gerektiğini” söylüyordu. Ona göre, neyse ki, Şili örneğinde durum böyle olmamıştı!
ABD, bugün lanetlenerek anılan bir askerî diktatörü ve kanlı darbesini destekleyerek “demokrasiyi” kanla yıkadı.
Honduras: Katiller Okulu’ndan yetişenlerin ürünü
Sağ kökenlerden gelen devlet başkanı Manuel Zelaya, 2000’lerde Bolivya ve Venezuela’da yükselen solcu iktidarlarla müttefik olmuş ve asgarî ücretin yüzde 50’den fazla yükseltilmesi gibi reformlar yapmıştı. Bunun yanı sıra ulaşımı ucuzlattı, emeklilik ücretlerini artırdı, okullarda ücretsiz öğle yemeği ve süt sağladı.
2009 yılında, daha önce yine ABD’nin desteklediği bir askerî diktatör olan Policarpo Paz Garcia tarafından yazılan 1982 anayasasını referandum yoluyla demokratikleştirmek istediğinde ordu tarafından tutuklandı. Hillary Clinton önderliğinde ABD dışişleri bütünüyle ordunun arkasında durdu.
ABD, daha önceden de Honduras’ta Zelaya’yı devirmek isteyen paramiliter güçleri finansal olarak destekliyor ve eğitiyordu. Cuntanın lideri, General Romeo Vásquez Velásquez, ABD ordusunun bir eğitim programı olan “Katiller Okulu”ndan yetişmişti. Buradan mezun olanlar çok sayıda darbede görev aldılar.
Darbeden sonra ülkede geniş çaplı barışçıl gösterilerle askerî rejime direnilmesine rağmen, ABD direnişin ezilmesinde rol oynadı. Birleşmiş Milletler’in ve Amerikan Devletleri Örgütü’nün Zelaya’nın tekrar iktidara getirilmesi çağrılarına rağmen, Clinton, anayasal düzene dönüş için bunun bir şart olmadığını söyledi.
ABD’nin Honduras büyükelçisi Hugo Llorens, Clinton’a çektiği telgrafta, Zelaya’ya yapılanın anayasa dışı bir darbe olduğunu söylüyordu. Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama departmanından Ann-Marie Slaughter, yasadışı darbeye karşı ABD’nin tutum almasını tavsiye ediyordu. Bunlara rağmen, Hillary Clinton, Honduras’a ABD desteğinin kesilmesine dahi karşı çıktı. Bölgedeki tüm devletler ve AB üyesi ülkeler, büyükelçilerini çektiler. ABD bunu da yapmadı.
Darbeden sonra Honduras çok uzun süren bir şiddet sarmalına girdi. Sendikacılar, gazeteciler, muhalif liderler, köylüler, çevreciler, hukukçular başta olmak üzere rejimin hoşuna gitmeyen çok sayıda kişi katledildi. Hillary Clinton ve ABD, bu devlet teröründen kaçıp ABD sınırını geçen Honduraslı mültecilere karşı da mücadele etti ve bunların sınırdışı edilmesi için ellerinden geleni yaptılar.
Emperyalizm vs demokrasi
Latin Amerika’da daha birçok örnek bulunabilir. Haiti’de defalarca darbe yaptıran ABD, kendi desteklediği diktatörlerin muhalefeti ve işçi sınıfını ezmesi için paramiliter güçler kurmasını sağladı. Brezilya’da 1964’te, o dönem halktan yana reformlar yapan devlet başkanı Joao Goulart’ı deviren kanlı darbeyi destekledi. Uruguay’da 1960’larda yerel polisleri eğitti ve 1973’te gerçekleşen askerî darbenin mimarlarından oldu. Bolivya’da 1971’de Juan Jose Torres’i deviren askerî cunta da CIA destekliydi. Arjantin’de 1976’da Isabel Peron’u deviren ve 30 bin kişinin katledilmesine, 13 bin kişinin kaybedilmesine yol açan cunta için Kissinger, ABD kongresinin desteği kesebilme ihtimalini hatırlatarak, “Yapılması gereken şeyler varsa hızlıca yapılmalı” diyordu. El Salvador’da hükümetin muhaliflere yönelik ABD desteğiyle açtığı “iç savaş” boyunca 75 bin kişi öldü. Panama’yı 1989’da 27 bin ABD askeri işgal etti. Küba’nın işgal edilmesi girişimi ve Fidel Castro’ya yönelik suikast girişimleri, ABD’nin Latin Amerika karnesinde önemli bir yerde duruyor. Bolivya’da demokratik seçimlerle başkan olan Morales’i devirmek için tüm girişimlerde ABD’nin parmağı vardı. Kolombiya’da “uyuşturucuya karşı savaş” bağlamında ölen sivillerin yüzde 75’inde suçlu olan ABD idi. Meksika’nın en gelişkin uyuşturucu kartelini, ABD özel kuvvetleri tarafından eğitilen kişiler kurdu. Nikaragua’da 1979’da bir halk ayaklanması, ABD destekli diktatör Antonio Somoza’yı devirince ABD 1980’ler boyunca bölgede on binlerce kişiyi öldüren bir “terör karşıtı askerî harekât” düzenledi. Venezuela’da 2002’de Chavez’e yönelik ABD destekli darbe halk tarafından engellendi.
Sayısız örnekle anlatılabildiği gibi, ABD’nin Latin Amerika’yı “komünizmden kurtarma” planları, “rejim değişikliği” operasyonları, hep çok kanlı sonuçlara yol açtı. Ve bunların hiçbirisinin demokrasiyle bir ilgisi yoktu. ABD hep seçilmişlerin karşısında eli kanlı katilleri destekledi.
Bugün de durum aynı. Maduro rejimi ne yaparsa yapsın, mesele Venezuela’nın yoksulları veya seçme hakkı değil. Mesele ABD’nin hegemonyasının korunup korunmayacağı. Orta ve Güney Amerika’nın yoksulları ise ABD emperyalizminden ve onun Guaidó gibi kuklalarından nefret etmekte son derece haklı.
ABD dünyanın polisi değil. Önce onun başka ülkelere müdahale etme hakkı elinden alınacak, emperyalizm yenilecek. Maduro gibilerinin hakkından ise Venezuelalı işçiler gelecek.