Tarık Dursun K.
Aşağıdaki öykü Tarık Dursun’un 1966 yılında Kurul Yayınevi tarafından yayınlanan Yabanın Adamları adlı kitabından. O yıllarda taşrada kürtajın nasıl olabildiğini belgeleyen bir öykü. Bugün okunduğunda, devlet hastanelerinde yasal ve kolay kürtaj sunulmasının önemini vurgulayan bir öykü.
MUAYENE kısa sürdü, pinpirik doktor Lütfiye’yi içeride giyinmeye
bıraktı; kendi çıktı, Hacının
yanına geldi:
– “Biraz zor bu seferki Hoca bey..” dedi.
– “Ne kadar olmuş?”
– “Kendi ağzıyla demiyor ama, dört ayı geçmiş,
belli kocaman çünkü…”
– “Çare?”
– “Karışmam, Allahtan korkarım…”
Hacı güldü:
– “Geç Allahı! Kaça patlayacak bana?”
Doktor başını eğdi.
– “Günah! Bırakın kalsın da doğsun..”
– “Sen cümle âleme teneke mi çaldırtacaksın?, diye
parladı Hacı. “Delirdin mi? Benim adım var, sanım var. Herkesler ne demez?”
– “İstersen İzmire götür. Belki orda..”
– “Burda senin suyun mu çıktı ki İzmir’lere
taşınacakmışım? Hiç bile! Sen bunu yaparsın.”
– “Yapamam, korkarım.”
– “Ya’u… Sen… Hey Allahım, lâfa bakındı! Korkarmış!
Şimdiye kadar korkmadın da şimdi mi korkuyorsun?”
Doktor gözlüğünü beyaz patiska gömleğinin
eteğine siliyordu. Başını kaldırmadan:
– “Eskileri sayma..” dedi. “Onların en büyüğü
bir buçuk iki aylıktı. Bu dört aylık. Belki de daha fazla..”
– “Ee, başımıza belâ mı kalacak yani? Bir yumruk
vurdum mu karının karnına, o dakka öldürürüm piçi, olur biter…”
– “Ama anasını da öldürürsün sonra. Çifte
cinayet olur.”
Hacı iskemlesinden kalktı, doktorun yanına
sokuldu, elini omuzuna bıraktı onun.
– “Bu seferlik de hatırımı kırma benim. İşte,
bir iştir oldu. Erkek kısmısı nefsine sahip olabiliyor mu? Sen doktorsun,
benden iyi bilirsin. Üstelik erkeksin de. Karı azgın, ben azgın. Çocuk dediğin
de hemen ağzında bekliyor ki, vırt zırt oluveriyor. Bunda ne karının, ne benim suçumuz
yok. Allahın bir işi! İstedi mi, oluyor. Kendi işini kendi temizlese, neyse ne!
Artık sana kaldı, görüyorsun..”
Durdu, doktorun gözlüklerinin içine içine baktı:
– “Paradan yana gam kasavet çekme. Artık diyeti her
neyse veririm.”
– “Çok kan kaybeder..” dedi doktor. “Bir de
ucunu kaçırdık mı, kadın tahtalı köyü boylar, sonra benim dalıma binerler.”
– “Düşündüğüne bak, kimse dın diyemez. Kim neyin
hesabını soracakmış? Allah sayıyla mı veriyor ki, hükümet sayıyla alsın! Sen o
yanı da bana bırak. Savcı Nizamettin bey adamım, vali, hakeza.”
Kapı aralandı, Lütfiye başını uzattı. Hacı:
– “Sen hele biraz daha dur içerde, oyalanmana
bak. Bizim doktorla konuşacaklarımız bitmedi.” dedi; Lütfiye sessiz, kapıyı
üzerlerine çekti.
– “Çok kan kaybedecek..” dedi doktor. “Çocuk bu kadar
büyüyünce ana rahminden koparıp kazımak zordur.”
– “Kolay olur mu? Elbet zordur. Ama senin
alışkındır ellerin, işini bilirsin.”
– “Ya birşey olursa?”
– “Amma korkak adamsın. Olursaymış? Olursa olur n’apalım!
O zaman da suç benim derim, başını ateşten alırım senin.”
Doktor masasına oturdu, cigara yaktı. Tırnaklarının
dipleri nikotinden kına yakılmış gibi sararıp kızarmıştı. Cigarasının ucundaki
yanarı gözledi:
– “İki bin liraya olur bu iş..” dedi. “Kadın en aşağı iki
gün de bizim evde yatacak, bakılıp beslenecek.”
– “Bin lira..” dedi Hacı, sesi buz kesmişti. “Bin
lira, iki yüz lira da iki günlük bakımı için. Her günü yüz liradan sayarsın.”
Doktor gözlük camlarının altından başını
kaldırarak Hacıyı süzdü:
– “İki bin.. Öbürkiler gibi değil bu, tehlikeli.
Sonunda adamı dama kadar götürürler.”
– “Birşey bile olmaz, meraklanma. Ben sana kâğıt
da veririm. Bir bokluk olursa, hükûmet tabibinin kulağını büktük mü sebeb-î
ölüm başka diye yazılır.”
Elini doktora uzattı. Doktor da ayağa kalktı,
elini Hacının tombul avuçlarına bıraktı.
– “Öğle yemeğini yiyelim de bizim eve gidelim,
hemen başlayalım..”
Yemeği üçü birlik çarşı lokantasında yediler.
Saat ikide doktorun saat kulesinin arkasına düşen uzun mahalledeki kendi evine
gittiler.
Lütfiye ne yemekte, ne yemek sonrasında hiç
konuşmadı. Yalnız il’e geldiklerinden bu yana al al yanan yanaklarında bir
soluma başladı, doktorun evinden içeri girdiklerinde de kireç gibi oldu.
Doktor, yaşını başını almış, erkek kılıklı,
dudağının üstü kapkara kıl, askerî hastane başhemşireliğinden ayrılma bir
kadınla oturuyordu: Eline çabuk, üstelik aklı da evveldi. Doktorun hem
kendisini, hem de işlerini bir güzel çekip çeviriyordu.
Lütfiyeyi erkeklerden ayırdı, yan odaya aldı.
Konuşturup dinledi.
– “Soyun!” dedi kısaca.
Lütfiye odanın perdeleri kapalı penceresi
dibinde oturuyordu. Korku yılanı, yüreğine doğru yürüyüverdi
– “Hemen şimdi mi olacak?” diye sordu.
– “Doktor öyle tenbihlediğine göre. Sen soyun..”
Lütfiye çevresinde bir tutamak arandı. Nerde!
Hemşire alet edavat dolabını açtı; kaminotayı
çıkardı, bir de çeliği par par yanan bir yayvan kutu. Kutuya su koydu,
kaminatoyu yaktı, mavi ispirto hemen alev aldı.
– “Elbise bohçan nerde?”
– “Yok..”
– “Gecelik mecelik getirmediniz mi?”
– “Getirmedik..”
– “Hacıya diyelim de çarşıdan hazır birşey
uydursun..”
Lütfiye içliğiyle hemşireye yanaştı, odanın içi
soğuk değildi ama tüyleri kalkınmıştı. Elleriyle çıplamış
omuzlarını kapattı.
– “Uzun mu işimiz bu defa?”
Hemşire karı iğnenin kırk parçasını dolaptan
aldığı gibi kaynayan çeliğin suyuna attı, su cazırdadı.
– “İki üç gün yatıp dinlenmen gerek.”
– “Nerde yatacağım ki?”
– “Doktor burda yatacak dedi, burda! Üstkata bir
somya koruz, yatarsın. Ben bakarım sana…”
Kaminatoyu söndürdü, fokurdama durdu.
– “Hadi sen soyun!”
Lütfiye az açıldı. Duvar kenarında muşamba kaplı
yatak gibi birşey duruyordu. Çıkardıklarını yanındaki sandalyada biriktirdi.
– “Sütyenini de çözsene!.”
Ellerini tutamıyordu ki… Kopça girdiği yerden kurtulamadı
bir türlü; Lütfiyeyi ter basındı, alnı boncuklandı.
Hemşire geldi, sırtını döndürttü, kopçayı
kurtardı. Sütyen sıyrıldı. Lütfiye kendi kokusunu keskin keskin duydu. Ellerini
koltuk altlarından geçirdi, sucuk gibi olmuşlardı. Sütyenine silindi sezdirmeden.
Yan gözle de hemşire karı ‘n’apıyor’ diye baktı: iğneyi hazırlamıştı; ampulu kırdı,
başını içeri soktu, ağır ağır ilâcı çekti, sonra havaya dikti, bir iki kere
alttan bastırıp fışkırttı; odaya hastane kokusu gibi bir koku düştü.
– “Gömleğinin altında ne var?”
– “İçliğim..”
– “Çıkart!.”
Lütfiye titriyordu. Titremiyeyim diyordu, yine
titriyordu.
– “Külotunu da..”
Uzandırdı, gömleğini sıyırıp karnını açtı.
Lütfiye gözlerini yummuştu. Beriki avucunu karnın derisinde gezdirdi: deri bir
kasıldı, bir seyirdi. Aradığı yeri buldu, parmakları alışkın, göbeğin altındaki
nazik noktayı tutup gerdiler, iğne bir girdi, keskin ucu hemen ete gömüldü,
Lütfiye ‘hı’ dedi o kadar.
– “Yat şimdi öyle! Hiç düşünme birşey, emi?”
Lütfiye dişleri sıkık, başını salladı: ‘olur.’
Beriki görmesin diye de yana çevirdi: gözlerinden sıcak yaşlar akıyordu, burnu
dolmuştu. Görmeden, hemşire karının kaminotayı yeniden yaktığını, alet edevat
dolabından şakırdayan başka şeyleri çıkardığını, onları ısıtıp arıtmaya
koyulduğunu duydu: “Allahım, yine mi bu, yine mi?”
Doktorun sesi geldi:
– “İğneyi yaptım..” dedi hemşire karı. “Çok
birşey kalmadı.”
Doktor başı ucunda bitti birden. Eğilip sordu:
– “Nasılsın bakalım?”
Gözlerini açmadı, kirpiklerinde yaşlar
birikmişti.
– “Hiç acı çekmeyeceksin, duymayacaksın bile. Bu
defa iğne yaptık sana. Duysan duysan, pire ısırığı gibi birşey duyarsın. Gerisi
hava civa…”
Terden yapış yapış olmuş saçlarını kadının alnından
sıyırdı: “Vah fıkaram, kadın olmanın belâsı işte! Topuz gibi de. Böyle karıya
azmayıp da kime azacak Hacı deyyusu? Taşın taşı!.”
Yutkundu.
– “N’oldu?”
– “Hazır!.”
Gitti, öbür odaya geçti. Hacı hemen kalkındı.
– “Başlıyor mu?”
– “Başlayacağız. İğne nerdeyse tesirini
gösterir..
– “Parayı dönüşümde vereceğim.. dedi Hacı. “Kız sana
emanet artık.”
– “Önce Allaha, sonra bana. Allah istemedi mi..”
– “Allah bu işlere karışmaz, sen boş ver! Eline
sıkı durdun mu, sensin!”
– “Ne zaman dönüyorsun?”
– “Yarın akşama burdayım, en geç. Sürmez ya, bakarsın
uzayıverir.”
El sıkıştılar. Kapıda Hacı:
– “Göreyim seni doktor..” dedi. “Bunu yüzünün
akıyla bir hallettin mi, yaza İzmirde sana rakılı makılı ayrıcana büyük bir
ziyafet..”
Doktor ardından kapıyı kapadı, odaya döndü.
– “Nedir vaziyeti?”
– “İyi!.”
Lütfiyenin indirdiği gömleğini yukarı çekti,
toplaya toplaya göğüslerine kadar getirdi, büktü.
– “Nasılsın?”
Lütfiye boş boş baktı doktora.
Doktor karnına, karnının altına doğru bastırdı
parmaklarını.
– “Duyuyor musun?”
Lütfiye başını salladı: ‘Hayır..’
– “Gel bakalım Übeyde!” diye, doktor, hemşire karıyı
çağırdı.