Roni Margulies
Hayvan türlerinin insan tarafından binlerce yıldır seçilim yoluyla istenen yönde değiştirilmesi gibi insan türünün de genetik olarak iyileştirilebileceği ve iyileştirilmesi gerektiği fikri, bu “bilim” dalına öjenik (soy ıslahı, soy arıtımı, eugenics) adını veren İngiliz bilim adamı Sir Francis Galton tarafından 1883’te ortaya atılmıştır.
Fikrin bilimsel temeli şöyledir: Günümüzde insanların evlerinde ve sokaklarda gördüğümüz bin bir çeşit köpeğin hepsinin ortak atası, birbirlerine hiç benzemiyor da olsalar, kurttur. Ama bu farklı farklı köpekler evrim süreci sonucunda değil bilinçli insan müdahalesiyle ortaya çıkmıştır. Kurt yavrularının en uysallarını alıp çifleştirirsiniz, bunu birkaç nesil boyunca yaparsınız, ortaya daha uysal bir hayvan (köpek) çıkar. En küçüklerini çiftleştirirsiniz küçük bir köpek türü, en tüylülerini çifleştirirsiniz tüylü bir köpek türü ortaya çıkar. (Aynı süreç, tohumları seçerek, bitkilere de uygulanmıştır elbet).
Galton, aynı şeyin insanlara da uygulanmasını savunuyordu. İnsanların “iyi”, “akıllı”, “güçlü” v.s. olanlarının çiftleşmesi özendirilir, bu özelliklere sahip olmayanların çiftleşmesi engellenirse, insan türü birkaç kuşak içinde ıslah edilebilirdi. Bir başka İngiliz bilim adamı, Reginald Punnett, 1913’te şöyle yazar: “Evlilikleri düzenleyerek, istenmeyen insan tiplerinin bir araya gelmesini özendirip istenmeyen tiplerin ayrı kalmasını sağlayarak dünyayı sefaletten ve hastalığın, zayıflığın ve kötülüğün sebep olduğu ıstıraplardan kurtarma doğrultusunda çok yol gidebiliriz.”
Kimlerin çiftleşebileceği kararının bir üst otorite tarafından verilmesi kolayca kabul görebilecek bir öneri değildi. Ama örneğin cezaevlerinde ve akıl hastanelerindeki insanların, özürlülerin ve kronik hastaların çiftleşmesinin engellenmesi çok daha makul görülebiliyordu. Daha radikal öjenik taraftarları yoksulların ve “başarısız” olanların da çocuk yapmaması gerektiğini öneriyordu.
“Alt” ve “kirli” ırklar
“Yok, daha neler! Olmaz öyle şey” diye düşünebilirsiniz. Bal gibi olur ve olmuştur. Amerika’da üremesi uygun görülmeyen insanların zorunlu kısırlaştırılmasını öngören ilk yasalar 1907’de geçirilmiş ve bunu izleyen 20 küsur yıl içinde, 1930’a kadar, hem Amerika’nın çeşitli eyaletlerinde hem bir dizi Avrupa ülkesinde benzer yasalar özellikle cezaevleri ve akıl hastanelerinde uygulanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında bu yasalar iptal edildiğinde, tahminlere göre Amerika’da toplam 60.000 kişi kısırlaştırılmıştı.
Yasaların iptal edilmesi öjenik fikrinin Nazi Almanyası’nda mantıksal sonuçlarına vardırılıp uygulanmasından kaynaklanıyordu. Almanya’da yapılanlar savaş sonrasında ortaya çıkınca, diğer ülkelerde bunu savunmak imkânsız ve utanç verici hâle gelmiş, yasalar birer birer iptal edilmiş veya en azından artık uygulanmaz olmuştu.
Bazı insanların ürememesi (ve yok olması) gerektiği düşüncesi zaten faşizmin temel yaklaşımlarından biri olduğu için, “üstün Aryan ırkını temiz tutmak” ve kirlenmesini engellemek amacıyla Naziler en aşırı öjenik projesini uyguladı. İnsan değil “alt-insan” (untermensch) olarak görülen Yahudilerin yanı sıra, diğer “alt” ve “kirli” ırklar (Romanlar ve başta Polonyalılar ve Ruslar olmak üzere Slavlar) da imha edilmeye çalışıldı. Faşistler kısırlaştırmayla filan uğraşacak değillerdi elbet; milyonlarca insan doğrudan katledildi. Amaç, beyaz tenli, sarışın, mavi veya yeşil gözlü, Germen kökenli, üstün zihinsel ve fiziksel güce sahip Aryan ırkından olmayanları ortadan kaldırmaktı.
Bir yandan devasa bir “ırk temizliği” yaparken, Naziler bir yandan da doğrudan öjeniğe dayanan bir program uyguladı. Gizli olarak Heinrich Himmler’in yönetiminde gerçekleştirilen Lebensborn (hayat kaynağı) projesi çerçevesinde Naziler, yüzde yüz safkan Aryan olduğunu düşündükleri binlerce genç kadın ve genç SS subayı saptadı. Mümkün olduğunca çok çocuk yapmaya özendirildiler. Çocuklar Yahudi evlerinden yağmalanan eşyayla döşenmiş “Lebensborn evleri”nde büyütüldü. Bu proje kapsamında 17.500 çocuk doğduğu tahmin ediliyor. Savaştan sonra bu çocuklar Alman ailelerine evlatlık olarak dağıtıldı.
“Beyaz ırkın bütünlüğünü/saflığını korumak”
İlk olarak Amerika’da uygulanıp daha sonra Naziler tarafından en aşırı şekliyle uygulamaya konulan bir diğer “ırk temizliği” yaklaşımı, ırklar arası evliliğin yasaklanması olmuştur. Amerika’da kölecilik döneminden beri geçerlikte olan ve beyaz olmayan bir kişinin beyazlarla evlenmesini yasaklayan yasalar neredeyse günümüze kadar Amerikan hukukunun bir parçası olmuştur. Yasaların gerekçesi, bizzat yasa metinlerinde “beyaz ırkın bütünlüğünü/saflığını korumak” olarak belirtilmiştir.
Virginia eyaletinde 1959’da beyaz bir erkekle siyah bir kadının evlenmesi üzerine dava açılmış ve evli çift suçlu bulunmuştu. Hakim şöyle demişti: “Ulu Tanrı ırkları beyaz, siyah, sarı, malay [kahverengi] ve kırmızı olarak yaratmış ve her birini ayrı bir kıtaya koymuştur. Ve Tanrı’nın bu düzenlemesine müdahale edilmiş olmasa, böyle davalara gerek olmayacaktı. Tanrı’nın ırkları ayırmış olması, ırkların karışmasını istemiyor olduğunu gösterir.”
Amerika’da yürürlükte olan son ‘ırklar arası evlilik’ yasası Alabama eyaletinde 2000 yılında iptal edilmiştir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ise benzer amaçlı Karışık Evliliklerin Engellenmesi Yasası ve Ahlaksızlık Yasası ta 1985 yılına kadar geçerli kalmıştır.
Irklar arası evliliği yasaklayan yasalar öjenik yasalarından bile çok daha ırkçıdır. “Üstün” bir ırk vardır ve yasaların amacı bu ırkın “kanının” ve/veya “genlerinin” sulanmasını, “kirlenmesini” engellemektir. Naziler elbette bir “üstün” ırk ve başta Yahudiler olmak üzere bir dizi “alt” ırk tanımlıyordu. Nüremberg yasalarına göre, büyükanne/büyükbabalarının dördü de Alman olanlar Alman olarak, üç veya dördü Yahudi olanlar Yahudi olarak, bir veya iki tanesi Yahudi olanlar ise “melez” (mischling) olarak tanımlanıyordu ve bir Alman’ın diğer kategoriye dahil olanlarla evlenmesi yasaktı. Başta Yahudileri kapsayan bu yasalar daha sonra Romanları ve siyah Afrikalıları da içerecek şekilde genişletildi.
Irk nedir?
Irkların farklılığını anlatan ve bunu kanıtlamaya çalışan tüm teorilerin ortak ve şaşmaz bir özelliği var: Hiçbirinin bilimsel bir temeli yok. Bazı ırkların üstünlüğünü savunsa da savunmasa da, hatta bütün ırkların eşit olduğunu bile savunsa, bütün bu teoriler tümüyle temelsiz.
Irk teorilerinin yanlış olduğunu anlatmak ve net olarak kanıtlamak ırkçılığı ortadan kaldırmayacaktır. Irkçılık yanlış bilgiden değil siyasetten kaynaklanır çünkü. Ama yine de niye yanlış olduklarını bilmekte yarar vardır.
İnsanların ilk bakışta en göze çarpan özelliklerinden biri ten rengi (yukarıda alıntıladığım Amerikalı hakimin ifadesiyle beyaz, siyah, sarı, kahverengi ve kırmızı) olduğu için, bu renklerin ayrı ırkları belirlediği düşüncesi çok eskiden beri çok yaygındır. Ten rengine ayrıca göz rengi ve şekli, saç rengi, burun ve dudak şekli de eklenir. Bu özellikleri belirleyen mekanizmaların (genlerin, evrim sürecinin, genlerle çevre koşullarının etkileşiminin) bilinmediği dönemde, yani 60-70 yıl öncesine kadar, insanları bu temelde ayırmak makul görünüyordu. Gerçi birinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia etmek için, aralarında hiyerarşik bir ilişki kurmak için hiçbir somut neden yoktu, ama farklı göründükleri açıktı.
Oysa ten veya göz renginin bir insanın genel nitelikleri hakkında hiçbir şeye işaret etmediğini bugün biliyoruz. Bu basit fiziksel özellikler, farklı coğrafî bölgelerde yaşayan insan topluluklarının doğal seçilim yoluyla farklı çevre koşullarına uyum sağlamasından kaynaklanıyor. Boz ayının kutuplara göçtüğünde beyaz olması ve avına görünmez hâle gelmesi gibi.
Ayı örneğiyle yetinmeyelim, insandan da bir örnek vereyim. İnsanın (Homo sapiens’in) Afrika’da ortaya çıktığını ve başlangıçta herkesin siyah olduğunu biliyoruz. Afrika’da güneş çoktur. Siyah ten rengi zararlı karsinojen güneş ışınlarını engeller. İnsanlar Afrika’dan çıkıp kuzeye göçtükçe daha az güneş ışınına maruz kalmışlar ve ışınlardan korunma gereği kalmamıştır. Aksine, güneşin az olduğu yerde D vitamini eksikliği sorun olur, güneş ışınlarını deriden daha iyi emebilmek avantajlı hâle gelir. Yani siyah değil beyaz olmak avantajdır, evrim süreci doğal seçilim yoluyla bunu sağlamıştır. Açık ki, beyaz tenli olmak bünyenin az güneşli ülkelerde D vitamini üretebilmesi açısından yararlıdır, başka hiçbir anlamı yoktur, hiçbir üstünlük göstergesi değildir.
Tüm ırkçı teorilerin ikinci yanılgısı da şu: Evet, ilk bakışta farklı kıtaların nüfuslarının bazı farklı fiziksel özellikleri varmış gibi görünüyor. Ama istisnasız tüm genetik incelemeler gerçek durumun çok daha karmaşık olduğunu gösteriyor.
Her şeyden önce, ırk göstergesi olarak niye ten rengi, göz rengi ve şekli, saç rengi, burun ve dudak şekli alınıyor? Örneğin, niye boy alınmıyor? Niye kan grubu alınmıyor? Bunlar ve daha pek çok fiziksel özelliğe bakıldığında, hiçbir özel dağılım göstermeden tüm dünya nüfusuna dağılmış oldukları görülür.
İkincisi, sanki coğrafî bölgelere ayrılmış gibi görünen ten rengi bile gerçekte net olarak insanları ayrıştırabilecek bir şey değil. Birbirinden farklı beş kessin grup yok. Olmaması da çok doğal, çünkü insanlar yaklaşık 60.000 yıl önce Afrika’dan Avrupa ve Asya’ya doğru göçmeye başladıklarından beri sürekli göçüyorlar, karışıyorlar, tekrar göçüp tekrar karışıyorlar. “Irk” olarak düşünülen insan gruplarının hiçbirinin sadece kendisine özgü temel ve ayrı bir özelliği yok. Ünlü Harvard Üniversitesi genetik professörü Richard Lewontin’in sözleriyle: “Irksal sınıflandırma, insanın morfolojik ve kültürel özelliklerinde açıkça varmış gibi görünen farklı kümeleri tanımlama çabasıdır. Ancak sorun şu ki, tasnif yaparken bu kümeler var olmakla birlikte, kümelerin arasında serpiştirilmiş olan nüfuslar vardır ve dolayısıyla kümeler arasına çekilen çizgiler keyfî olmak zorundadır.”
Kısacası, ırk yoktur. Ama ırkçılık vardır ve çok zaman ölüme, katliamlara, soykırımlara yol açar.
Genlerim ve “Irkım”
Burak Demir
Son yıllarda genetik teknolojisinin hızla gelişimi DNA testi ve analizi maliyetlerini binlerce dolardan 50-100 dolara indirdi. Bu da DNA testiyle etnik köken tahmininde bulunan pek çok şirketin kurulmasına ve her geçen gün daha fazla insanın bu şirketlerden hizmet almasına imkân sağladı. İnternetten bir DNA testi kiti satın alıyorsunuz, evinize gelen kutudan çıkan kulak çubuğu benzeri bir çubukla yanağınızın içini biraz kazıyıp bir kutuya koyup geri postalıyorsunuz. Birkaç hafta sonra etnik kökeninizi belirten, örneğin şöyle bir mail alıyorsunuz:
“Yüzde 69,7 Batı Asya , yüzde 9,5 Ortadoğu, yüzde 10,4 Kuzey Afrika – Sefarad Yahudisi, yüzde 6,8 Kuzeybatı Avrupa (İrlandalı, İskoç ve Galli), yüzde 1,8 Güney Asya, yüzde 1,8 Orta ve Güney Amerika.”
Yukarıdaki oranlar bu satırların yazarı için yapılmış tahminlerin sonucu. Türkiye’den bu testleri yaptıran pek çok kişi internette sonuçlarını paylaşıyor ve doğrusu çoğunun sonuçlarına göre benim sonucum biraz “renksiz”. Yüzde 70 gibi oranlara pek rastlanmıyor, daha dağınık bir oran çıkıyor. Bir de, Türk olduğunu tescil ettirmek isteyip bu testi yaptıran ama örneğin yüzde 40 Yunan, yüzde 20 Batı Asya, yüzde 10 Nijerya gibi sonuçlar görüp şaşıran pek çok insan var.
Etnik kökeninizin yanında, bu şirketlere test yaptıran diğer insanlardan hangileriyle kaçıncı dereceden akraba olduğunuzu da görebiliyorsunuz. Bu sayede kayıp kardeşini, hiç tanımadığı babasını bulan insanlar da var.
Bu testlerle ilgili akla şöyle sorular gelebilir: İrlandalı geni, Yunan geni, Nijeryalı geni mi var ki bu testlerle böylesi çıkarımlarda bulunuyorlar? Diğer yandan, benim annem Urfalı, babam Urfalı, nasıl oluyor da Güney Asya’dan Orta Amerika’ya dağılan bir etnik köken tahmini çıkabiliyor? Nasıl oluyor da yüzde 7 İrlandalı çıkabiliyorum?
Öncelikle tabii ki Yunan geni, Türk geni gibi genler yok ve bu şirketler de her ne kadar etnik köken tahmini yaptıklarını iddia etseler de yaptıkları aslında sizin hangi coğrafyada yaşayan insanlarla ne oranda akraba olduğunuza dair kaba bir tahminde bulunmak.
DNA analizi tekniği geliştirildikten sonra araştırmacılar dünya çapında on binlerce insandan DNA örneği alıp analiz ettiler ve sonuçlara göre haplogruplar belirlediler. Bir haplogrup, aynı coğrafyada yaşayan ve görece yakın tarihte yaşamış bir ortak ataya sahip olan insanları kapsıyor. Beklendiği gibi, bu haplogruplar genellikle çok geniş bir bölgede yaşayan farklı halklardan oluşuyor. Örneğin, Batı Asya haplogrubu Afganistan, Özbekistan, İran, Ermenistan, Gürcistan, Türkiye, Irak ve Suriye’yi kapsıyor. Bu, bu kocaman coğrafyada yaşayan farklı halklardan herhangi iki kişiyi, örneğin bir Kürt ile bir Gürcü’yü sadece genlerine bakarak ayırdedebilmenin imkânsız olduğu anlamına geliyor. Bazı şirketler, Yunanistan, İtalya gibi birkaç istisnaî küçük coğrafya ismiyle haplogruplar da kabul etseler de genellikle Batı Avrupa, Güneydoğu Asya gibi haplogrup isimleri kullanıyorlar.
Diğer soruya gelirsek, bir insanın genetik köken tahmininde hem Güney Asya, hem Kuzeybatı Britanya nasıl olabiliyor? Şunun altını çizmek lazım ki bu tip bir sonuç hiç de istisnaî değil. Dünyada bu testi yaptıran herkesin sonuçları benzer dağılımlar gösteriyor. Bunun başlıca nedenlerinden birisi ulaşım imkânlarının çok kısıtlı olduğu dönemlerde bile, muhtemelen tahmin edilenden çok daha fazla insanın farklı coğrafyalara göç etmiş ve buralarda çocuk sahibi olmuş olması. Diğer çok önemli neden, matematiksel. Bir insanın ya soyu devam etmiyor, ya da onun soyundan gelen insanların sayısı her nesilde geometrik olarak, sürekli katlanarak artıyor. Örneğin bin yıl önce yaşamış bir insanın bugün yaşayan torunları ya hiç yoktur ya da milyonlarcadır.
Dünyadaki herkesin aynı ortak atadan geldiği öteden beri biliniyordu. Bu genetik testler de gösterdi ki dünyadaki nerdeyse herkesin en son yaşamış ortak atası çoğu insanın tahmin ettiğinden çok daha yakın tarihte yaşamış.