Leon Troçki
Bu makaleyi Troçki 15 Temmuz 1933 tarihinde, eşi Natalya Sedova ve kendisi için heyecanla beklediği Fransız vizelerinin gelmesinden birkaç gün sonra ve Fransa’ya doğru yola çıkmalarıyla dört buçuk yıllık Türkiye sürgününün sona ermesinden birkaç gün önce yazmıştır. 1 Aşağıda okuyacaklarınız, Hayatım (Yazın Yayınları, 1999) ve Rus Devriminin Tarihi (Yazın Yayınları, 2017) kitaplarını Büyükada’da yazan Troçki’nin belki de Türkiye’de yazdığı son satırlardır.
Ve işte! Pasaportlarımıza net ve tartışılmaz Fransız vizeleri yapıştırıldı. İki gün sonra Türkiye’den ayrılıyoruz. Eşim ve oğlumla buraya ilk vardığımda -dört buçuk yıl önce- Amerika’da “refah ve bolluk” ışığı pırıl pırıl parlıyordu. Bugün, o dönem tarihöncesi gibi, adeta efsane gibi görünüyor.
Büyükada bir dinginlik ve unutkanlık adası. Dünyanın yaşamı buraya ancak uzun bir gecikmeyle ve sesi kısılmış olarak ulaşıyor. Ama kriz yolunu bulup buraya kadar geldi. İstanbul’dan her yıl daha az kişi adaya geliyor ve gelenlerin de her yıl daha az parası var. Talep olmadığında bu müthiş balık bolluğunun ne faydası olabilir ki?
Büyükada elde kalemle çalışmak için çok güzel bir yer, özellikle tamamen ıssızlaştığı ve parklarda çullukların baş gösterdiği sonbahar ve kış aylarında. Burada tiyatro olmadığı gibi, sinema da yok. Otomobiller yasak. Dünyada bunun gibi kaç yer var? Evimizde telefon yok. Eşeklerin anırması insanın sinirlerini yatıştırıyor. Büyükada’nın ada olduğunu insanın bir dakika bile unutması mümkün değil, deniz pencerenin hemen altında çünkü ve adanın hiçbir noktası denizden uzak değil. Bahçenin taş duvarının on metre ötesinde balık tutuyoruz, elli metre ötesinde ıstakoz. Bazen haftalar boyunca deniz bir göl kadar uysal.
Ama dış dünyayla yakın ilişki içindeyiz, posta geliyor çünkü. Bu, günün zirve noktası. Postadan yeni gazeteler, yeni kitaplar, dostlardan mektuplar ve düşmanlardan mektuplar çıkıyor. Bu matbu ve elyazısı kağıt yığını, özellikle Amerika’dan pek çok beklenmedik şey içeriyor. Dünyada benim ruhumu selametiyle acilen ilgilenen bu kadar çok insan bulunmasına inanmakta zorlanıyorum. Şu geçtiğimiz yıllarda o kadar çok dinî kitap gönderildi ki bana, sadece tek bir kişinin değil bir tümen azılı günahkârın selameti için yeterli bunlar. Gelen bu din kitaplarında ilgili bölümler bana kolaylık olsun diye işaretlenmiş oluyor. Ancak ruhumun cehennemde yanmasını isteyenlerin sayısı da daha az değil ve bunlar, isimlerini vermeden de olsa, arzularını takdire şayan bir açıklıkla belirtiyorlar. Yazı uzmanları, karakterimin analizini yapabilmek için elyazımı göndermemi rica ediyor. Astroloji uzmanları yıldız falımı çıkarabilmek için doğduğum gün ve saati bildirmemi istiyor. İmza kolleksiyoncuları, kolleksiyonlarında bulunan iki Amerika cumhurbaşkanı, üç ağır siklet boks şampiyonu, Albert Einstein, Albay Lindbergh ve elbet Charlie Chaplin’in imzalarına eklemek için imzamı elde etmeye çalışıyor. Bu tür mektuplar hemen hemen tümüyle Amerika’dan geliyor. Zamanla, elimdeki mektubun bir müzeye koymak için benden bir baston mu istediğini, beni Metodist kilisesine vaiz olarak kazanmaya mı çalıştığını, yoksa cehennemde bana ayrılmış olan yerde ne işkenceler göreceğimi mi anlattığını zarfına bakarak anlar oldum. Ekonomik kriz keskinleştikçe, bu tür mektuplar arasında cehennem anlatılarının oranı kesin bir şekilde arttı.
Postadan beklemediğim şeyler de az çıkmıyor. Birkaç gün önce Fransız vizeleri çıktı. Kuşkucuların -bizim evde de vardı bunlardan- yüzleri kızardı. Büyükada’dan ayrılıyoruz. Evimiz daha şimdiden neredeyse boşaldı; aşağıda ahşap kkutular duruyor ve genç eller çivileri çakmakla meşgul. Yaşlı ve bakımsız yalımızda geçtiğimiz bahar aylarında yerler öyle esrarengiz bir boyayla boyandı ki, aradan dört ay geçmiş olmasına rağmen masalar, iskemleler ve hatta ayaklarımız yere hafifçe yapışıyor. Gariptir, şu geçtiğimiz yıllarda ayaklarımın Büyükada’nın toprağına da biraz kök saldığını hissediyorum.
Yürüyerek adanın tüm çevresini iki saat içinde dönmek mümkün ama doğrusu adanın kendisiyle pek bağlantım olmadı. Ama bu nedenle, dalgaları adaya vuran denizle daha fazla ilişki kurdum. Geçen elli üç ay içinde Marmara Denizi’yle çok yakından tanıştım, paha biçilmez öğretmenimin yardımıyla. İsmi Haralambos ve evreni Büyükada’nın çevresinde yaklaşık dört kilometre yarıçapında bir alan. Ama Haralambos evrenini bilir. Ayırt edemeyen gözler için deniz uzandığı her yerde hep aynıdır. Oysa yüzeyinin altında ölçülemeyecek kadar çok çeşitli fiziksel organizmalar, mineraller, bitkiler ve hayvanlar barındırır. Haralambos’un okuma yazması yok maalesef, fakat Marmara Denizi’nin o güzel kitabını sanatçı gibi okur. Babası ve dedesi ve dedesinin dedesi de kendisi gibi balıkçıymış. Babası şimdi hâlâ balıkçılık yapıyor. İhtiyarın uzmanlık alanı ıstakoz. Yaz aylarında ıstakozu diğer balıkçılar -ve oğlu ve ben- gibi ağ kullanarak yakalamıyor, avlıyor. İzlenmesi müthiş heyecan verici. İhtiyar beş veya sekiz metre veya hatta daha derin sularda bir kayanın altında ıstakozun saklandığı yeri ayırt edebiliyor. Ucu demir olan çok uzun bir sopayla kayayı hareket ettirdiğinde açıkta kalan ıstakoz kaçmaya başlıyor. İhtiyar hemen kürekçiye bağırıyor, ıstakozu kovalıyor ve ucunda kare bir çerçeveye bağlı bir ağ olan ikinci bir sopayı kullanarak ıstakozu yakalayıp kayığa alıyor. Deniz hafifçe dalgalı olduğunda ihtiyar parmaklarıyla suyun üzerine birkaç damla yağ serpiyor ve derinliklere yağlı aynadan bakıyor. İşler yaver gittiğinde günde otuz, kırk veya daha fazla ıstakoz yakalıyor. Ama bo dönemde herkes fakirleşti ıstakoz talebi de Ford’un otomobillerine olan talep gibi düştü.
Ağ kullanarak balık tutmak profesyonel bir iş olduğundan, özgür bir sanatçıya yakışmayan bir şey olarak düşünülüyor. Bence yüzeysel ve yanlış bir yaklaşım! Ağ kullanmak ince bir sanat! Her balık türü için doğru zamanı ve yeri bilmek gerekiyor. Deniz dibinin şekline ve daha bir düzine başka unsura bağlı olarak ağın yarım daire şeklinde, bazen de daire veya helezon şeklinde nasıl yayılacağını bilmek gerekiyor. Hareket halindeki bir tekneden ağın hızla ve ses çıkartmadan denize bırakılması gerekiyor. Ve son olarak da balıkların ağa doğru sürülmesi gerek. Günümüzde bu sonuncusu, on bin yıl ve daha öncesinde yapıldığı gibi, kayıktan denize atılan taşlar yoluyla yapılıyor. Balıklar bu taşlarla önce dairenin, sonra da bizzat ağın içine sürülüyor. Bu iş için, yılın farklı zamanlarında ve denizin farklı koşullarında farklı miktarda taş gerekli oluyor. Zaman zaman taş stoklarının karadan yenilenmesi gerekir. Ama kayıkta kalıcı olarak bulunan, uzun iplere bağlı iki tane taş vardır. Bunları suya güçlü bir şekilde atıp derhal geri çekmeyi bilmek gerekir. Taş ağa yakın bir yere düşmelidir. Ama ağın üstüne düşer ve ağa dolanırsa, yanmıştır o balıkçı! Haralambos ezici bakışlarla azarlar onu – ve haklıdır. Kibarlığından ve bir sosyal disiplin duygusundan olsa gerek, Haralambos benim taş atmakta genellikle fena olmadığımı kabul ediyor. Ama kendi performansımı Haralambos’unkiyle karşılaştırdığımda, kendini beğenmişliğim derhal uçup gidiyor! Haralambos ağları bana görünmez olmalarından sonra da görebiliyor ve kendine görünmez olmalarından sonra da nerede olduklarını biliyor. Sadece önünde olduklarında değil, arkasında olduklarında da yerlerini hissedebiliyor. Elleriyle ağlar arasındaki esrarengiz bir sıvı aralarında hep bir bağlantı oluşturuyor sanki. Ağı kayığa çekmek kolay iş değil; Haralambos beline sıcak temmuz günlerinde bile geniş yünlü bir atkıyı sıkı sıkı sarıyor. Ağ çekilirken kayık öyle hareket ettirilmeli ki, ağın çizdiği kavisin ne önüne geçmeli ne de gerisinde kalmalı. Bu benim işim. Yardımıcısını yönlendirmek için ustanın yaptığı neredeyse görünmez el hareketlerine dikkat etmeyi öğrenmem kolay olmadı.
Çok zaman denize on beş kilo taş attıktan sonra Haralambos’un çektiği ağdan başparmağım boyunda bir tane küçük ve yalnız balık çıkıyor. Bazen de ağın bütünü balık kaynıyor, canlıymış gibi kıpır kıpır parlıyor. Aradaki farkı nasıl açıklamalı? Omuz silkip “Deniz” diyor Haralambos. Türkçe “Deniz” kelimesi “kader” kelimesi gibi çınlıyor.
Haralambos’la Türkçe, Rumca, Rusça ve Fransızca dillerinin karışımından yavaş yavaş oluşmuş yeni bir dil konuşuyoruz, ama bu dillerin kelimeleri şiddetle çarpıtılmış oluyor ve nadiren gerçek anlamlarına uygun şekilde kullanılıyor. İki veya üç yaşında çocuklar gibi cümleler kuruyoruz. Ancak, sık yaptığımız işlemlerin Türkçesini net olarak ve yüksek sesle dile getirebiliyorum. Buna tesadüfen kulak misafiri olup gayet iyi Türkçe konuşabildiğim sonucunu çıkaranlar oldu; hatta gazeteler Amerikalı yazarları Türkçe’ye çevirdiğimi yazdı; azıcık abartıyorlar!
Bazen ağları suya bırakır bırakmaz arkamızda bir fışırtı ve bir homurtu duyuveriyoruz. Kaygıyla “Yunus!” diye bağırıyor Haralambos. Tehlike! Yunus balıkçının taş atarak balıkları ağlara sürmesini bekliyor, sonra tek tek hepsini koparıp alıyor, tuz biber niyetine ağın da koca koca parçalarını yırtıp yiyerek. Haralambos, “Ateş edin, Mösyö!” diye bağırıyor. Tabancamı çekip ateş ediyorum. Yunus gençse korkar ve kaçar. Ama yaşlı korsanlar sanki elimdeki tabanca oyuncakmış gibi küçümseyerek davranır. Tabanca patlayınca, herhalde kibarlıktan olsa gerek, biraz uzaklaşırlar ve homurdanarak beklemeye koyulurlar. Boş ağlarımızı hızla toplayıp başka tarafa gitmek zorunda kalmışlığımız vardır.
Yunus tek düşmanımız değil. Adanın kuzey kıyısındaki küçük siyah bahçıvan başkalarının ağlarını gece nöbetçisiz bırakıldıkları taktirde boşaltmakta uzmanlaşmış. Akşama doğru sandalına atlayıp balığa çıkıyormuş gibi denize açılıyor, ama asıl amacı görüş açısının geniş olduğu bir noktada bekleyip diğer balıkçıların ağlarını gece için nerelere saldıklarını izlemek. Ağ çalanlar da var (Haralambos’la ben az ağ kaybetmedik), ama bu riskli ve zahmetli bir iş. Çalınan ağın tanınmaması için değiştirilmesi gerekir; ağın bakımı yapılmalıdır, yamalanmalıdır, zaman zaman da ziftle boyanmalıdır. Küçük bahçıvan bu sıkıcı işleri yapmayı ağların sahiplerine bırakır; kendisi ağlardaki balık ve ıstakozları almakla yetinir. Yolda karşılaştıklarında Haralambos’la ikisi birbirlerine bıçak gibi keskin bakışlar atar. Mecburen kandırmacalara başvuruyoruz: Kayığımızla biraz açılıp ağı suya bırakırmış gibi bir pantomim sahneliyoruz, sonra tavşan kaynayan küçük adanın arka tarafına geçip gizlice ağlarımızı atıyoruz. Yaklaşık üç defada bir düşmanı kandırmayı becerebiliyoruz.
Burada en yaygın olan balıklar barbonnel 2 ve barbun. Barbun tutanların en ustası ihtiyar Koço. Balıkları çok iyi tanıyor ve bazen balıklar da onu tanıyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan. Barbunlar bol olduğunda Koço muhtemel rakiplerine ani bir stratejik darbe vuruyor. Herkesten erken çıkıp denizin tarlasını bir uçtan bir uca değil satranç tahtasındaki atın hareketleri gibi, hatta daha karmaşık bir düzenle işliyor. Koço’dan başka hiç kimse ağın nereden geçtiğini, nereden geçmediğini bilemiyor. Denizin epey bir kısmını böylece kapattıktan sonra, Koço rahat rahat, hiç acele etmeden, boş bıraktığı kareleri de dolduruyor. Muhteşem bir sanat! Koço denizi öğrenmeyi yaşlı olduğu için başarmış. Ama babası da daha geçen seneye kadar eski bir berberle beraber balığa çıkıyordu. Külüstür bir sandalla çıkıp kemiklerine kadar deniz tuzundan paslanmış olan ve kendileri de ıstakoza benzeyen bu iki ihtiyar ıstakoz ağları salıyordu. Şimdi ikisi de küçük köyden daha fazla nüfusu olan Büyükada mezarlığında yatıyor.
Ama ağ kullanmakla sınırlı kaldığımız zannedilmesin. Hayır, ganimet ihtimali sunan tüm balık tutma yöntemlerini kullandık. Ellerimizde oltalarla on kiloya kadar kocaman balıklar yakaladık. Ben kah komutlarıma uysalca itaat eden kâh direnen görünmez bir canavarı çekmeye çalışırken Haralambos hareketsiz gözlerle, saygıdan eser kalmamış bakışlarla beni izlerdi. Değerli avımızı kaybetmemden korkması tamamen de sebepsiz değildi… Yaptığım her beceriksiz hareketle vahşice ve tehdit edercesine homurdanırdı. Ve nihayet o güzelim saydam balık suyun yüzeyinde görünür olduğunda Haralambos öğüt verir gibi “Büyük, Mösyö” diye fısıldardı. Ben de nefes nefese “”Buyuk, Haralambos” cevabını verirdim. Balığı küçük bir ağla kenardan yakalayıp kayığa alırdık. Ve derisinin üstünde gökkuşağının bütün renkleri parıldayan bu güzel canavar son direniş ve çaresizlik sarsılmalarıyla kayığı sallardı. Neşeli bir coşkuyla birer portakal yer ve yaşadığımız maceranın duygularını ikimiz dışında hiç kimsenin anlamadığı, hatta bizim bile yarı yarıya anladığımız bir dilde paylaşırdık.
Bu sabah balık yoktu. Sezonun sonuna geldik; balıklar derin sulara çekildi. Ağustos sonlarına doğru geri gelecekler, ama o zaman Haralambos artık balığa bensiz çıkacak. Şu anda aşağıda herhangi bir işe yaradıkları konusunda pek de ikna olmadığı kitapların kutularını çiviliyor. Açık pencereden memurları İstanbul’dan yazlık evlerine taşıyan küçük vapur görünüyor. Kütüphanede raflar boş. Hayat sadece pencere pervazının üst köşesinde eskisi gibi devam ediyor. Kırlangıçlar oraya yuva yapmış ve İngiliz istatistik kitaplarının hemen üstünde Fransız vizeleriyle hiç ilgilenmeyen bir aile kurmuşlar.
İyisiyle kötüsüyle “Büyükada” bölümü sona eriyor.
1 Bu makale Portraits, Political and Personal adlı kitaptan (Pathfinder Press, 1977) alınmıştır. İngilizce’ye Max Eastman’ın çevirdiği makale ilk olarak The Modern Monthly dergisinde (Mart 1934) yayınlanmıştır.
2 Bu balığı hiçbir kaynakta bulamadım.
3 İngilizce metinde ihtiyar balıkçının adı “Kochu” olarak geçiyor. Troçki’nin Rusça metninden İngilizce’ye aktarılırken ses kaymış olsa gerek; balıkçının Rum olduğundan ve adının Koço olduğundan yüzde yüz eminim!