Deniz Güngören
Gerek geleneksel faşist partilerin güç kazanması, gerek yeni ırkçı sağ parti ve hareketlerin popülerleşmesi ile damgalanan günümüzde, bu tür siyasetlerin tartışmasız biçimde öncelikli nefret nesnesi olan göçmenlerle dayanışmayı ve bu dayanışmayı hak talepleri etrafında siyasileştirmeyi, içinde bulunduğumuz dönemin en önemli politik ihtiyacı olarak görüyoruz. Hepimiz Göçmeniz: Irkçılığa Hayır kampanyası bu amaçla kuruldu.
Kampanyaya başladığımızdan bu yana, ırkçılığın, Türkiye’deki güncel göçmen düşmanlığını tarif etmek için doğru kavram olmadığını ileri süren pek çok görüş olduğunu gördük. Bunların bir kısmı göçmen meselesi ile ilgili acilen bir şeyler yapılması gerektiği konusunda hemfikir olduğumuz, kavramın kullanımına, böylesi bir harekete zarar verebileceği inancıyla karşı çıkan, dostane yerlerden geliyor. Bu yazı bu eleştirilere cevap vermek için yazıldı. Sorunu göçmenlerin varlığında gördüğü için ırkçılık lafını yanlış veya yersiz bulan görüşlere cevap vermek ise bu yazının amacı değil.
Kampanyanın aktivistlerinden biri olarak, göçmenlere yönelik düşmanlık ve nefretin ırkçılık olarak tanımlanmasındaki ısrarımızın siyasi gerekçelerini tartışmaya açarak, bunun kuru ilkesel bir inattan kaynaklanmadığını göstermeyi son derece önemli buluyorum. Ve elbette yalnızca “kampanyamızın selameti” için değil, göçmenlerle dayanışarak ırkçılığı geriletecek olan kitlesel bir hareket ihtimalinin geleceği için.
Küresel olarak ne deniyor?
Etimolojik veya semantik olarak bu kelimenin muhtevasını tartışmak, politik bir meselede verimli olmadığı gibi, bu yazının ölçeğini ve amacını aşıyor. Burada öncelikli olarak bakılması gereken, küresel bir mesele olan göçmen düşmanlığına siyasi cevap verme amacı güden hareketlerin bunu nasıl tarif ettiği olmalı. Avrupa ve Amerika’da ırkçılık karşıtı mücadelenin başını çeken hareketler içindeyse bu konuda dikkate değer bir tartışma yok; hepsi göçmenlerle dayanışma ve ırkçılık karşıtlığını eş anlamlı gören sloganlar kullanıyor.
Türkiye’deki durum “özel” mi?
Başta Türkiye’deki göçmen nüfusunun Avrupa’nın toplamından çok daha fazla olması olmak üzere, pek çok farklı sebeple Türkiye’deki göçmen meselesinin batıdakiyle karşılaştırılamayacağı görüşü oldukça yaygın. Buna, Türkiye devletinin küresel anlamda göçmen meselesinde Avrupa’nın doğusundaki göçmenlere gardiyanlık etmek şeklinde özetlenebilecek özel bir görev üstlenmiş olmasını de ekleyebiliriz.
Şüphesiz tüm hareketler, taleplerini tarif ederken, kendi devletlerine özgü çelişkileri çok iyi anlamak zorunda. Fakat göçmen meselesi şüphe götürmez biçimde küresel bir mesele; dolayısıyla çözümü de küresel olmak zorunda. Üstelik Türkiye’deki ırkçı siyasetçiler, aşağı yukarı aynı argümanları kullanmalarından da anlayabileceğimiz üzere, batıdaki “dostlarını” yakından izliyorlar. Bu yüzden, yereldeki nüansları öne çıkarmak, meseleyi daha iyi anlamamızı sağlamak yerine uluslararası bir hareket ihtimalinden uzaklaşmamıza sebep olacaktır. Bu yüzden, yerele özgü koşulları göz ardı etmeyen, fakat ısrarla Türkiye’deki durumu küresel durumun bir parçası olarak konumlandıran tahlillere ihtiyacımız var.
Irk mı, kültür mü?
Yeni olmamakla beraber sıkça karşımıza çıkan argümanlardan biri de, günümüzde nefretin kültürel çelişkiler üzerinden ifade buluyor olması, dolayısıyla, biyolojik bir kavramdan türemiş olan ırkçılık sözcüğünün bugün yaşananı doğru izah edemeyeceği düşüncesi üzerine kurulu.
Kavramın tarihini ve yaşamını, geçirdiği fikirsel dönüşümleri merkeze alarak okuyan bir yaklaşım, şüphesiz burada bir sorun ve revizyon ihtiyacı görecektir. Ancak siyasi bir yaklaşımın, ırkçılığın siyasi işlevine odaklanması ve izleğini buna göre kurması gerekir. Çünkü, her yaşayan sistem gibi, kapitalizm de kaçınılmaz olarak pek çok biçimsel dönüşüm geçirse de, yapısal olarak temel kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri pekala olduğu gibi duruyor; zira sistemler sessizce ortadan kalkmazlar. Ve ırkçılığı tarih ötesi, psişik bir fenomen olarak göremeyeceğimize göre, içinde oluştuğu sistem bağlamında değerlendirmemiz gerekir.
Bu bağlamda ise, modern kapitalizmde ırkçı hareketlerin, sistemin politik meşruiyetini yitirdiği krizler sonrasında kitleselleşecek ölçüde ivme kazandıklarını görüyoruz. Ve bu dönemlerde, ırkçılığın, sistemi değiştirme iddiasındaki radikal sol hareketlerin yenilgisinin üzerine, krizin yarattığı acı ve öfkenin odağını yönetenlerden toplumun en savunmasız kesimlerine çevirme işlevini gördüğünü izleyebiliriz. Tabii bu yeni ve radikal ırkçı hareketlerin ortaya çıktığı ve güçlendiği dönemlerin izlediği örüntü, ezilenleri birbirine düşürmek için banal ırkçılık, her zaman ana akım siyasetin kullanışlı bulduğu bir gereç olageldi.
Aşağıdan mı, yukarıdan mı?
Yukarıdaki tarifi arkaik ve kaba bulanlar olacaktır. Sonuçta fikirler bu kadar doğrusal bir şekilde bir yerden bir yöne taşınmazlar. Bir fikrin veya ideolojinin yaşamından, ancak kaynağından bağımsız bir şekilde kendini yeniden ürettiği sürece bahsedebiliriz. Yani elbette fikirlerin popülerleşmesi dediğimizde bu fikirlerin etki alanına giren herkesin kendi hikayelerini üretmesinden bahsediyoruz; mekanik ve konspiratif bir biçimde tepeden aşağı zerk edilen bir melanetten değil.
Fakat tüm siyasi partilerin Suriyelileri hedef göstermek konusunda yarışa girdiği, basında Suriyelilerle ilgili yalanların bu derece sıradanlaştığı, buna karşılık dört milyon Suriyelinin siyasi hiçbir gücünün olmadığı bir ortamda, insanlar sosyal medyadan ırkçı hikayeler paylaşıyorlar ve hikayelerin bazılarını sıradan insanlar uyduruyor diye bu ikisi arasında hiçbir ayrım yapmamak, gerçek siyasi çözümlerden uzaklaşmaktan başka bir sonuç vermeyecektir.
Üstelik, ırkçılığın nereden kaynaklandığından bağımsız olarak, talepler ancak yönetme gücünü elinde tutanlara yöneltildiklerinde gerçek talepler olarak görülebilirler; insanların duygu ve düşünce dünyaları ile ilgili siyasi talep üretilemez. Bu yüzden de ırkçılığın kaynağını tepede aramak kritik öneme sahip.
Herkes mi ırkçı?
Türkiye toplumunun Suriyeli göçmenlere dair düşüncelerini sayısallaştıran anketlere baktığımızda, karşımıza çıkan rakamlar gerçekten korkutucu. Radikal bir dayanışmadan bahsetmiyoruz burada; Suriyelilerin Türkiye’de yaşaması ile sorunu olmayanlar nüfusun yüzde yirmisinden daha az.
Peki kitlesel olma iddiasındaki bir hareket buna nasıl bakmalı? “Toplumun ezici çoğunluğu ırkçıdır ve düşmanımızdır” diye bakmak veya toplumun verili düşüncelerinin farazi bir ortalamasını alıp ona göre söylem ve taleplerimizi yumuşatmak arasında bir seçim mi yapmak zorundayız?
Elbette mesele kitlesel bir mesele, Suriyelilere dair olumsuz bir şey söylemiş herkesi teker teker ırkçı ilan etmek doğru değil. Fakat daha da yanlış olan, husumetin kaynağını somut ve siyasi koşulların ürünü değil, insanların duygu dünyalarına gömülü bir takım önyargıların sonucu olarak görmek olacaktır.
Tabii bunun daha akla yatkın versiyonları da var. Zira Türkiye toplumunda Arap düşmanlığı ve genel olarak ırkçılıkla fazlasıyla geçirgen bir Türk milliyetçiliği son derece köklü. Bu durum, sorunu bireylerin kişiliğinde değilse de toplumun resmi ideoloji ile şekil verilmiş kolektif önyargılarında aramaya itebilir bizi. Başka bir deyişle sorun, özel koşulların sonucu olarak yükselen bir ırkçılık değil, geleneksel ve banal bir milliyetçilik olarak görülebilir.
Milliyetçiliğin yabancılara yönelik nefretin lehine çalıştığı şüphesiz su götürmez. Fakat hiçbir milliyetçilik yabancılara pek de hoş bakmaz zaten. Bilakis, milliyetçilik, kimin o milletten olmadığını tarif etmeden var olamaz.
Üstelik iddia edilebilir ki, Türkiye’de genel nefret havasına kıyasla olumlu sayılabilecek “misafir” anlatısı, “misafirperverlik” gibi milli kimliğe içkin bir yere dayandırıyor kendini. Oysa karşılaşmaya alıştığımız ırkçı iddialar, “temiz, nazik, dürüst vs. olmamak” gibi, milliliğe değil “insan olmaya” ters özellikler üzerinden yürütülüyor.
Bu, tabii ki, katiyen var olan mülteci siyasetine veya milliyetçiliğe bir övgü amacı taşımıyor. Irkçı siyasetçilerin aynı zamanda milliyetçi oldukları gerçeğini de değiştirmez elbette. Fakat kitleselleşen göçmen düşmanı fikirlerin, hep var olan milliyetçi kimlik ve reflekslerden ziyade ırkçı iddialara dayandığını görmek önemli.
Önemli çünkü milliyetçiliğe karşı mücadele kendiliğinden göçmen meselesini çözmeyecek. Meselenin çözümü, göçmenlere yönelik saldırganlığın kendine özgü sınırlarını çizerek hedefe koymakla mümkün.
Sıradan insanlar neden ırkçı fikirlerden etkileniyor?
Madem ki ırkçılığın yaygınlaşması insanların verili önyargılarıyla açıklanamaz, bu durumda maddi koşullara bakmamız gerekiyor.
Irkçılar, sadece ikna edici bir şekilde ırkçılık anlattıkları için tarihin herhangi bir anında ortaya çıkıp insanları ırkçı fikirlere ikna edemezler. Ortada, suçu hayali bir düşmana atılacak, gerçek ve uzun süre çözümsüz kalmış bir sorun olması gerekir.
Irkçılar, tabii ki hedef gösterdikleri nesnenin neden her türlü nefreti hak ettiğini, onlara neden acınmaması gerektiğini söylemek için ırkçı söylemler kullanırlar. Fakat bu söylemler kendiliğinden alıcı bulmaz; yoksulluk, işsizlik vs. gibi sorunlara, başat siyaset ve söylemlerin cevap veremediği noktada yükselirler.
“Kızlarımıza sarkıyorlar”, “bağırarak konuşuyorlar”, “hepsi hırsız, yüzsüz”, “plajlarımızı kirletiyorlar”, “korkaklar, savaşmak yerine kaçıp dileniyorlar” gibi hakaretlerin hepsi, eğitimdeki, sağlıktaki, ücretlerdeki, barınma imkanlarındaki yetersizliklerin üzerine oturur.
Ve mültecilerle bunların arasında kurulan alaka elbette yalandır, fakat bu sorunlar gerçektir. Yani mültecilerin çok ucuza çalıştırılıp emek piyasasında “haksız rekabet” yaratması, mültecilerin varlığından değil, iş güvencelerinin olmamasından kaynaklanır. Tıpkı göçmenlerin gelmesi ile nüfusu artan, ancak hastane kapasitesi değişmeyen bir yerde sağlık hizmetinde aksaklıklar yaşanmasının, mültecilerin herkes gibi hasta olduklarında yardım talep etmelerinden kaynaklanmaması gibi.
Yani hiçbir yere gitmeyeceği ortada olan milyonlarca insanı toplumun parçası olarak görüp, bütçe dahil her türlü planlamanın buna göre yapılması için baskı yapan ve herkes için eşit hak ve hürriyet talep eden bir siyaset olmadığı zaman, geleneksel ırkçılardan siyasi oportünistlere kadar herkes, saldırıya cevap verecek gücü elinden alınmış bu insanları her türlü kötülüğün sorumlusu ilan etme fırsatı için birbiriyle yarışır. İşin daha da kötüsü, bu oyunu her zaman gerçek ırkçılar kazanıyor.
Fakat örneğin “savaşa değil sağlığa bütçe” gibi, aslında son derece gerçekçi ve yönetenleri hedef alan bir talebin yükselebildiği bir siyasi ortamda, bu ırkçı argümanların güç kazanması mümkün değildir. Aksini söylemek, ya insanların içsel ve tümüyle irrasyonel bir kötülük barındırdığını, ya da emekçilerin mültecilerin ezilmesinden objektif çıkarı olduğunu iddia etmek olur. “Üstünlük duygusu” gibi soyut ve esasen spekülatif kavramlardan ise “çıkar” olarak bahsedemeyiz. İnsanların hem ekonomik hem siyasi olarak bu kadar ezildiği bir ortamda mültecileri hedef gösterip “bu ülkenin esas sahipleri” vs. gibi yalanlar üzerinden yapılan ırkçı popülizm, sahte bir güç vaadiyle bir yere kadar alıcı bulabilir elbette. Ama mültecileri “göndermekle” veya “kulaklarını çekmekle” ücretlerin yükselmeyeceği, istihdamın veya sosyal hizmetlerin artmayacağı basit bir olgudur. Bilakis, devletin insanlara eşya gibi davranmasının politik meşruiyetini arttıracak her şey, vatandaşların da hak ve özgürlüklerinin gaspını kolaylaştırır.
Ayrıca zaten yükselen ırkçılığa rağmen, ırkçılık karşıtı hareketin aktif olduğu ülkelerde yapılan anketlerde, toplumun çoğunluğunun hâlâ göçmenlerle dayanışma içinde olduğu görülüyor, Yunanistan gibi hareketin gerçekten büyük ve güçlü olduğu yerlerde bu oran %80’e yaklaşıyor.
O zaman nasıl?
Peki, madem ırkçılık, talepleri siyasileşemeyen emekçilerin içinde yayılıyor ve ırkçılık bu insanlar için bir yazgı değil, o zaman buna nasıl yaklaşmak lazım?
Bu noktaya kadar aynı fikirde olan pek çok kişi haklı olarak diyebilir ki, “Bu insanlar kazanacağımız insanlar, ve onlara ‘siz ırkçısınız’ dersek onları kaybederiz”.
Bu şüphesiz bir yere kadar doğru. Zira bu yüzden de ırkçılık suçlamasını teker teker insanlara değil, ırkçılığı kurumsal ve toplumsal alanda üreten veya yaşatan kurum ve kuruluşlara yöneltmek gerekir.
Fakat bir ayrımı yapmak çok önemli: hareketler tekil insanlara ulaşarak büyümezler. Belli bir konuda, doğru talepler arasında doğru siyasi bağlantılar kurarak ve bu konuda ikna edici bir programı ve eylem kabiliyeti olduğunu ispat ederek insanları kitlesel olarak kendilerine çekebilirler ancak.
Ve elbette, insanlara aptal ve kötü kalpli olduklarını anlatan bir siyasetin büyüme şansı olmadığını söylemeye bile gerek yok. Fakat kelimelere ve kavramlara aksesuar gibi davranmak, sürekli nabza göre eğilip bükülmek de daha çok insanı kazanmayı sağlamıyor. Irkçılık ile yaşadığımız gündelik dertler arasında sağlam ve tutarlı bir bağ kurup bunu siyasi taleplerle ifade edebilirsek, insanların, “bugüne kadar ırkçılık yapmışım” demesi onur kırıcı değil güçlendirici bir eylem olur. Hiçbirimiz, ırkçılığın olmadığı bir gezegenden bu dünyaya füzeyle gönderilmedik sonuçta; kimse yaptığı veya söylediği bazı şeylerden utanmadan ırkçılık karşıtı olmaz.
Irkçılık karşıtlığı ırkçıları güçlendiriyor mu?
Başta Trump olmak üzere, pek çok sağcı siyasetçinin, çokkültürlülük ve siyaseten doğruculuk gibi ırkçılığın karşısında duran düşünceler ile sistemin çürümüşlüğü arasında bağlar kurarak emekçi kitlelerin güvenini kazanması, solda bu kavramları ciddi şekilde tartışmaya açtı.
Çokkültürlülük ve siyaseten doğruculuk, ırkçılığa dair her şeyi ayıplar ve dışlar. Bu elbette iyi bir şey. Fakat bunu sistemle ilişkilendirmeden, yalnızca bazı ifade ve davranışları meşru alanın dışına iterek yapar. Bu, kökten ırkçıların fikirlerini açıkça söylemesini zorlaştırması açısından olumlu görünse de, sistem siyasi meşruiyetini yitirmeye başladığında onunla beraber etkisini yitirmeye başlar; çünkü politik doğruculuk statiktir ve sisteme gömülüdür.
Böyle de oldu: ağızlarından çıkan her kelimeyi, onlarca danışmanın denetiminde, klinik bir titizlikle seçen siyasetçiler, krizin yarattığı mağduriyetlerden teknik meseleler gibi bahsederken; aslında onlardan hiçbir farkı olmayan Trump gibi sağ popülistler, küfür ederek, yüzsüzlük ve taşkınlık yaparak radikal görünme çabasına girdiler ve işe yaradı.
Irkçılığın, cinsiyetçiliğin, homofobinin devam ettiği bir ortamda, siyaseten doğruculuk ezilenlere pekala tiyatro gibi görünebilir. Hatta tüm bunlar ahlaki ve entelektüel meselelere indirgendiğinde, eğitime erişim sınıfsal olduğundan, kitleler kendilerini fakirleştiren baskıyla bu fikirleri aynı safta bile görebilirler. Sağ popülizmin, yüzsüzce, maçoluğu ve nobranlığı radikallik gibi satabilmesinin altında da bu yatıyor.
Fakat esas önemli nokta şu: yükselen sağ bunu kendi silahı hâline getirmeyi becermiş görünse de, sorun homofobiye, cinsiyetçiliğe, ve ırkçılığa karşı fikirlerin ana akım olmasında değil. Politik doğruculuk yetersiz ve kusurlu olsa da, tüm bu baskı biçimlerine ezilenlerin verdiği tepkinin bir ifadesi olarak görülmeli.
Sağ popülizme bu fırsatı veren, solun gereğinden fazla ırkçılık karşıtlığı yapması değil, yenilmesi oldu. Gerek Avrupa’da Syriza, Podemos, Die Linke, NPA gibi radikal sol koalisyonlar, gerekse Amerika’da Sanders, sağcıların ırkçılıkla cevap verdiği sorunlara dayanışma ve değişimle cevap veren çözümler vadederek popülerleştiler. Bunların vadettikleri değişimi gerçekleştirmekte başarısız olmasıyla gelen karamsarlık ve sinizm ise ırkçı sağa alan açtı. Ve tüm anketler, bunların tabanıyla, sonrasında kitleselleşen yeni sağ partilerin tabanı arasında geçişlilik olduğunu gösteriyor.
Ne yapmalı?
Mülteci düşmanlığının kökenini topluma içkin önyargılarda aramanın veya ırkçılığın eleştirisine dozaj ayarı çekmenin neden ırkçılığa karşı güçlü bir muhalefet kurmamıza yardımcı olmayacağını anlatmaya çalıştım. Yapmamız gerekenin, ırkçılığın ortadaki sorunları çözmediğini, bilakis büyüttüğünü gösterebilen, meseleye ahlaki ve soyut bir yerden değil, somut ve politik bir yerden yaklaşan ve taleplerini bu yaklaşım üzerinden belirleyen, siyasi bir kampanya inşa etmek olduğunu düşünüyorum.
Ve bu yalnızca insani bir mesele olarak görülmemeli. Elbette mültecilerin sorunlarını hafifletecek her adım olumludur. Fakat esas ortaya konulması gereken, milyonlarca insana reva görülen güvencesizliğe ortak olmanın -mültecilerin ucuza güvencesiz çalıştırılmasından doğrudan çıkarı olan patronlar ve onları temsil eden siyasetçiler hariç- kimseye fayda sağlamadığıdır.
Ve bunu elbette vatandaş olup, fakirlik ve güvencesizlikle boğuşan insanlardan fedakârlık bekleyerek değil, herkes için değişimin yolunun dayanışmadan geçtiğini göstererek yapmak gerekir.
Bu yüzden, vicdan üzerinden acılara odaklanan bir söylem değil, göçmenlerin savunmasız bırakılmasından faydalanarak yükselen ırkçılığın -en büyük maliyeti yine göçmenler ödüyor olsa da- esasen hepimizi ezmeye yaradığını ortaya koyan siyasi bir eylem, ırkçılığa karşı kitlesel ve sürekli bir mücadeleyi mümkün kılabilir. Mültecilerle dayanışmak yardımseverlik değil, daha iyi bir dünya isteğinin koşulu olarak görülmeli.
Deniz Güngören, “Hepimiz Göçmeniz – Irkçılığa Hayır” kampanyası aktivisti