Linda Kehoe
Dünyamızda yaşam 3,8 milyon yıl önce başladı ve dünyayı yaşanılması mümkün olmayan bir kaya parçasından olağanüstü biyoçeşitliliğe sahip bir gezegene çevirdi.
Hawaii Üniversitesi’nce yapılan bir araştırmaya göre, dünyamızı ve onun sınırlı kaynaklarını 8,7 milyon canlı türüyle ve onların kendi içindeki sayısız genetik farklılıkla ile paylaşmaktayız. Biz insanlar dünyadaki biyokütlenin sadece yüzde 0,01’ini oluşturuyoruz, ancak dünyanın düzenine etkimiz bu rakamın çok ötesinde. İnsan toplumu, yaşayabilmek için biyolojik çeşitliliğe muhtaç olmasına rağmen, dünyamızın altıncı kitlesel yok oluşuna yol açıyor.
Tükeniş
Bazı türlerin tükenmesi doğaldır. Türler belirli bir çevreye uyum sağlayacak şekilde evrilir ve belirli bir zamanda o çevrenin koşullarına daha iyi uyum sağlayan bir başka türe yerini bırakabilir. Çevre şartlarının değişmesi uyum sağlamalarına (evrim) izin vermeyecek kadar hızlı ve aşırı olduğunda türler yok olur. Fosil kayıtlarının gösterdiğine göre, buzul çağları, okyanusların oksijensizleşmesi, devasa yanardağ patlamaları ve göktaşları gibi doğal felaketler sonucunda dünyanın tarihinde beş defa kitlesel tükeniş (tüm canlı türlerinin yüzde 75’inin yok olması olarak tanımlanır) yaşanmıştır. 65 milyon yıl önceki Kretas-Tersiyer (KT) büyük tükenişi dinozorları ortadan kaldırması ile bilinir. Bu beş olay dünyamızı o kadar büyük ölçüde etkiledi ki bunları jeolojik çağların işaretleri olarak kullanıyoruz. Günümüzde yaşanmakta olan tükeniş hızı günde ortalama yirmi tür. Bu, doğal olan tükeniş oranından 10.000 ila 100.000 kat daha fazla olduğu için bilim insanları yeni bir jeolojik çağ ilan ediyor: Antroposen Çağı.
İnsanlar doğal/içsel olarak imha edici midir?
Her ne kadar Avrupalıların ataları Avrupa hayvan varlığının tükenişine katkıda bulunmuş olsa da (40 kg üzeri büyük memelilerin yarısından çoğunun ortadan kalkmasına yol açan 50.000-3.000 yıl önceki Dördüncü Megafauna Tükenişi), kaderci bir biçimde kaçınılmaz ve saf olarak yıkıcı olduğumuz iddiası doğru değil. Biz insanlar 200.000 yıl boyunca yaşam mücadelemiz için doğayı kendi lehimize ve ihtiyaçlarımıza göre şekillendirdik, ama bu sürecin sadece son dönemlerde biyoçeşitlilik üzerinde korkunç etkileri olmaya başladı.
Bu kriz nereden çıktı?
İnsan toplumunun biyoçeşitlilik üzerindeki olumsuz etkisi aslen şu unsurlardan oluşuyor:
– Habitatın ortadan kaldırılması: Biyoyüzeyin yüzde 50’den fazlası tarımsal kullanıma dönüştürüldü.
– İşgalci türler: Bir habitata yeni yırtıcı ve rakip canlıların getirilmesi.
– Kirlilik: Su, hava ve toprak kalitesinin bozulması.
– Nüfus: İnsan toplumunun kıtalar üzerinde yayılması ve büyümesi.
– Aşırı tüketim: Sürdürülemez büyüme ve kullanım düzeyleri.
Biyoçeşitlilik azalıyor, çünkü biz zaten gerilmiş olan sistemlere yeni stres unsurları ekliyoruz. Bilim insanları türlerin birbirlerine bağımlılığını, nüfus devreleri grafikleri ve besin ağları kullanarak gösteriyor. Ve bu grafikler besin düzeyleri ve çevresel stresler eklendiğinde daha da karmaşık hâle geliyor. Örneğin basit bir Tilki-Tavşan devresini ele alalım; tilkilerin yırtıcı faaliyetleri tavşan miktarını azaltır, bu da tilki sayısında azalmaya neden olur, bunun sonucunda tavşan sayısı tekrar artabilir… Fakat sisteme ikinci bir yırtıcı (işgalci gelincik), hastalık (miksamatosis), bir rakip (sika geyiği), normalden şiddetli ve uzun geçen bir kış (iklim değişikliği) ya da otların azalması (toprakların tarıma ayrılması) vs. eklendiğinde sistemin dinamikleri değişir. Tükeniş krizinin kökünde insan toplumunun bütün besin ağlarını etkilemesi yatıyor; ağların hepsi çöküyor.
Ne değişti? İnsan binlerce yıldır var
İnsanlık 12 bin yıl önce, son buzul çağının sonunda, tarıma başladı ve beş bin yıl önce de ilk büyük medeniyetler ortaya çıktı. Tüm kıtalara yayıldık, sayımız arttı ve doğayı kendimiz için kullanmakta daha becerikli hâle gelerek gündelik ihtiyaçlarımız için gerekli olandan fazlasını üretmeyi başardığımızda toplum artık-değerin denetimi etrafında düzenlendi. Zurnanın zırt dediği yer, 500 yıl kadar önce insanlığın biyoçeşitliliği yaşamak için kullanmaktan kâr etmek için kullanmaya geçişi oldu. İki yüz yıl önce başlayan sanayi devrimi bunu daha da hızlandırdı ve türlerin geniş ölçekli tükenişi gerçekleşmeye başladı.
Açgözlü kapitalist
Bir üretim biçimi ve toplumsal düzen olarak kapitalizm insanların çevreye zarar vermesine ihtiyaç duyar: Kendi üretim şartlarının ortadan kalkmasına sebep olmak pahasına sonsuz bir biçimde genişlemek zorundadır ve bunun sonucunda yaşamın tükenişi krizine yol açan kaotik bir dünya düzeni ortaya çıkarır.
Kapitalizm hiçbir sınır tanımayan sonsuz ve sınırsız bir itkiyi barındırır: Rakiplerini alt edemeyen her şirket iflas etmek zorundadır. Meyve ve sebzeler besin ürünlerinin sadece yüzde 2’sini oluşturmaktadır, çünkü piyasa talebi nedeniyle şeker, çay ve kahve besin değerine sahip ürünlerden daha çok ekonomik kazanç sağlıyor. Büyük İrlanda Kıtlığında yurtiçi tahıl üretimi yurtdışına satılmıştı. Çin’de 1950’lerde yaşanan kıtlık çelik üretimini tahıl üretimine tercih eden ekonomik politikalardan kaynaklanmıştı.
Avrupa’da ve batı dünyasındaki neoliberal politikalar ormansızlaştırma, fosil yakıtların çıkarılması ve yakılması, sınırlı kaynakların aşırı kullanılması ve aşırı tüketim gibi uygulamalara yol açtı.
Neyi kaybediyoruz?
Yaşamı tek tek türlerin sayısı ve biyosferde ne kadar yaygın oldukları ile ölçebiliriz. Genel olarak, ekvatora yakın kısımlarda biyoçeşitlilik kutuplara göre daha fazladır ve karalarda okyanuslara göre daha fazladır.
İnanması zor ama, her gün yaklaşık 350 km2 yağmur ormanı yakılarak yok ediliyor. Balık türlerinin yarısının 1970’lerden bu yana ortadan kalktığı ve mercan resiflerinin dörtte birinin öldüğü tahmin ediliyor. Balinaların ve diğer deniz canlılarının aşırı avlanmaya maruz kalması denizlerdeki biyokütlenin beşte bir oranında azalmasına yol açtı. Ağır metal kirliliği, asitleşme, aşırı avlanma ve turizm okyanuslarda kâbusa yarattı. Meksika körfezindeki ölü alan 20.000 km2 genişliğine ulaşmış durumda. Mikro plastikler besin zincirine girerken, büyük plastik parçaları deniz canlılarının boğulmasına neden oluyor ve büyük kitleler halinde su yüzeyinde toplanarak sahillerimize vuruyor.
Ne önemi var?
Tükeniş krizi hem bir çevre sorunu hem de bir sosyal adalet sorunu. En yoksul ve korumasız olanlarımız en çok zararı en yakında görecek. Güney’deki biyoçeşitlilik sorunu ekonomik ve sosyal olarak egemen olan Kuzey’in ihtiyaçlarından kaynaklanıyor. Sömürgecilik Güney’in zenginliğini ve biyoçeşitliliğini yağmaladı. Fildişi karaborsasındaki doymaz talep her gün 100 Afrika filinin öldürülmesi anlamına geliyor. Mineraller, değerli taşlar ve metaller için madencilik yeryüzünün yara bere içerisinde kalmasına yol açıyor. Tarıma elverişli topraklarda yerel pazarlar için gıda üretmek yerine ihracat için çiçek yetiştirildiğinde yerel topluluklar açlıkla karşı karşıya geliyor. En sevilen ve ünlenmiş türler bile tehlike altında: Son erkek kuzey Afrika beyaz gergedanı da bu sene öldü.
Dünyanın ekolojik sistemleri bize yiyecek, lif, mineral kaynakları, ilaçlar, sanayi ürünleri ve atık sularımızın temizlenmesi, sellerin ve taşkınların sönümlenmesi, kayaçların verimli toprağa dönüşümü, atmosferdeki oksijenin sağlanması, bitkilerin tozlaşmasına yardım ve tarımsal zararlıların kontrolü için yırtıcılar gibi sayısız faydalar sağlar.” İnsan varlığı için yaşamsal öneme sahip olan üç temel unsur, yani gıda, temiz su ve barınma, sağlıklı dünya sistemlerine bağlıdır.
Çelik ve beton yapılar sanayileşmiş ülkelerin şehirlerinin siluetine hakim olabilir, ama insanlık bitki biyokütlesine bağımlıdır: Kereste, bambu, kenevir, saman ve otlar inşaat malzemesi olarak kullanılmaktadır. Hayvanlar bize yün, deri ve ipek, bitkiler de kenevir, pamuk ve keten sağlar. Bunların sağlanması için bu hayvan ve bitkileri daha az ‘yararlı’ (ve/veya ekonomik olarak daha az kârlı) olanlar aleyhine çoğaltıyoruz. Ormanlar ve otlakların yerini tek ürün tarımı (monokültür), ticarî ormanlar ve çiftlikler alıyor.
Besin ve Tarım
Arılar ve diğer polen taşıyıcılar özellikle de böcekler endişe verici bir hızla yok oluyor. İklim değişikliği için acil önlem alınmaması halinde 2050 yılında dünyanın sebze üretiminin üçte birden fazla oranda düşeceği tahmin ediliyor. Kıtlık gerçek bir tehdit; şimdiden 780 milyon insan açlıkla yaşıyor.
Yaşayan 7,9 milyar insanın hepsi için dünyanın gıda üretemeyeceği yönündeki genel görüş doğru değil. Mevcut gıda üretimi ile 10 milyar insan beslenebilir, ancak kapitalizm üretimin üçte birinin (yaklaşık 1,3 milyar ton) atılmasına neden oluyor. Özellikle gelişmiş ülkelerde tüketici düzeyinde değişim gerekmekle birlikte, bu ziyanın büyük kısmı üretici firmalar düzeyinde gerçekleşiyor. Kapitalist düzende besin maddesi açlığı gidermek ve yaşamı sürdürmek için biyolojik bir gereklilik değil, kâr sağlamak için bir metadır. Kapitalist gıda üretimi devam ettiği sürece, hem çevre hem nüfusun yoksul kesimleri kaybedenler olmayı sürdürecek.
Küreselleşme ortalama ailenin ulaşabileceği yiyecek çeşidini çok önemli ölçüde arttırdı ve temel vitamin ve mineraller için daha iyi kaynak oluşturan yeni besinler sağladı. Buna rağmen, kapitalist politikalar dünya genelinde insan toplumlarının yediği besinlerin çeşitliliğini azalttı. Tek çeşit ürüne aşırı bağımlılık kıtlık riskini arttırmasının yanı sıra biyoçeşitliliğin de azalmasına neden oluyor.
Mevcut gıda üretiminin çok büyük çoğunluğu dünyadaki hakim hayvan ve bitki türleri haline gelmiş olan 18 tür hayvana ve 155 tür bitkiye odaklı olarak gerçekleştirilmektedir. Kümes hayvanları nüfusu dünyadaki kuş miktarının yüzde 70’ini oluşturuyor. İnsanların biyokütlesi (yaklaşık 0,06 Gt C – gigaton karbon) ve evcilleştirilmiş hayvanların biyokütlesi (ağırlıklı olarak sığır ve domuzlardan oluşan yaklaşık 0,1 Gt C) vahşi memelilerin biyokütle miktarının (yaklaşık 0,007 Gt C) çok ilerisinde. Vahşi memelilerin miktarı geçtiğimiz elli yıl içerisinde yarı yarıya azalmış ve 5000 yıl öncesine göre yedi kat azalmıştır.
Kârından başka şey düşünmeyen kapitalist için bile türlerin kaybı iyiye alamet değildir. Yiyeceklerimizin de ilaçlarımızın da önemli bir kısmı bitki ve mantar krallıklarından gelir.
Mantarlar
Mantarlar gıdadır, mayalar ise ekmek, bira ve başka gıdaların üretimi için temel bir unsurdur. Yenilmesi mümkün olmayan mantarların toksinlerinin ise ilaç sektöründe (penisilin ve türevleri) ve bilim alanında birçok kullanım alanı bulunmaktadır.
Bakteriler
Bakteriler toprağın sağlığı, işleyen bir su döngüsü ve insan yaşamının sürdürülmesi için temel öneme sahiptirir. “İyi” türleri besinleri sindirmemize, petrol sızıntılarını temizlememize ve patojenleri öldürmemize yardım etmekteyken, “kötü” türleri de bizi hasta eder ve besinleri çürütür.
Bilinen 300.000 tür bitki dünyadaki biyokütlenin yüzde 82’sini oluşturmaktadır. Bunların sadece 13.000’i potansiyel kullanımları (kereste, yakıt ve kozmetik alanlarının ötesinde) açısından incelenebilmiştir. Bitkisel ilaçlar binlerce yıldır kullanılıyor. Söğüt ağacının kabuğu 2.500 yıldır ağrı kesici ve ateş düşürücü olarak kullanılmaktadır. Kimyagerler etken maddeyi ancak 1850’lerde ayrıştırdı ve 1899 yılında Aspirin piyasaya sürüldü. Haşhaş milattan önce 3400 yılından beri yetiştiriliyor; anestezik ve ağrı kesici olarak ve keyif verici madde olarak kullanılıyor. Bunun yanı sıra başka bitkilerden de (örneğin yüzyıllardır sıtma tedavisinde kullanılan kininin üretildiği cinchona ağacı gibi, sindirim sorunlarında kullanılan zencefil gibi) tıbbî amaçlarla yararlanıyoruz.
Sonuç
Şu anda gerçekleşmekte olan türlerin büyük tükenişi, iklim değişikliği ve okyanusların plastik dolması ile el ele gidiyor. Bütün bunlar John Bellamy Foster’ın, Marx’tan esinlenerek, insanlar ve doğa arasında kapitalizmin açtığı “metabolik uçurum” dediği olgunun veçheleri. Bu sorunların çözümü kâra dayalı bir ekonomi çerçevesinde çok zor; otomotiv ve petrol endüstrilerinin fosil yakıt üretiminden elde ettiği devasa çıkarları düşünün. Bu sorunların hepsi birlikte egemen sınıflar tarafından görülmeyen derin bir sorunun semptomları olarak görüldüğünde, yani kapitalizmin doğası gereği insanları doğadan uzaklaştırdığı ve dünyamızı ormansızlaştırmaktan şehirlerde kirlenmeye ve denizlere atık pompalanmasına kadar binlerce farklı şekilde mahvettiği düşünüldüğünde, kapitalizm temelinde bir çözüm bulunamayacağı aşikâr.
Eğer çocuklarımızın ve torunlarımızın, canavarca katledilmiş ve muhtemelen faşist bir gelecek bir dünyada değil, insanca yaşayabilecekleri bir dünyada yaşamasını istiyorsak, biz uluslararası sıradan insanlar kitlesi olarak üretim biçimlerimizi dünyamızın ve içindeki canlıların korunmasını da sağlayacak şekilde yeniden kurmak ve düzenlemek zorundayız.
Çeviren: Mustafa Kadıoğlu