Günümüzde bütün Avrupa hızla yükselen aşırı sağ ve hatta faşist hareketler ve bunlara karşı nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği tartışmalarıyla çalkalanıyor. Üç dört yıl öncesine kadar adı bile duyulmayan aşırı sağ popülist partilerin hemen hemen hepsi bulundukları ülkelerde yüzde 10’dan fazla oy alır hâle geldi. Farklı özellikleri olmakla beraber, onları ortaklaştıran özellikleri de var; hemen hepsi 2008-2009 ekonomik krizinin ardından güçlendi, hepsinin temel gündemi mülteciler ve mültecilerin ülkerine gelmesini önlemek, hepsi elitlere duyulan öfkenin temsilcisi olarak öne çıkarak elitlere karşı halkı temsil ettiğini iddia ediyor ve hepsi kendi ülkelerini daha büyük ve güçlü hâle getirmek için her türlü özgürlük ve demokrasiyi feda etmekten çekinmiyor. Bu hareketlerin en önemlilerinden biri de Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif), yani AfD. AfD, 2017 Eylül ayında yapılan genel seçimlerde yüzde 12,6 oy aldı. Yapılan kamuoyu araştırmaları bugün seçim olsa bu oranın yüzde 17’yi bulabileceğini gösteriyor.
AfD’nin bu gelişimini ve bu kapsamda yaşanan tartışmaları, Die Linke (Sol Parti) içinde yer alan Marx21 grubu üyesi ve AfD’nin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan ırkçılık ve faşizm tehlikesine karşı mücadele etmek için üç yıl önce kurulan ‘Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk’ koalisyonu aktivistlerinden Volkhard Mosler ile Arife Köse konuştu.
Arife Köse: Öncelikle bu hareketin nasıl ortaya çıktığından başlayalım mı?
Volkhard Mosler: AfD 2013 yılında muhafazakâr, neoliberal, yarı ırkçı bir parti olarak ortaya çıktı.
Bu özellikler sağ siyasette oldukça geniş bir spektruma denk düşüyor. Bu akımlarının tamamının AfD içinde nasıl yer aldığını biraz açıklar mısınız?
AfD’nin kurucusu, Bernd Lucke adlı neoliberal bir ekonomi profesörüydü. Partiyi ilk kuran grup Hristiyan Demokrat Parti’den ayrılan muhafazakârlardan oluşuyordu. Hareketin ortaya çıkışına neden olan gelişmeler, Euro krizi sorunu ve Almanya’nın AB içinde olup ekonomisi zayıf olan ülkelerin borçlarını üstlenmesi gibi gelişmeler ve bunların etrafında yaşanan tartışmalardı. Örneğin AfD’nin seçim kampanyasının en önemli argümanlarından biri, Yunanistan’ın Almanya’ya yük olmasıydı. Hatta partinin adının ‘Almanya için Alternatif’ olmasının nedeni, Merkel’in Yunanistan’a yardım etmekten başka alternatiflerinin olmadığını söylemesiydi. Fakat bu hareketin toplumsal tabanı baştan beri büyük burjuvazi değil, küçük burjuvazi ve orta sınıflar oldu. Bunlar 2008 ve 2009’daki ekonomik krizden en çok etkilenen sınıflardı, dolayısıyla kriz onları dehşete düşürdü. AfD başından beri hep ırkçı bir söyleme sahipti ama o dönemde bu söylem şimdi olduğu kadar öne çıkmış değildi; faşistlere karşı mesafeliydi ve faşistlerin partiye üye olmasının engellenmesi gerektiğini düşünenler çoğunluktaydı. Örneğin faşist bir parti olan NDP (Ulusal Demokrat Parti) üyesiyseniz AfD’ye katılmanız mümkün değildi. Fakat 2015 yılı AfD açısından bir dönüm noktası oldu. O yıldan itibaren hareket içinde mülteciler meselesi, AB meselesinin önüne geçmeye başladı ve aynı yıl yapılan parti kongresinde Lucke’nin temsil ettiği milliyetçi liberal kesim partiden ayrıldı ve AfD radikalleşmeye başladı.
2015’te ne oldu mülteciler konusunda?
Almanya’ya büyük bir mülteci akını oldu. O yıl kabul edilen mülteci sayısı 2014 yılından beş kat daha fazla fazlaydı. Bu durum mülteciler meselesinin siyasetin merkezine oturmasına ve bu da özellikle Doğu Almanya’da faşistlerin güçlenmesine yol açtı. PEGIDA (Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes – Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) tarafından örgütlenen eylemlere binlerce kişi katıldı. Hatta bazı eylemleri bizzat AfD örgütledi. Onlar ne zaman gösteri yapsa biz de karşı gösteri yaptık, polis onları her zaman korumasına rağmen. Örneğin en güçlü oldukları yerlerden biri olan Leipzig’de 10 bin kişilik gösteri yaptıklarında biz karşılarına 20 bin kişi olarak çıktık. Muazzamdı. Ve sonuçta gösteri yapmayı bıraktılar. Ben şöyle düşünüyorum, henüz kaybetmediler ama kazanmadılar da.
Bu süreçte AfD nasıl bir rol oynadı?
AfD’nin en başından beri en temel dayanak noktası PEGIDA hareketi oldu. Bildiğiniz gibi PEGIDA, aslen Doğu Almanya’da güçlü olan ve Avrupa’nın “İslamileşmesine” karşı çıkan bir hareket. Dolayısıyla, daha önce de söylediğim gibi, ırkçılık her zaman AfD söyleminin bir parçası oldu. Ayrıca Almanya’da açık faşist partiler İkinci Dünya Savaşı’ndan beri parlamentoya girebilecek kadar varlık gösteremediler, faşist hareket içinde bundan sonra nasıl bir yol izlemek gerektiğine dair bir tartışma vardı. AfD onlara gayet uygun bir seçenek gibi göründü ve bazıları kendi partilerinden ayrılıp AfD’ye katıldı. Bu noktada bir kitaptan bahsetmem gerek, çünkü 2008-2009 krizinin tam ortasında Thilo Sarrazin tarafından yayınlanan Deutschland Schafft Sich Ab (Almanya Kendini Yok Ediyor) kitabını bilmeden İslamofobi’nin nasıl bu kadar yaygınlaştığını anlamanız zor olabilir.
Neden önemli bu kitap?
Kitap yayınlandığında, başta muhafazakâr basın olmak üzere bütün medyanın ilgisini çekti. Herkes bu kitaptan bahsetmeye başladı. Ancak önce şunu açıklamalıyım: 2008-2009 ekonomik krizi nedeniyle güçlenen tek parti AfD değildi, sol parti Die Linke de bu krizden güçlenerek çıktı. Solun güçlenmesine karşı özellikle muhafazakâr medya ve egemen sınıf ırkçı argümanları daha fazla öne çıkarmaya başladı. Kitabın yazarı Sarrazin muhafazakâr bile değildi, SPD (Sosyal Demokrat Parti) üyesi ve o dönemde Berlin Federal Hükümeti’nde maliye bakanıydı. Kitabın temel iddiası, kitlesel göçün Almanya’ya hiçbir faydasının olmadığı ve muhtemelen Alman kimliğinin yok olmasına neden olacağı idi. Kitap büyük bir tartışma yarattı, İslamileşme korkusu canlandı. Bu yönüyle yüz yıl önce Yahudiler konusunda yaşananlara çok benziyor şu an yaşadıklarımız. O zaman da önde gelen bir tarihçi durup dururken Yahudilerin Almanya için büyük bir tehdit oluşturduğuna ve Almanya’nın Yahudilerden kurtulmayı başaramadığı taktirde başarısız olacağına dair bir konuşma yapmıştı. Söyledikleri Sarrazin’in Müslümanlar ve İslam hakkında söylediklerine çok benzer şeylerdi. Toparlayacak olursam, AfD işte bunların konuşulduğu, tartışıldığı bir ortamda gelişti ve büyüdü. Birinci adım ekonomik kriz, bu kriz nedeniyle her şeyini kaybeden orta sınıfın dehşete düşmesi ve bu krizin ortasında Sarrazin’in kitabıyla birlikte Avrupa’nın İslamileşmesi tartışmalarının başlaması oldu. Bunu Avrupa’nın İslamileşmesine karşı sokak hareketini örgütleyen PEGIDA’nın ortaya çıkışı izledi. PEGIDA’nın örgütlediği sokak hareketinin üzerinden de AfD yükseldi.
Yukarıda 2015 yılının AfD açısından bir dönüm noktası olduğunu söylemiştiniz. 2015’te AfD’de ne oldu?
Biz Marx21 olarak başından itibaren sağ popülist bir hareket olan AfD’nin faşistler için bir merkez haline geleceğini söylemiştik. Nitekim tam da öyle oldu. Faşistler hep partinin en dinamik kesimini oluşturdu. Partinin içindeki faşist kanat 2015’de partinin kapılarının herkese açılmasını talep etti. Bu aslında faşistlerin partiye katılabilmesine olanak tanınması talebiydi. Bu talep kazandı, milliyetçi liberaller partiden ayrıldı. Partinin başına kendisi faşist olan Alexander Gauland geçti. Gauland, PEGIDA’nın Avrupa’nın İslamileşmesine karşı düzenlediği eylemler hakkında şöyle konuşmuştu: “Ben bu eylemlerde hiçbir aşırı sağcı görmüyorum, Almanya’daki gelişmeler konusunda endişlenen, korkan yurttaşlar görüyorum. Ve bizler aşırı sağcıların değil bu endişeleri taşıyan insanların müttefikleriyiz.” Bu gelişmenin ardından herkes AfD’nin biteceğini düşündü, ama öyle olmadı. PEGIDA’nın sokak eylemleri AfD’yi daha da güçlendirdi. Ancak yine de partinin çoğunluğu kendisini faşist olarak tanımlamıyordu.
Başka ne gibi söylemleri var parti içindeki faşistlerin?
Örneğin geçenlerde Gauland Nazilerin işlediği suçların büyük ve görkemli Alman tarihi içinde bir kum tanesi kadar önemsiz olduğunu söyledi. Tabii ki Gauland Auschwitz’i inkâr etmeyecek kadar akıllı, ancak Auschwitz bir kum tanesi mi? AfD’nin parlamento grubunun lideri Björn Höcke ise yaklaşık bir yıl önce yaptığı bir konuşmada Berlin’deki soykırım anıtının bir utanç anıtı olduğunu söyledi. Bunu söylerken kastettiği soykırımdan duyulan utanç değil; Almanlar olarak sürekli geçmişte işlediğimiz suçları hatırlatan böyle bir anıtı dikmiş olmanın verdiği utançtan söz ediyordu. Sonuçta bu insanların temel programları ve gündemleri Almanya’yı yeniden büyük ve güçlü bir ülke haline getirmek. Dolayısıyla aynı cümle içinde hem Almanya’nın çok büyük bir ülke olduğunu söyleyip hem de soykırım suçlarını sıralayamazlar. Bu yüzden de tarihi yeniden yorumlayıp Alman tarihi içindeki bu büyük suçları önemsizleştirmeye çalışıyorlar. Almanya’da faşistler için geçmişin yeniden yorumlanması çok önemli. Hatta bu konuda parti programlarında bir bölüm bile var, tarihimizle gurur duymamız gerektiğini ve artık sürekli Auschwitz’in dersleri hakkında konuşmaktan vazgeçmemiz gerektiğini söylüyor. Bu program sadece parti içindeki faşist kanadın değil, tüm partinin programı. Aynı programda ayrıca kadın ve aile gibi konulara da değiniyorlar. Almanya’da doğum oranı çok düşük ve yaşlı nüfus oranı giderek artıyor, dolayısıyla AfD Almanya’nın yabancılar tarafından istilasının Alman ırkının yok olmasına yol açacağını iddia ediyor. Peki çözüm ne? Tabii ki daha fazla çocuk doğurmak. Ama kesinlikle Alman çocuk. Yani burada bildiğiniz biyolojik ırkçılıktan söz ediyoruz. Ancak tehlike şu ki AfD bu söylemleri ve programı ile birlikte giderek normalleşiyor. Sürekli TV programlarına, toplantılara çağırılıyorlar. Parti programı diğer partilerin de programı haline geliyor. Ve bu normalleşmeye izin vermemek, bu ırkçılığı teşhir etmek bizim en önemli görevimiz.
AfD’nin programının diğer partiler tarafından da devralındığını ve bunun AfD’nin normalleşmesine katkı sağlayan etkenlerden biri olduğunu söylediniz. Bu etkiyi biraz açıklar mısınız?
AfD, Almanya’da siyaset sahnesinin tamamının sağa kaymasına yol açtı. Üstelik bu süreç sadece Almanya için değil, bütün Avrupa ülkeleri için geçerli. Avusturya, Macaristan gibi ülkelerde de bütün partiler AfD benzeri partilere yenik düşmemek için bizzat onların politikalarını devralarak (yani mültecilerin gelmesini engelleme konusunda en başarılı siyasetleri uygulayacaklarını iddia ederek) siyaset yapıyorlar. Şu anda Almanya’da hükümet, CDU (Hristiyan Demokrat Birlik), SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) ve CSU (Hristiyan Sosyal Birlik) koalisyonundan oluşuyor. CDU ve CSU, parlamentoda ayrı partiler olarak bulunsalar da 1949’dan beri birlikte hareket ediyorlar. CSU, Bavyera eyaletinin partisi. Şu anda İçişleri Bakanı olan Horst Seehofer bu partinin lideri. Seehofer Haziran ayında, başka AB ülkelerinde kayıtlı olup Almanya’ya gelen mültecilerin AB sınırları içinde ilk kayıt oldukları ülkeye gönderilmelerini içeren bir öneride bulundu. Bunun nedeni çok açık: Dört ay sonra Bavyera’da seçim var ve CSU 70 yıldır Bavyera’da tek başına iktidar. Ancak son dönemde AfD her yerde olduğu gibi Bavyera’da da yükselişte. Son kamuoyu araştırmaları Bavyera’da AfD’nin yüzde 13-14 desteği olduğunu ve CSU’nun da yüzde 40’ın altına düştüğünü gösteriyor. Ancak Almanya’da büyük sermaye, Almanya ile diğer AB ülkeleri arasında sınır kontrolünün artırılmasına karşı. Tabii ki mülteciler için değil, kendi ticarî çıkarları için. Merkel, büyük sermayenin desteğine sahip. Mülteciler için sınırları Almanya’da değil Akdeniz’de kapatmak istiyor. Ayrıca Avusturya, İtalya gibi ülkeler AB sınırları içine ilk ayak bastıklarında kendi ülkerine kayıt olan ancak daha sonra Almanya’ya geçen bu mültecileri Almanya geri gönderse bile geri almayacaklarını söyledi. Bu olay, Merkel ile CSU arasında büyük bir krize neden oldu. Bu kriz Merkel’i zayıflatırken en fazla AfD’yi güçlendirdi. Daha önce oyu yüzde 13 civarında olan AfD, yakın zamanda yapılan kamuoyu araştırmalarında yüzde 17’ye çıkmış görünüyor. Aynı kamuoyu araştırmalarında Hristiyan Demokratlar’ın oyu yüzde 36’dan yüzde 30’a düşmüş görünüyor. Sosyal Demokratlar’ın oyu ise yüzde 17, yani AfD ile aynı! Çünkü bütün partiler mülteciler konusunda AfD’nin önerdiği politikaları kendi söylemleri haline getiriyor ve bu da tabii ki AfD’yi güçlendiriyor. Çünkü AfD diyor ki, “Bakın tüm bunlar bizim sayemizde oldu, biz olmasaydık milyonlarca göçmen Almanya’ya akın ederdi”. Şu anda Almanya’da herkes çok fazla mülteci olduğu konusunda fikir birliğine varmış gibi görünüyor. Bu, Die Linke için bile geçerli.
Nasıl? Die Linke de mi Almanya’da çok fazla mülteci olduğunu düşünüyor?
Şu anda parti içinde bu konuda bir tartışma ve kriz var. Partinin parlamento grubunun iki liderinden biri olan Sahra Wagenknecht, son genel seçimlerde Die Linke’nin başarısız olduğunu ve bunun nedeninin mülteci politikası olduğunu söyledi. Die Linke, sınırların herkese koşulsuz açık olmasından yana oldu her zaman. Wagenknecht, bu politikanın değiştirilmesi gerektiğini söylüyor.
Nasıl bir politika öneriyor?
Almanya’ya gelen mülteci sayısının kota ile sınırlanması gerektiğini düşünüyor. AfD ile farkı şu: AfD Almanya’ya gelen tüm mültecilerin, hatta biyolojik olarak Alman olmayan herkesin geri gönderilmesi gerektiğini savunuyor. Wagenknecht ise yılda 200 bin mültecinin yeterli olduğunu, bunun için bir göç yasası olması gerektiğini, Almanya’ya kimlerin geldiğinin bilinmesi gerektiğini söylüyor. Die Linke’nin kurucusu olan Oscar Lafontane’in 2005 yılında yazdığı bir kitabı okumuştum ve Lafontane bu kitapta işsizliğin ve toplumsal krizin yüksek olduğu durumlarda çok fazla sayıda yabancının ülkeye gelmesinin ırkçılığı artırmaktan başka bir işe yaramadığını, dolayısıyla sınırların kontrol altında tutulması gerektiğini iddia ediyordu. Bu, ırkçılığın neden arttığına dair çok yanlış bir açıklama. Bu arada şu konuda dikkatli olmak gerekiyor; bunu söylemesi Lafontane’i faşist yapmıyor. Irkçılığın güçlenmesine kapı aralıyor, ama Lafontane ırkçı değil. Çevremizdeki pek çok kişi, hem de faşistlere karşı olan, onlara karşı bizimle birlikte sokağa çıkan pek çok kişi benzer şeyleri söyleyebilir. Biz bu insanlara, “Eğer bizimle birlikte AfD’ye karşı mücadele etmek istiyorsan önce sınır kontrolüne karşı olup olmadığını söyle” mi diyeceğiz? Elbette hayır.
Peki, AfD’ye karşı mücadele meselesinden devam edersek, siz nasıl bir strateji öneriyorsunuz AfD’ye karşı?
Öncelikle, Sosyal Demokrat Parti üyelerinin ve taraftarlarının ve ayrıca Müslümanların ve mültecilerin rahatlıkla katılabilecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri geniş ittifaklar inşa etmeliyiz. İkincisi, AfD’nin sokakta güçlenmesine izin vermemeliyiz. Bu, pratikte şu anlama geliyor: AfD’nin yaptığı bütün kongrelerde ve sokak gösterilerinde biz de karşı eylemler düzenlemeliyiz. Ve şuna dikkat etmeliyiz: Bu eylemler kesinlikle sadece solun güçleri ile sınırlı olmamalı, toplumun çok geniş kesimlerinin katılımı sağlanmalı. Ayrıca tek bir eylem biçimi ile yetinmemeli, toplumun her kesiminden insanların bir şekilde katılabileceği eylemler düşünmeli ve organize etmeliyiz, herkesin katılımını kolaylaştıracak kanallar yaratmalıyız.
‘Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk’ koalisyonu böyle bir stratejinin ürünü olarak mı ortaya çıktı?
Kesinlikle. Bizler uzun zamandır faşizme ve ırkçılığa karşı mücadele ediyoruz. Ancak 2014’te PEGIDA hareketi ve 2015’te mülteci krizi ortaya çıktı. İlk başta memlekette mültecilere karşı oldukça yardımsever bir ortam vardı. Bence hâlâ da var; sonuçta mültecilere olumlu bakan bu insanlar bir yere gitmediler. Ancak bu gelişmelerin ardından Almanya’da genel olarak siyaset sağa kaydı. Bunun temel sebebi AfD; AfD’nin bütün siyaseti peşinden sürüklemesi. Bu solu da etkiliyor, yukarıda da anlattığım gibi. Örneğin biz uzun süre Die Linke içinde İslamofobi konusunda çoğunluğu kazanamadık. Ancak kısa süre önce partiyi bugünün Müslümanlarının dünün Yahudileri olduğu konusunda ikna edebildik. Dolayısıyla AfD’nin yükselişi ile birlikte, yukarıda anlattığım strateji çerçevesinde daha geniş kesimleri bir araya getirebileceğimiz bir platform inşa etmemiz gerektiğine karar verdik. Bir konferans çağrısı yaptık. Bu konferansa 700 kişi katıldı. Bir deklarasyon kaleme aldık ve bunu imzaya açtık. Açar açmaz yaklaşık 20-30 bin kişi imzaladı. Bu ilk konferans 2016’daydı. O günden bu yana bütün Almanya’da 70 adet Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk yerel grubu oluştu. Bu grupların içinde Sosyal Demokrat Parti, Yeşiller, Die Linke, Marx21 gibi parti ve gruplardan insanlar, sendikacılar, öğrenciler vs bulunuyor. Bir okul/eğitim programımız var. Bu programda bir öğretmen oluyor ve insanlara gündelik hayatlarında okulda, işyerinde karşılaştıkları ırkçı argümanlara nasıl yanıtlar verebileceklerini anlatıyor. Bugüne kadar bu okul kapsamında 7000 toplantı yaptık. Özellikle sendikalardan davet alıyoruz bu etkinliği yapmak için, çünkü sendikalar insanların bu tür konularda en çok basınç altında kaldıkları yerlerden biri. Ayrıca AfD’nin gösteri ya da kongre düzenlediği her yerde biz de gösteri yapıyoruz. Örneğin Berlin’de düzenlediğimiz gösteriye 17 bin kişi katıldı. AfD’nin Stuttgart parti kongresi sırasında düzenlediğimiz gösteriye 6 bin kişi katıldı. AfD nerede ne örgütlerse biz de ona karşı gösteri yapıyoruz.
AfD’ye sokakta yanıt vermek, bu sokak gösterilerini mutlaka düzenlemek neden bu kadar önemli?
Bunu yanıtlamak için öncelikle sokağın faşistler için ne anlam ifade ettiğini anlamamız gerek. Anaakım partilerdeki ırkçılar sadece parlamentoda çoğunluğu kazanmakla ilgilenir. Naziler ise devleti hem içeriden hem de dışarıdan sokak gücü yoluyla ele geçirmek ve onu faşist bir rejime dönüştürmek ister. Faşistlerin parlamentodaki stratejileri genellikle diğer partilerden çok farklı değildir, aynı yöntemleri kullanırlar. Ancak sokaklar faşistler için özellikle önemlidir. Faşistler devlet dışında kendi bağımsız güçlerini sokakta inşa eder. Dolayısıyla sokakta güçlenmelerini önlemek faşizme karşı mücadelenin önemli bir parçasıdır. Ayrıca AfD’ye ve AfD’nin sokağı nasıl kullandığına baktığımızda bunların kendilerini halkın temsilcisi olarak gördüklerini ve öyle sunduklarını görüyoruz. Üstelik bunu yaparken her zaman Doğu Almanya’daki 1989 devrimine referans veriyorlar. İnsanlar 1989’da da ayaklandıklarında temel sloganları “Biz halkız” idi. Ve şimdi aynı sloganı faşistler devralıyor ve bu sloganı gelen yabancılar yüzünden Almanya’nın sözde dağılması tehlikesine karşı kullanıyorlar. Dolayısıyla buna sokakta yanıt vermek ve “Hayır, siz halk değilsiniz, Alman halkının tamamının görüşlerini temsil etmiyorsunuz ve azınlıksınız, çoğunluk değilsiniz” demek gerek.