Can Irmak Özinanır
“Zor zamanlarda umutlu olmak her zaman aptalca bir romantizme işaret etmez. Bunun sebebi, insanlık tarihinin sadece zalimliğin değil, aynı zamanda şefkâtin, fedakârlığın, cesaretin ve güzelliğin tarihi olmasıdır. Bu karmaşık tarih içinde neye vurgu yaptığımız hayatımızın gidişatını belirler.”
Howard Zinn
Arka arkaya aşırı sağcı liderlerin seçildiği, seçilmeseler bile ırkçı partilerin yükselişe geçtiği, milyonlarca insanın savaştan kaçarak yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kaldığı, gittikleri ülkelerde düşmanlıkla karşılaştıkları, yoksulluğun arttığı, krizin faturasının dünyanın her yanında işçi sınıfının sırtına yüklenmeye çalışıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Donald Trump, Vladimir Putin, Tayyip Erdoğan, Victor Orban… Bu isimlere başkaları da eklenebilir ama bu kadarı bile dünyanın içinde bulunduğu durum açısından bize ciddi bir ipucu veriyor. Bir ayının üzerine binmiş Putin figürü, elini bir asker cenazesinin tabutu üzerine koymuş Erdoğan, dünyanın abiliği rolünü tamamen benimseyerek parmak sallayan Trump… bunlar gibi yüzlerce imge üzerimize akıtılıyor. Bizde yaratılan duygu şu: Tarihi bu insanlar yapıyor, bizler ise pasif bir şekilde onların verdiği kararları yaşıyoruz; onların yaptıkları tüm “milletin” ve dolayısıyla bizim de kararlarımız oluyor; bizlerin kendi yaşamımız üzerindeki kontrolü çok az.
Doğru, tarihi kısmen muktedirler yapıyor, ama Howard Zinn’in yukarıda alıntılanan cümlesinde söylediği gibi, insanlık tarihi çoğunun ismi hatırlanmayan pek çok sıradan insanın hikâyeleri ve imgeleriyle dolu. Fotoğrafın 1839’da icat edilmesi ve 20. yüzyılda hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi sayesinde, sıradan insanların zalimler karşısında cesaretini ve fedakârlığını da biliyoruz.
Bize sunulan güçlü lider ikonları, sıradan insanların kendi güçlerini küçümsedikleri bir tapınma hâline veya tam tersi bir umutsuzluğa yol açabilir. Tam da bu yüzden, trajediler içinde bile sıradan insanların tarihin pasif nesneleri değil, tüm güzellikleri ve acılarıyla tarihin öznesi olabildikleri görüntüleri hatırlayalım istedik.
Akıbeti belirsiz Tank Adam
Bu yıl Çin’de Tiananmen Meydanı’nda adı “komünist” olan rejime karşı halkın başkaldırısının 19. yıldönümüydü. Çinli ressam ve karikatürist Badiucao, kanla bastırılan bu ayaklanmanın en ikonik karakteri üzerine bir sosyal medya kampanyası başlattı. Söz konusu karakter, elinde poşetlerle tankların karşısında tek başına dikilen, tankları durduran, kim olduğu ve sonrasında başına ne geldiği hiçbir zaman öğrenilemeyen adamdı. Badiucao gençleri, Tank Adam ismini verdiği bu kişinin dış görünüşünü taklit ederek fotoğraf çektirmeye çağırdı: Beyaz bir tişört, siyah pantolon, siyah ayakkabılar ve ellerinde alışveriş poşetleriyle…
Badiucao şöyle diyor: “Çin’in gençliğinde bugün eksik olan bir şey var: İdealizm, tutku, sorumluluk duygusu ve bir bireyin değişiklik yaratabileceğine dair özgüven. Tank adam bugün çok güncel ve insanlar onu görmeli. Toplum, Tiananmen katliamından beri çok değişmedi çünkü baskı hiçbir zaman sona ermedi”.
Badiucao’nun çağrısı dünyanın pek çok yerinde yankı buldu. 1989’daki ayaklanmanın öğrenci liderlerinden biri olan ve bugün Washington’da yaşayan Zhou Fengsua da yanıt verenlerden biriydi. Kanada’dan Yeni Zelanda’ya kadar yüzlerce insan Tank Adam’ın pozunu vererek sosyal medyada #Tankman2018 etiketiyle paylaşmaya başladı.
Tank Adam, gerçekten de insanlığa cesareti hatırlatan birisi. Bu sebeple bugün Tank Adam’ı ve Çin’deki sözde komünist rejime başkaldıran devasa hareketi hatırlamak hâlâ önemli. Mao Zedung öncülüğünde 1949 yılında iktidarı ele geçiren Çin Komünist Partisi, SSCB ile ilişkileri her zaman çok iyi olmasa da Stalin Rusya’sına benzeyen bir devlet kapitalisti rejim kurmuştu. Baskının her zaman çok yoğun olduğu Çin rejimi, Mao’nun ölümü sonrasında Deng Xiaoping önderliğinde 1970’lerin ortalarından itibaren piyasa kapitalizmi ile eklemlenmeye başlamıştı. Günümüzde en ucuz işgücüne sahip ülkelerden biri olan ve işçi sınıfının ağır koşullarda yaşadığı Çin’i hâlâ Komünist Partisi yönetiyor ve rejim kendini komünist olarak adlandırıyor.
Çin’de rejime karşı güçlü bir hareketin doğması bugün çok zor görülüyor, oysa 1989’da öğrenciler ve işçiler rejimi sallamanın mümkün olduğunu göstermişti. Gösteriler, 1980’li yıllar boyunca Komünist Parti’nin genel sekreterliğini yürütmüş ve çeşitle reformlar yapmış olan Hu Yaobong’un 15 Nisan 1989’daki ölümü üzerine başlamıştı. Yaobong, öğrencilerin reform talep eden gösterilerine sempatiyle yaklaştığı için devlet bürokrasisi tarafından daha önce istifaya zorlanmıştı. Yaobong’un ölümünden bir gün sonra Çin’in başkenti Pekin’deki devasa Tiananmen Meydanı’nda öğrenciler onu anmak için toplandı. Kısa sürede bu eylem aralarında işçilerin de olduğu 10 binlerce kişinin katıldığı devasa bir gösteriye dönüştü. Gösteride demokrasi sloganları öne çıkıyor, gerçek sosyalizmin marşı olan Enternasyonal gösterilerin temel melodisi hâline geliyordu. Yaobong’un cenazesinin olduğu gün devletin tüm gösterileri yasaklaması ve sokakları askerlerle doldurması işe yaramadı. Milyonlarca insan sokaklara döküldü, gösteriler Pekin dışındaki şehirlere sıçradı ve grevler başladı. Bir süre sonra bütün fabrikalar durmuştu. Pekin 13 Mayıs’tan başlayarak iki günlüğüne kızıl bayraklar taşıyarak Enternasyonal marşını söyleyen halkın kontrolüne geçmişti.
Ayaklanmayı bastırmak üzere bir özel kuvvet oluşturuldu. Askerî birlikler 3 Haziran’da Tiananmen Meydanı’na geldi. Meydandakiler Halkın Kurtuluş Ordusu adı verilen Çin ordusunun gerçekten kendilerine ateş açacağını düşünmüyordu. Ordu, 2600 kişiyi öldürdü, on binlerce kişi ayaklanma bastırıldıktan sonra tutuklandı ve idam edildi. İşte bu kanlı ortamda, 5 Haziran 1989’da elinde naylon alışveriş torbaları olan sıradan bir insan tankların önüne dikildi ve onları durdurdu. Bu an bir fotoğrafla insanlığın tarihine kazındı. Cesaretin ve özverinin örneği olan bu kişinin akıbeti bilinmiyor, ama sadece Çin halkına değil tüm dünyaya umudun izini bıraktı.
Irkçılara karşı tek başına: Tess Asplund
Biraz daha yakın bir tarihe gelelim. 2016 yılında 300 Nazi, İsveç’in orta kesimlerinde yer alan Borlänge isimli şehirde göçmenlere karşı bir yürüyüş yaptı. Amaç, o yılki 1 Mayıs gösterilerini provoke etmekti. Borlänge şehri göçmenlerin yoğun yaşadığı bir yer olduğu için kasıtlı olarak seçilmişti.
Yürüyüşün ortasında bir Afro-İsveçli olan Tess Asplund tek başına 300 Nazi’nin karşısına çıktı ve yumruğunu havaya kaldırdı. Bu sahne fotoğrafçı David Lagerlof tarafından görüntülendi ve birden sosyal medyada yayıldı. Dünyanın her yanından ırkçılık karşıtları Asplund’un fotoğrafını paylaşmaya başladı. Asplund, BBC’nin hazırladığı ‘2016 yılının 100 kadını’ listesine girdi.
Asplund, çocukluğundan beri ırkçılığa karşı mücadele veren bir aktivist. Afrofocus isimli ırkçılık karşıtı grubun bir üyesi. Ancak o gün ırkçıların karşısına dikilirken kahraman olmayı veya tüm dünyada ırkçılık karşıtlarının simgelerinden biri olmayı beklemiyordu.
Bir söyleşide şöyle diyordu: “Hiçbir şey düşünmedim. Onların serbestçe yürüdüğünü görünce öfkelendim. Aniden karar vererek önlerine geçtim. Kötülük geliyordu. Yumruğumu eşitlik, adalet ve sevgi için havaya kaldırdım. Bu hareketim aynı zamanda Nelson Mandela’ya saygıydı.”
Başka bir röportajında ise ırkçılığın normalleştirilmesinin ve faşistlerin sokağa dökülmesinin doğru olmadığını göstermek için halkın birleşmesi gerektiğini söylüyordu.
“Neden her zaman bir kedi vardır gözlerinde?”
Mültecileri çokça konuştuğumuz bugünlerde, Türkiye’den “anavatanına” yollanarak mülteci olmak durumunda bırakılan bir kız çocuğu ve kedisinin fotoğrafı geliyor aklıma.
Daha önce mübadele, Varlık Vergisi gibi yöntemlerle ve 6-7 Eylül gibi pogromlarla Anadolu’dan yollanmaya çalışılan Rumlara karşı devletin en etkili hamlelerinden biri 1964 yılında gelmişti. Seyrisefain Mukavelenamesi olarak anılan ve 1930 yılında imzalanan anlaşma, 1960’lı yıllarda Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs üzerine gerilim yaşanmaya başlayınca Türkiye tarafından tek taraflı olarak feshedildi. Bunun anlamı, bir kısmı hayatında Yunanistan’ı bile görmemiş ancak Yunanistan vatandaşı olan pek çok İstabullu Rum’un sınırdışı edilmesiydi.
Sürgün öncesi medyada yaygın bir nefret kampanyası yürütüldü. İstanbullu Rumların, Kıbrıs Rumlarının finansörleri olduğu teması işlendi ve Rumlar ajan olarak hedef gösterildi. Başbakan İsmet İnönü, tıpkı Cumhuriyet’in kuruluşunda olduğu gibi, kalan Anadolu Rumlarının tasfiyesinin de başmimarlarından biriydi.
Anlaşmanın iptali üzerine Yunanistan vatandaşı olan İstanbul Rumlarına 15 gün içinde Türkiye’yi terk etmeleri söylendi. Yanlarına ancak 20 dolar ve 20 kilo eşya almalarına izin verildi. Kararın alındığı Mart ayından Eylül ayına kadar 12 bine yakın Rum Türkiye’yi terk etti.
Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan Rumlar için 1964 sürgünü büyük bir trajediydi: Doğdukları toprakları terk edip başka bir ülkeye gitmek zorunda kaldılar. Kimi aile yadigârlarından 20 kiloluk bir bölümünü sıkıştırabildi bavuluna, kimi emektar enstrümanını aldı yanına.
Fotoğrafta, çocukluğu bir günde elinden alınmış, bir gün önce oyun arayan gözleri dünyanın acısını kabullenmiş gibi bakan küçük kız da doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan Rumlardan biriydi. Arkasında yığılmış 20 kiloluk bavullar… Bir halkın trajedisinin ortasında ise 20 kiloluk bavulunu değil de, geride bırakmak istemediği kedisini kucaklamış bir kız çocuğu.
Bu küçük kız, fotoğrafı çekilirken bütün bu trajedinin ortasında bir şefkat dersi verdiğinin farkında mıydı? Kedisini beraberinde Yunanistan’a götürebildi mi? Nasıl bir hayat sürdü? Hâlâ hayatta mı ve yine kedileri var mı? Soruların cevapları bizim için bir muamma, ancak en karanlık anlarda bile bir canlıyı sevmenin, o sevgiye tutunmanın imkânını ve mükemmeliyetini gösterdiği için bu fotoğraf çok büyük bir hikâye anlatıyor.
Dünyayı güzelleştir
Kedili küçük kız, Asplund, Tank Adam gibi “sıradan” kahramanlar tarihte hiç de az değil. İnsanlık bazen karanlık dönemler yaşar, yapılması gerekeni bu “sıradan” kahramanlar gösteriyor: Şefkati, umudu, cesareti, özveriyi elden bırakma, dünyayı güzelleştir!