Barış Akademisyenlerinden FERDA KESKİN’in
İstanbul 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 26.10.2018 tarihli savunmasının metni
Bugün burada bir akademisyen olarak yargılanıyorum. Uzmanlık alanım felsefe ve araştırma ile ilgi alanlarım arasında etik ve siyaset felsefesi öncelik taşıyor. Dolayısıyla, mesleki bir refleks olarak iddianameyi önce bir akademisyen, sonra bir felsefeci ve son olarak da bir etik ve siyaset felsefecisi olarak okudum.
Bugüne kadar meslektaşlarım yaptıkları savunmalarda herhangi bir akademisyenin mevcut iddianamede hemen tespit edeceği maddi hataları, muhakeme yanlışlarını ve ifade sorunlarını açık ve seçik bir şekilde dile getirdiler. Ama ben de bu konuda küçük bir katkıda bulunmak isterim.
Hatırlatmak isterim ki binlerce yıllık bir disiplin olan felsefe, düşünme tarihine çok önemli bir armağanda bulunmuştur. Doğa bilimleri, insan bilimleri ve elbette hukuk da dahil olmak üzere bugün geçerli olan bilgi alanları için vazgeçilmez olan bu armağana “argüman” adını veriyoruz.
Çok basit bir dille söylersek, bir argüman aynı konuda ve birbirini mantıksal olarak takip eden öncül önermelerden doğru olması beklenen bir sonuç çıkarma usulüdür. Fevkalade hassas bir konu olan ve bu dava özelinde cezai yaptırımlar içeren hukuki bir iddianamenin de doğal olarak bir argüman içermesi beklenir. Oysa bugün burada savunma yapmamı gerektiren iddianamede maalesef herhangi bir argüman yoktur. Zira iddia metninde imzacısı olduğum “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı barışa çağrı bildirisi bir bütün olarak alıntılandıktan sonra hiçbir analiz yapılmadan bildirinin bir “terör örgütünün alenen propagandası mahiyetinde olduğunun” sabitlendiği iddia edilmektedir. Dolayısıyla, bu iddia tutarlı bir önermeler zincirinin sonucu değil, doğrudan doğruya söz konusu bildirinin niyet okuyan tek taraflı bir yorumundan ve bir yakıştırmadan ibarettir.
İddianamenin devamında da imzaladığım bildirinin içindeki öncül önermeleri bulmak ve vurgulamak yerine üç imzacı meslektaşım tarafından yapılan bir basın açıklamasından söz edilmekte, Emniyet Müdürlüğü’nde verdiğim ifade hatalı olarak alıntılanmakta ve iddia makamının yorumunu desteklemek üzere bir tarihsel arka plan değerlendirmesi yapılmaktadır. Bildirinin kendisine dair değerlendirmeye ise ancak 6. sayfadan itibaren yer verilmekte, ardından aynı metnin İngilizcesi yorumlanmakta ve aynı üniversitede görev aldığım için yakından tanıdığım bir akademisyen ile bazı akademik çevreler hedef gösterilerek “Sonuç” bölümünde en başta yapılan suçlama tekrarlanmaktadır. Yani, bana ve meslektaşlarıma yöneltilen suçlamaların hiçbirinin rasyonel bir temeli yoktur.
Tekrar vurgulamak isterim ki iddianamenin 11 Ocak 2016 ve 10 Mart 2016 tarihlerinde yayınlanan bildirilere ilişkin değerlendirme bölümü bir analiz değildir. Metin sadece yukarıda sözü edilen suçlamayı, yani imzacıların terör örgütü propagandası yaptığına dair ön kabulü farklı biçimlerde yinelemektedir.
Öte yandan, iddianamenin bu bölümünde doğru olduğunu düşündüğüm bir nokta var. O da imzacıların “bilimsel çalışmalar yaptıklarından dolayı toplumda fikirleri dikkate alınan ve akademisyen sıfatı taşıyan kişiler” ve “bilim insanı sıfatını taşımalarından dolayı” özel bir rol sahibi olan insanlar olarak nitelendirilmesidir. Sanırım bu davada şüpheli olarak ifade verenlerin büyük çoğunluğu da bu nitelemeye itiraz etmeyecektir.
Buna mukabil iddianamenin 10. sayfasında “Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin legal görünüm altında PKK tarafından alınan kararları uygulamaya yönelik bir örgütlenme tarzına da sahip olduğunun” altının çizilmesi gerektiği ifade edilmektedir.
Eğer bu iki mütalaa aynı iddianamenin parçasıysa – ki öyledir – o zaman şu soruları sormak gerekir
1. Bilimsel çalışmalar yapan, akademisyen sıfatı taşıyan, toplumda fikirleri dikkate alınan ve özel bir rol sahibi olan; Türkiye’nin önde gelen üniversitelerine mensup, buna mukabil çok farklı alanlarda çalışan, çoğunluğu birbirini tanımayan ve birbirini hiç görmemiş 1128 insan nasıl olur da bir terör örgütünün propagandasını yapmayı ve hatta iddianamede adı geçen tekil bir şahıstan direktif almayı kabul etmiş ve örgütlenmeye razı olmuştur?
Bu sorunun cevabını vermek elbette bizim değil, iddia makamının külfetidir.
İkinci soru ise şudur:
2. Yukarıdaki sıfatları taşımak ve sahip oldukları akademik unvanları almak için Türkiye’de ve yurt dışındaki resmi eğitim kurumlarında defalarca sınanmış bu insanların bilinci, konuyla ilgili entelektüel birikimi, vicdanı, muhakeme ve kendini ifade etme kabiliyeti ve özgürlüğü yok mudur?
Bu sorunun ise iki cevabı olabilir.
Eğer cevap “Bu insanların bilinci, konuyla ilgili entelektüel birikimi, vicdanı, muhakeme ve kendini ifade etme kabiliyeti ve özgürlüğü yoktur” ise iddia makamının muhatabı ve hedefi sadece iddianamede adı geçen akademisyenler değil, aynı zamanda onlara unvanlarını ve sıfatlarını bahşeden üniversite kurumunun ta kendisidir. Dolayısıyla, iddia makamının yaklaşık bin yıllık bir tarihi olan bu küresel kurumun neyi yanlış yaparak bugün bizi buraya taşıdığını açıklaması gerekir.
Öte yandan, eğer cevap “Bu insanların bilinci, konuyla ilgili entelektüel birikimi, vicdanı, muhakeme ve kendini ifade etme kabiliyeti vardır” ise varılacak sonuç belli ve sarihtir:
İddianamede adı geçen ve bu bildiriye imza atan “şüpheliler,” sahip oldukları akademik birikimi de kullanarak gerçekleştirdikleri şahsi muhakeme sonucunda anayasa tarafından güvence altına alınmış olan vicdan ve ifade özgürlüğünü kullanmışlardır.
Aslında her şey bu kadar basittir.
İlginç hatta paradoksal olan şey ise bu basit olgunun, yani akademisyenlerin aldığı inisiyatifin meşruiyetinin iddia makamınca farkında olmadan olumlanmasıdır. Zira:
1. İddianamenin 6. sayfasında Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin, “2012 yılından itibaren Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda yaşanan sorunun sözde ‘barış ve demokrasi’ prensipleri çerçevesinde çözülmesine yönelik faaliyetler yürüterek” örgütlendiği belirtilmektedir.
2. Aynı iddianamenin 4. sayfasında ise “30 yıldan fazla süren çatışmalar neticesinde 40.000 ile 100.000 arasında” can kaybının meydana geldiği, “yadsınamayacak miktarda ekonomik zarar” olduğu, “11 Temmuz 2014’te TBMM tarafından Cumhurbaşkanlığı onayına sunulan çözüm süreci ile ilgili” kanunun onaylandığı ve yürütmeye konduğu belirtilmektedir.
Görüldüğü gibi, iddia makamına göre, Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin söylemi ile 2014 tarihli kanunun söylemi tam da aynı soruna çözüm bağlamında ortaklaşmaktadır.
Nitekim ilgili kanunun 2. Maddesinin 1. Fıkrasında “Hükümet, çözüm süreci kapsamında aşağıdaki hususlarda gerekli çalışmaları yürütür” dendikten sonra (a) ve (b) bentlerinde şöyle devam edilmektedir:
a) Terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine yönelik siyasi, hukuki, sosyoekonomik, psikolojik, kültür, insan hakları, güvenlik ve silahsızlandırma alanlarında ve bunlarla bağlantılı konularda atılabilecek adımları belirler.
b) Gerekli görülmesi halinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar verir ve bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi, kurum veya kuruluşları görevlendirir.
Gayet net olarak görüldüğü üzere “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirinin talepleri yukarıda alıntılanan (a) ve (b) fıkralarında sözü edilmiş çalışmaların içeriği ile tamamen örtüşmektedir.
Bu da, eğer argüman dilini kullanırsak, şu anlama gelmektedir:
- Barış İçin Akademisyenler söz konusu kanunun onaylanmasından 2 yıl önce çözüme yönelik inisiyatif almıştır.
- Bu inisiyatifin amacı, 2014 tarihinde TBMM ve Cumhurbaşkanlığı tarafından onaylanan kanun ile zımni olarak da olsa tasdik edilmiştir.
- Sonuç olarak, suç olarak tanımlanan 2016 tarihli bildiri aslında devlete kendi taahhütlerini yerine getirmesi için yapılmış bir çağrıdır.
Kuşkusuz bunun farkında olan iddia makamı, akademisyenlerin inisiyatiflerini “’sözde” barış ve demokrasi prensipleri çerçevesinde aldığını söyleyerek bu gerçeği çarpıtmakta ve inisiyatifi itibarsızlaştırmaya çalışmaktadır.
Bununla birlikte, eğer ortada bir çarpıtma yoksa, yani iddia makamı haklıysa, yaklaşık 30 yıldır siyaset felsefesiyle uğraşan, bu konuda tez yazmış ve düzinelerce tez yazdırmış, literatürü yakından takip etmeye çalışan bir akademisyen olarak burada barış ile demokrasinin “sözdesi” ile “özdesini” ayırt etmeyi mümkün kılan kriterin ne olduğunu sormak, cevap alamayacağımı bilsem de, hakkımdır.
Savunmamın son bölümünde bir etik ve siyaset felsefecisi olarak söz almak istiyorum. Burada teorik bir tartışmaya girmek mümkün olmadığı için uzun konuşmayacağım.
Şimdi bugün burada bana destek olmak için bulunan dinleyicilere bakıyor ve sadece benimle bu davada yargılanan meslektaşlarımı değil, aynı zamanda ailemi, öğrencilerimi ve hatta çocukluk arkadaşlarımı görüyorum. Kuşkusuz birbirinden çok farklı siyasi görüşlere ve yaşam anlayışlarına sahip olan bu insanları bir araya getiren şey sadece beni tanıyor olmaları değil, bazı temel insani değerleri koşulsuz olarak paylaşıyor olmamızdır.
Siyasetin seçme ve seçilme gibi formel hakların belirli aralıklarla ifa edilmesinden ibaret biçimsel bir usul değil, bir yaşama biçimi olduğuna ve bu anlamda etikten ayrılamaz olduğuna inanırım. Başka bir deyişle, bence, etik ve siyaset tekil şahıslar ile onların oluşturduğu cemaatlerin belirli değerler temelinde birlikte yaşama yordamını düşünme faaliyetinden ibarettir.
Özgürlük ve dayanışma kavramlarında bulduğum ve iddianamedeki suçlamalarla taban tabana zıt olan bu değerler, kişinin ve onun ait olduğu kolektif bütünün karakterini tanımlayan erdemlere ve, daha da önemlisi, bu erdemlerin pratiğini temin eden bir göreve tekabül eder.
İşte bu davanın konusu olan bildiriyi tam da bu erdemler ve görevin gereği olarak imzaladım.
Maalesef bu iddianameye konu olan bildiride savunmak zorunda kaldığım şey; şiddet ve tahakküme maruz kalmadan yaşama ve yaşarken dayanışma, eğer yaşam sona erdiyse öleni geride bıraktıklarının inancına uygun olarak uğurlama ve ardından yas tutma hak ve özgürlüğü oldu.
Bu bir suç değildir ve olamaz.
Ama benimle birlikte bu hak ve özgürlükleri savunan çok değerli birçok meslektaşım bugüne kadar işlerinden, gelirlerinden, ama her şeyden önemlisi üzerlerine titredikleri öğrencilerinden oldular. Bunun acısını kaldırmak hiç kimse, özellikle de bir akademisyen, için kolay değildir…
Bu acıya karşılık, sözlerimi Sokrates’in 2500 yıl önce yaptığı savunmaya atfen ve bu meslektaşlarıma ithafen tamamlamak isterim:
Haksız bir suçlamada suçlananın değil suçlayanın ruhu zarar görür.