Ozan Ekin Gökşin
“Kimse yaşadığı her şeyi anlatmaz ki. Kadın kocasından şiddet görür, mahkemeye gider, bir kısmını anlatır, bir kısmını anlatmaz. Anlatamıyorsun… Sonuçta yaşıyorsun, sonra hesaplaşıyorsun. Amerikan filmlerini izlersen Vietnam filmlerinde adam geliyor, kendisiyle hesaplaşıyor. ‘Ben yaptıklarımdan hiçbir zaman gurur duymadım’ diyor. ‘Benim hatam düşünmeden gitmek oldu’ diyor, ‘Şu anda olsa gitmem’ diyor, ‘Siz de gitmeyin’ diyor. Bugüne kadar Güneydoğu’dan gelen kimse çıkıp da ‘Gitmeyin’ demedi.”
Tuğba Tekerek’in Taraf gazetesinde 31 Ağustos 2010’da yayınlanan ve eski asker Ali Altay’la gerçekleştirdiği söyleşi, operasyonlara katılmış ve pişmanlık duyan bir erin düşünceleriyle tanışmamıza belki de ilk defa fırsat vermişti. Çünkü Altay’ın belirttiği gibi, dünyanın diğer coğrafyalarında yaygınca bulunan, askeriyedeki ihlalleri gündemine alan bir emekli asker/gazi (veteran) örgütü Türkiye’de yok.
Her yerelde ve sayısız şehit aileleri ve muharip gazi derneği var, ama bu örgütlerin temel amacı, milliyetçiliği ve savaşı hiç sorgulamadan şehit yakınları ve gazilerin sosyal dayanışmasını sağlamak. Çözüm süreci boyunca, cılız da olsa, bu sürece desteklerini açıklayan dernekler olmuştu. Fakat çözüm sürecine karşı çıkan dernekler hakkında, dönemin başbakanı Erdoğan, “Gazi olabilirsin eyvallah, bu bir şereftir, onunla övün, ama gazi olmayı istismar etmeyelim, biz şehidimize de gazimize de her türlü imkânı sağladık, önüne gelen istediği gibi şehit gazi dernekleri kuruyor, bu olmaz” demişti.
Peki, önüne gelen dilediği gibi dernek kurabiliyor mu? Savaşın hiç gündemden eksik olmadığı Amerika, İngiltere ve İsrail gibi ülkelere bakarsak Türkiye’de muharip gazilerin hiçbir zaman alternatif bir dayanışma örgütünün olmadığını görüyoruz. Toplumsal hafızaya kazınan Kore Savaşı, Kıbrıs Harekâtı ya da PKK’ye karşı kırk yıldır kesintilerle devam eden savaşta, yaşanan tüm travmalara ve siyasal yaşamı sekteye uğratan darbelere rağmen askerlerin bu harekâtları sorgulatmaya yönelik girişimleriyle karşılaşmadık.
Oysa, İngiltere’de geçtiğimiz senelerde Suriye’ye karşı gerçekleşen hava saldırıları, Irak ve Afganistan’da görev yapmış gazilerin madalyalarını protesto amacıyla yerlere fırlatmasıyla sonuçlanmıştı. İsrail’de zorunlu askerliğe karşı hapis cezası alan gençlerin ve askerlik görevini işgal edilmiş topraklarda gerçekleştirmeyi reddeden erlerin yanı sıra, savaş görmüş eski askerlerin de İsrail’in savaş politikalarına karşı geldiğini görüyoruz. Örneğin, 2003 yılında eski ve muvazzaf 27 pilot sivil yerleşimlerde gerçekleşen operasyonları reddetmişti. Ertesi yıl, orta rütbeli 43 istihbarat çalışanı ve eski asker, Filistinlilere karşı devletin eylemlerine katılmayacaklarını bir gazete ilanıyla duyurmuştu.
Amerika’da ise, savaş görmüş gazilerin yoğun bir biçimde barış mücadelesine katıldığı görülüyor. Örneğin, Vietnam gazileri tarafından kurulan Barış için Gaziler, Amerika’nın gerçekleştirdiği sınırötesi operasyonlarda bulunan askerlerin de seneler içinde katılmasıyla Amerika’nın tüm savaş tecrübesini yaşayan ve Amerikan işgallerinin bir daha dünyanın hiçbir yerinde yaşanmaması için çalışan bir örgüt; İran’a olası müdahaleden Irak işgaline, Suriye ve Libya’ya yönelik “insanî” müdahaleden teröre karşı savaş doktrinine, Bosna’dan Filistin’e, hemen her konuda Amerika’nın politikalarının karşısında yer alıyor.
İlk Kan
Ali Altay’ın bahsettiği Hollywood filmlerinin en popüler örneği, Sylvester Stallone’nin başrolde oynadığı First Blood (İlk Kan, 1982) savaştan dönen erlerin yaşadığı hüsranı milliyetçi bir hezeyanla anlatsa da, insan hayatının devletler nezdinde ne denli kıymetsiz olduğunu ortaya sermesi açısından başarılı bir film.
Amerika için insan öldüren, işkenceler gören, ülkesine bir kahraman olarak dönmeyi bekleyen John Rambo, kendisinin kadrini kıymetini bilmeyen kolluk kuvvetleriyle çatışır. Savaşın anlamsızlığını sürüldüğü cephede anlayan, namluları “düşmana” değil, ona emredenlere çeviren bir isyan değildir bu. Amerika’nın yarattığı bir savaş canavarının rehabilite edilmeden insan arasına karışmasının sebep olduğu bir isyandır. Yine de, Türkiye’yle kıyaslarsak çıkarılacak derslerle doludur. Zira Türk Rambo filmi Korkusuz(1986), her ne kadar eli silahlı eşkiyalarla çatışsa da, devletin özel bir görevle “örgüte” sızdırdığı, savaşı, şiddeti sorgulatmayan, hatta benimseten bir filmdir.
Cinnet ve rehabilitasyon
Ali Altay aynı röportajda şiddetle olan ilişkisini şu sözlerle ifade ediyor:
“Dokunsan ağlayacak moddaydım, haberleri izliyorum, ‘Adam cinnet geçirdi, çocuğunu vurdu kendisini vurdu, karısını vurdu’ diyor. Ben de kendimi moda sokmuşum; sıkayım bir tane gideyim. Kalbime sıktım. Büyük de bir silahtı. Sıkınca sekti, buradan girdi, arkadan çıktı. Dolayısıyla kendine bile yapabiliyorsun, o anda gözün görmüyor. Gönül’ü vurmuşsun, Ahmet’i vurmuşsun, çocuğu var, ailesi var. Hiçbir şey umrumda olmuyor.”
Altay’ın televizyondan izlediği ve özendiği “cinnet” vakalarını, albay, astsubay, emekli asker kelimeleriyle internette aratınca, askerlerin kışlada ve emekli olduktan sonra gerçekleştirdiği sayısız “cinnet” vakasına tanık oluyoruz. Örneğin 2014’te bir asker Ceylanpınar’da iki eri öldürüp intihar etti; 2017’de Kula’da bir başka asker üç arkadaşını öldürüp intihar etti. Haziran 2018’de Iğdır’da görev yapan bir er, iki eri yaralayıp kaçtı, muhtemelen henüz yakalanamadı. İstanbul’da emekli bir astsubay 2004’te eşini, kayınpederini, kayınvalidesini ve baldızını öldürüp intihar etti. İzmir’de yine bir astsubay 2008’de eşini katledip intihar etti. Kuşadası’nda 2016’da emekli bir albay eşini öldürüp intihar etti. Emekli bir astsubay 2017’de 1,5 yaşındaki oğlunu öldürüp intihar etti. Birkaç ay önce İzmir’de emekli bir albay oğlunu vurup intihar etti, ikisi de öldü. Tüm bu örneklerin, asker olmayıp “cinnet” sonucu ailesini öldüren ve intihar edenler arasındaki yerini bilmek yahut bu “cinnetlerin” askerlik mesleğiyle doğrudan bir bağı olup olmadığını kestirmek güç. Yine de, en hafifinden apartman yöneticisi emekli albaydan, en uç cinnet örneklerine kadar, şiddet eğiliminin rehabilite edilmediğini, kışladaki ve cephedeki çatışma geriliminin apartmana ve şehre taşındığını iddia etmek zor değil.
Rehabilitasyon, sadece askerleri değil polisleri de ilgilendiren bir mesele. Kolluk güçlerinin keyfi şiddeti, işkenceye sıfır toleransa sıfır tolerans, hiçbir polis ve askerin bu şiddet eylemleri sonucunda yargılanmıyor ya da göstermelik yargılanıyor oluşu, cezasızlıkla ödüllendirilmeleri bu şiddet sarmalının devlet tarafından teşvikine sebep oluyor. Bu teşvik, devlet adına şiddet tekelini elinde bulunduran güçlerin, gündelik hayatlarında da her mevzuyu şiddet yoluyla çözebilmesinin zeminini oluşturuyor. Tüm Türk erkeklerin “asker doğduğunu” düşünürsek, bu rehabilitasyonun daha geniş çaplı bir şekilde gerçekleşmesi gerektiğini de söyleyebiliriz.
Röportajın devamında, hissettiklerini ve olması gerekenleri de özetliyor Altay:
“Öyle bir suçluluk duygusu yok içimde. Orada bir görev verildi, sen kendi başına yapmadın bunu. Zaman zaman şiddet de gördüm, şiddetin dozunu da artırdım, işin kuralı o. Ama sonuçta devlet oraya götürüyor seni, ‘Haydi haydi haydi’ diyor, ondan sonra salıyor topluma. Rehabilitasyon merkezleri olması lazım, devletin bu insanları rehabilite etmesi lazım. Bu, devletin yapması gereken bir şey. Ben kendi inisiyatifimle gitmedim ki Güneydoğu’ya. Ben bunu kendimle ilgili söylemiyorum, bu toplumsal bir sorun, kendimle ilgili bir şey istediğim yok. Oraya gidip gelen binlerce insan var.”
Türkiye’de çatışmaya giren askerler, John Rambo kadar şanslı değil. En azından Rambo, sadece komando bıçağıyla tüm olumsuz hava koşullarına ve gıdasızlığa rağmen bir ormanda tek başına hayatta kalabilecek eğitime sahip. Tüm canlı hedefleri vurması için eğitilen ve cepheden yaralı dönen bir askerin, ev bark kurma dertleri, iş güç araması, hayata atılmasının Rambo’ya kıyasla daha travmatik olduğu düşünülebilir. Bu travmanın aşılamamasının da sonu şiddetle biten bir maceraya dönüşmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Barış
Amerika, İngiltere ve İsrail’deki örnekler, muvazzaf ve emekli askerin de güvencesinin, salt sosyal yardım hedeflemeyen, aynı zamanda siyasal taleplere sahip asker örgütlenmelerinin varlığı. Yine dünya örneklerinden anlaşılacağı üzere, bu örgütler kitlesel bir savaş karşıtı hareketin içinden, bu hareketin etkisiyle çıkıyor. Türkiye’de 2009’da başlayan, 2015’te buzdolabına kaldırılan, sonra da gömülen çözüm sürecinde, savaşan tarafların, asker ve gerillaların topluma entegrasyonu neredeyse hiç tartışılmadı. Acil bir ihtiyaç olan barışın tesisinde, bir önceki süreçten alınan bir ders de bu olmalı. Barış, ancak kitlesel bir mücadeleyle kazanılır. Bu mücadele savaşa katılanların, savaşın son bulmasını talep edebilmesini sağlar. Böylelikle barış, sadece Kürt halkına yönelik asimilasyonu durdurmakla, haklarının iadesiyle sınırlı kalmaz, savaştan tahribatla dönen sıradan insanların, zorunlu erlerin, şehit ve gazi yakınlarının da psikolojik ihtiyaçlarını gidererek tüm yaraları sarabilir.