Ozan Tekin
Cemal Kaşıkçı’nın ölümü, uluslararası diplomasi tarihinde çığır açtı. Büyükelçilik, bir devletin bir başka devlet içindeki topraklarıdır ve dokunulmazlıkları vardır. Örneğin, Wikileaks’in kurucusu Julian Assange, tutuklanmaktan kurtulmak için Londra’daki Ekvador Konsolosluğu’na sığınmıştı ve yıllardır burada yaşıyor. Yani bir büyükelçilik, hangi ülkeye ait olursa olsun, İngiltere devletinin kendi topraklarında olsa dahi müdahale edemeyeceği bir yerdir.
Suudi Arabistan ise kendi yurttaşı olan ve rejime muhalefetiyle tanınan bir gazeteciyi, hem de geceyarısı operasyonuyla kalabalık bir operasyon timi de göndererek, büyükelçiliği içerisinde öldürdü. Üstelik cinayetin bazı yönleri o kadar amatörce planlanmıştı ki, üst düzey siyasetçiler sık sık sert açıklamalar yaparak, Suudi Arabistan’ın meseleye “doğru düzgün” bir açıklama getirmesini bekliyor. Kaşıkçı öldürüldüğü sırada kameraların bozulmuş olması, dışarıdan ona benzeyen bir dublörün Kaşıkçı’nın kıyafetleriyle binanın dışında görülmesi, Suudi Arabistan’dan gönderilen ekibin kemik testeresiyle gelmiş olması gibi detaylar, olayın alenen işlenmiş bir cinayet olduğunu ortaya koyuyor.
Trump, 2017 başında iktidara geldikten kısa bir süre sonra, Suudi Arabistan’la 110 milyar dolarlık rekor bir silah anlaşması imzalamıştı. Üstelik, Suudların bölgedeki en büyük rakibi İran’la Obama döneminde başlatılan ılımlı ilişkileri bozmanın peşinde; bu yüzden ABD nükleer anlaşmadan çekildi. Ortadoğu’daki eğiliminin böyle olduğu bir dönemde Kaşıkçı cinayetiyle karşı karşıya kalan Trump, süreç boyunca Suudi Arabistan’ın yaptığı her açıklamayı önce hiç düşünmeden “ikna edici” buldu, daha sonra bu açıklamaların saçmalığı tüm kamuoyunca kabullenildiğinde her seferinde yeni bir açıklama beklediklerini duyurdu. Ancak Trump ve ABD’nin diğer sözcüleri, her aşamada, Suudi Arabistan’la stratejik ittifaklarını asla bozmayacaklarını hatırlattılar. Trump, bu rejimden başka hiç kimsenin İsrail’i koruyamayacağını açıkça dile getirdi.
Bölgesel güçlerin kapışması
Türkiye’de muhalif gazetecileri Cemal Kaşıkçı’nınki kadar kötü bir son beklemiyor. Ancak durumlarının çok iç açıcı olmadığı, hapis cezaları veya sürgünlerle karşılaştıkları da kesin. Buna rağmen, Tayyip Erdoğan, bu konuda basın özgürlüğünün ve adaletin temsilcisi kesildi!
Suudi Arabistan çok uzun süredir bölgede Sünni İslam’ın gerçek kalesi olduğunu öne süren zengin bir ülke. Türkiye ise son yıllarda bölgesel bir güç olarak sahneye çıkan, ekonomisi gelişen, ayrıca Suudların aksine İslamcılıktan gelen bir politik hareketin Batı’nın demokratik değerleriyle de uyumlu olabileceğini zaman zaman göstermiş bir hükümete sahip olan alt-emperyalist bir güç. Erdoğan, bir önceki kral Abdullah bin Abdülaziz el-Suud hayatını kaybettiğinde Suudlarla yakın bir ittifaka girmek için hamle yapmıştı. Böylelikle, yeni yönetimin Suriye ve Mısır konusunda tutumunu değiştirebileceğini, müttefik olabileceklerini umut ediyordu. Ancak Suud cephesinden böyle bir şey gelmeyince, rekabet ilişkisine geri dönüldü. Bu tarz değişimler, hükümete yakın gazetelerin Yemen haberlerinden takip edilebilir. Ülkede, Suudi Arabistan’ın Husilere karşı askeri operasyonu ve ablukası nedeniyle büyük bir insanî kriz yaşanıyor. AKP yanlısı basın, Suudi Arabistan ile ittifak geliştirilmeye çalışılan dönemde Yemen’de Husilerin haksız olduğunu öne sürüyordu. Rekabete geri dönülünce ise Suudi Arabistan’ın askerî müdahalesinin yarattığı dram yazılıp çizilmeye başlandı!
Arap Baharı’nın katili
Erdoğan nasıl bir gündeme sahip olursa olsun, Suudi Arabistan bölgede Batı emperyalizminin ve tüm karşı devrimcilerin köklü ve sarsılmaz müttefiki. Krallık, geçtiğimiz yüzyılın başında İngiltere’nin, şimdi de hakim kapitalist güç olan Amerika’nın askerî desteğiyle hükümdarlığını sürdürüyor. Katar ablukası, Mısır’daki darbeye verilen destek ve Yemen’de girişilen askerî macera ise, Suudi Arabistan’ın da Amerika’nın basit bir uzantısı olarak görülemeyeceğini, artık karar alma mekanizmalarında daha aktif olarak yer almak isteyen alte-mperyalist bir güç olarak ortaya çıktığını, hamlelerini bu doğrultuda yaptığını gösteriyor.
Sünni İslam toplumlarında Müslüman Kardeşler’i kendisine en büyük siyasî tehdit olarak gören Suud rejimi, bu yüzden AKP ile anlaşamıyor. Mısır’da bu yüzden devrimin tüm kazanımlarını geri almak için örgütlenen vahşi ve “sekülerizm” adına yapılan darbenin en büyük sponsoru oldular. Yemen’in Arap Baharı’yla devrilen diktatörü Ali Abdullah Salih de, daha sonra onun Husilerle işbirliği yaparak indirdiği Abd Rabbuh Mansur al-Hadi de iktidardan düşerken Suudi Arabistan’a kaçtılar.
Arap devrimlerinin ilk günlerinde, Bahreyn’de haftalarca süren gösteriler Suud tanklarının müdahalesiyle bastırılmıştı. Rejim, son dönemde İsrail’le de iyiden iyiye yakınlaştı. Yani bölgedeki herhangi bir ilerici hareket ve özgürlük için mücadele eden kitleler doğrudan karşılarında Suudi Arabistan’ı buluyor.
Kaşıkçı cinayeti, Batı emperyalizminin “reformcu” diye övdüğü Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın da bu köklü gerçeği değiştirmeyeceğini, aksine arsızlaştırarak sürdüreceğini ortaya koydu.
ABD-Suudi Arabistan silah ticareti
Kaşıkçı cinayetinden sonra birçok ülke, Suudi Arabistan’a silah satışını durdurup durdurmamayı, bu ülkenin Yemen’deki vahşetine ortak olup olmamayı tartışıyor. Dünyanın en büyük militarist makinesine sahip ABD ise 2017’deki 110 milyar dolarlık tarihi silah satış anlaşmasını sürdürmekte kararlı. Bu anlaşma kapsamında Körfez’in en gerici diktatörlüğüne 525 milyon dolarlık hafif uçak, 510 milyon dolarlık hassas güdümlü harp mühimmatı, 250 milyon dolarlık deniz kuvvetleri eğitim malzemesi, 775 milyon dolarlık hava kuvvetleri eğitim malzemesi, 662 milyon dolarlık radar sistemi ve 15 milyar dolarlık bölge yüksek irtifa hava savunması sistemleri veriliyor. Trump’tan önce Obama döneminde de Suudi Arabistan ABD’nin bir numaralı silah müşterisiydi. ABD’nin 2013-2017 arasında tüm askerî ihracatının %18’i Suudi Arabistan’a yapıldı.