Ahmet Eken
Bir Safdilin Hatıra Defteri
Arkadi Averçenko
İş Bankası Kültür Yayınları, 2018
O günler İstanbul’un hiç güzel günleri değildi. Savaştan mağlup çıkmış bir imparatorluğun başkenti olarak, savaşı galip bitirenlerce işgal edilmiş, ahalisi biraz da yoksul düşmüş, asayişi bozuk, umutsuz bir yer olarak ayakta kalmaya çalışıyordu. Kısacası İstanbul’un başkenti olduğu ülkenin başında olmayan dert yoktu.
Sonra günlerden bir gün şehirde, özellikle Galata ve Beyoğlu taraflarında, yeni bir takım insanlar görülmeye başlandı. Yabancı oldukları her hallerinden belli, ahalinin pek aşina olmadığı bir dili konuşan, kılık kıyafetleri tuhaf kaçan insanlar. Üstelik yüzlerce. Doğal olarak kim olduklarını önce meraklılar öğrendi, sonra tüm şehir. Bunlar Ruslardı. Ülkelerindeki sosyalist devrimden sonra ya devrime açıkça karşı koymuş ve direnişleri kırılmış veya yeni rejimde kendileri için bir gelecek görmeyip Rusya’yı terk etmiş insanlar.
Ancak Türkiye’de adları “Beyaz Ruslar” oldu. Jak Deleon, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde yer alan yazısında şöyle diyor: “Devrimden sonra Türkiye’ye iltica eden Ruslara ‘Beyaz Ruslar’ denmesinin nedeni, bunların büyük çoğunluğunun iç savaş sırasında çarlık yanlısı Beyaz Ordu mensubu olmalarıydı… İltica eden veya başka ülkelere gitmek üzere geçici olarak Türkiye’de kalan Ruslar üç büyük dalga halinde geldiler. 1917’den sonra, özellikle 1919’da iltica edenlerin çoğunluğunu Rus aristokratları ve zengin burjuvalar meydana getiriyordu. 1920 ilkbaharında, Kızıl Ordu karşısında yenilgiye uğrayan Beyaz Ordu subayları dalgası geldi. Aynı yılın sonbaharında ise Beyaz Ordu’dan geriye kalanların kurduğu Gönüllüler Ordusu veya Vrangel kuvvetlerinin Kırım’da kesin yenilgiye uğramasından sonra, aralarında General Vrangel’in de bulunduğu her katman ve kesimden askerler ve sivillerin gemiler dolusu kaçıp Türkiye’ye geldikleri görüldü.”
Büyük ölçüde İtilaf devletlerinin özel olarak gönderdiği gemilerle İstanbul’a gelen Rusların sayısı konusunda rakamlar değişik. Kimi kaynaklara göre 40 bin, kimilerine göre 200 bin kişi İstanbul’a ulaşmış. Yine gerek İtilaf devletleri gerekse yardım kurumları bu insanlara sağlık, beslenme, eğitim, barınma gibi konularda destek vermiş. Her ne kadar zaman içerisinde önemli bir bölümü Türkiye’den ayrıldıysa da, İstanbul’da 1918-1940 yılları arasında bir Beyaz Rus olgusu yaşanmış. Ve tabii bunun günlük yaşamımıza da etkileri olmuş. Ancak konu bu olmadığı için meselenin bu yanını geçeceğim. Sözünü etmek istediğim bu Ruslardan biri olan mizah yazarının, Arkadi Averçenko’nun Bir Safdilin Hatıra Defteri adlı kitabı. Bu kitap Averçenko’nun Türkçe’ye çevirilen ikinci eseri. Daha önce Leninnâme adlı kitabı (Kibele Yayınları, Mart 2012) yayımlanmıştı.
Yazar, kendi deyişiyle “Notlara” geçmeden önce bir öykü aktarıyor. Efsaneye göre beyefendinin biri düğünlerde hüngür hüngür ağlar, cenazelerdeyse şıkır şıkır oynarmış. Zaten efsanedeki ismi de aptal. Buradan yola çıkan Averçenko, “Bugüne kadar bunu böyle bildik ama artık yeter! Bu durumda acımasız ve tarihi bir adaletsizlik yok mu gerçekten de? Aptalmış!.. Tam tersi olmasın?.. Düğünde acı acı gözyaşı döküyor… E, haklı ama! Tek başına bile yüzüp kurtulmanın kolay olmadığı fırtınalı denizlere el ele verip balıklamasına dalan bir çifte acımaktan daha doğal ne var? Cenazelerinde gülüp eğleniyorlar. Yine yerden göğe haklı. Çünkü bilge, bir kişinin bile nihayet rahata ermesinden içten içe mutluluk duyuyor. Ölenin artık ne tayın derdi kaldı, ne vize, ne de bir kıyıdan diğerine kaçma göçme derdi… Aptalla ilişkimizi gözden geçirmenin zamanı geldi de geçiyor. O bir bilgedir. Belki bunu kavramak daha önce zordu, ama şimdi bütün Rusya altüst olmuş bir vaziyette… Dürüst olmak gerekirse, ‘dünün’ aptalı, bugünün bilgesi için kendimi boş yere paralıyorum. Çünkü bununla ilerideki davranışlarıma bir zemin oluşturmak niyetindeyim. Bir karar verdim, artık ben de cenazelerde güleceğim” diyor.
Kitabın büyük bölümünde İstanbul’daki Beyaz Rusların hayatlarından sahneler okuyoruz; küçük bir bölümü ise Prag hikâyelerine ayrılmış. Yazar gördüklerini, yaşadıklarını mizahî bir dille anatıyor. Safdilin maceralarını okuyalım.
Yazar, apar topar bindirildiği bir gemi ile İstanbul’a gelir ve karaya çıkıp kendisi için kiralanmış odaya doğru yola koyulur. Gerisini ondan dinleyelim: “Pera’daki kadıncağız beni durdurdu… – Buyur, nineciğim. – Evladım Türkler nerede? – Hangi Türkler? – Burası Türkiye değil mi? – Evet. – Öyleyse neden tek bir Türk bile yok ortalıkta? … o sırada bir tezgahın önünde… (duran) fesli bir beyefendiyi işaret ettim. Zira ufuktaki tek Türk buydu. (Kadın bir şey sorar ve cevabını alır) – Teyzeciğim, tanımadınız mı beni? ‘Siyam’ gemisiyle Sivastopol’dan beraber tüymedik mi?” Ardından aynı kişi satıcıya döner ve Fransızca konuşmaya başlar.
“Pera herkesin her dilden konuştuğu bir mahşer yerine” benzemektedir. Bununla beraber kulağa en çok çalınan dil Fransızca’dır. Sığınmacıların Fransızca’sına gelince, “uzun yıllar kullanılmadan bir sandıkta beklemiş ve nihayet silkinip gün yüzüne çıkarılmış bir kürk mantodan yayılan ve uzaktan bile hissedilen kesif naftalin kokusunu andırıyordu. Sarmatov restoranının yakınlarında bir diyaloğa şahit oldum. Bir beyefendi yoldan çevirdiği bir başkasına, ilk kez revolver dolduran tecrübesiz bir genç kız misali suratında dehşetli bir ifadeyle Fransızca kelimeleri korka korka seçerek soruyordu.”
İlerleyen günlerde herkes gibi o da kendine bir iş aramaya başlar, ancak dolandırıldığıyla kalır. Şehirdeki Ruslar şans oyunlarına da meraklıdır. Safdil, oynayan ve oynatanlarla beraber olur, ama sonuç değişmez, önce kazanacağına inandırılır, sonra da parası alınır.
Bir gün şehirdeki nezih Rus topluluğu ile tanışmak ister. Arkadaşı onu lüks bir kabareye götürür. Giderler, ancak müşterileri görünce şaşırır, Petersburg’un bütün karanlık simaları oradadır. “Nezih yer dediğin burası mı” diyerek arkadaşına sitem eder, arkadaşı sabırlı olmasını ister. Biraz sonra gelen kadın garson tanınmış bir kontestir. Kapıcı profesördür. Vestiyerde duran adam da general. Kontesin kocası ise sokakta gazete satmaktadır.
Beyaz Rusların çoğunluğu için, İstanbul bir köprü olmuş. Gitme, yerleşme imkânı buldukları zaman Türkiye’den ayrılıp Amerika’nın veya Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yerleşmişler. Buralarda kalmamaya kararlı bazı şarkıcı ve aktör arkadaşlarıyla karşılaşan Safdil, onların Bulgaristan’a gitmek istediğini öğrenir. Gerekçeleri, aktörlerin orada daha iyi kazanıyor olmasıdır. Safdil, dil meselesini nasıl halledeceklerini sorar, arkadaşı, “Piyeslerden birkaç sesli harfi atıp her kelimeye “ta” eklenince tamamdır” der. Böylece ezberler de kısalacaktır. Ve Safdil’e de onlarla gelip orada yazmasını önerir. Tek yapması gereken bir öykü yazdığı takdirde sesli harfleri atmaktır!
Averçenko, anekdotlarından birinde Rus yazarının trajedisini anlatıyor: “Sık sık soruyorlar: – Sayın Safdil! Konstantinopolis’te ne işiniz var? Neden Paris’e gitmiyorsunuz? – Korkuyorum, diye fısıldıyorum ürkekçe. – Amma yaptınız. Korkacak ne var bunda? – Ben yazarım. Bu yüzden kendi toprağımdan kopmaktan korkuyorum. Anadilimle olan bağlantıyı kaybetmekten korkuyorum. – İyi de Konstantinopolis nereden sizin toprağınız oluyormuş? – Biraz düşünürseniz kendi toprağımla Konstantinopolis toprağı arasında hiçbir fark olmadığını görürsünüz. Otomobilin yanından geçerken şoför ‘beyefendi, buyrun!’ bağırır. Çiçekçi, ‘çiçek almaz mısınız? Bakın ne güzel kokuyorlar!’ der. Hemen yan tarafta ‘leziz ponçik! Leziz ponçik! Restorana girersin, kapıcılarla Dostoyevski hakkında konuşursun. Kafeşantana gidersin, kulaklarına tanıdık ezgiler çalınır: ‘Matryoka. Bırak artık naz yapmayı, gel seninle tango yapalım.’ – Halis kara topraklı Rus şehridir Konstantinopolis! – Paris’te Rusçayı unutacağınızı düşünüyorsunuz anladığım kadarıyla. – Bunun pek çok örneği var. – Mesela? – Bildiğim bir hikâyeyi anlatmaya başladım. Öykü Paris’e yerleşmiş bir Rus yazarı hakkındadır. Yazar, zaman içinde doğup büyüdüğü yerleri, dilini unutmaya başlar. Günlerden bir gün yazmaya teşebbüs edince de sözünü etmek istediği yerler, kullandığı kelimeler, dil karmakarışık olur. Artık cümleye Rusça başlayıp Fransızca devem etmektedir.”
Yazar hakkında arka kapakta yer alan kısıtlı bilgi dışında, kitapta herhangi bir açıklama yer almıyor. Ancak Leninnâme’de daha geniş bir açıklama görebiliyoruz. Kitabın çevirmeni Mustafa Yılmaz’ın kaleme aldığı bu açıklamalara göre, Averçenko 1881 yılında Sivastopol’da doğmuş. Düzenli bir eğitimi yok. Bir süre memur olarak çalışmış. Daha sonra, 1905 yılında, bu işinden ayrılarak gazetecilik ve yazarlık yapmaya başlamış. Yılmaz, şu bilgiyi veriyor: “Muhasebeci yardımcısı olarak hayatın kazandığı Harkov şehrinde, kentin mizah dergilerinden Ştık’ta (Süngü) redaktör olarak çalışmaya başladı. Kentin valisiyle ilgili kaleme aldığı bir yazı yüzünden vali tarafından kentten ayrılmaya zorlandı. 1905 yılında St. Petersburg’a geldi ve burada Strekoza (Yusufçuk) dergisinde yazar ve redaktör olarak çalıştı. Dergi ertesi yıl yeniden yapılanmaya giderek Satirikon adını aldı. 1913’te iki arkadaşıyla birlikte Satirikon’dan ayrılarak Novıy Satirikon’u (Yeni Satirikon) kurdu. Devrim öncesi Rusya’nın edebi hayatına damgasını vuran dergilerden biri olan Novıy Satirikon’da dönemin pek çok ünlü isminin eserleri yayınlandı.” (İlginçtir, dergi çevresinde bulunan pek çok yazar ya sığınmacı olmuş ya da Osip Mandelstam gibi kamplarda ölmüş. Yine dergi çevresinden Vladimir Mayakovski intihar etmiş.)
Averçenko ve dergisinin çekirdek kadrosu Şubat Devrimi’ni sevinçle karşılamış, ancak Ekim Devrimi’ne giden süreçte ve sonrasında Lenin’e ve partisine tavır almışlar. Dergilerinin sayfalarında Bolşevikleri eleştiren ve hicveden yazılar, karikatürler bol bol yayımlanmış. Nihayet dergi 1918 Ağustos’unda Sovyet iktidarı tarafından kapatılmış… Averçenko ve bazı arkadaşları için tutuklama kararı çıkmış. Petersburg’dan kaçan ve maceralı bir yolculuktan sonra Kırım’a ulaşan yazar, Kızıl Ordu’nun mutlak başarısı üzerine burayı da terk edip 1920 yılının Kasım ayında İstanbul’a sığınmış. 1922 yılının Nisan ayına kadar İstanbul’da kalan yazar, buradan Prag’a gitmiş, orada yaşama veda etmiş.