Atilla Dirim
Bir zamanlar Belçika’nın bir şehrinde Druoon Antigoon adında bir dev yaşıyordu. Deniz kıyısına yerleşen bu dev gelip geçen gemilerden haraç istiyor, ona ödeme yapmak istemeyen mürettebatın bir elini kesip denize atıyordu. Sonunda Silvius Brabo isminde cesur bir Roma askeri devi mağlup edip bir elini kesmeyi ve denize atmayı başardı. Böylece halkı bu zalim adamın boyunduruğundan kurtarmış oldu. Bugün bu şehirde Grote Markt Meydanı’nda bulunan anıtsal bir çeşmede, bu söylence görülür: Mağlup ettiği devin üzerinde duran bronz Brabo, onun kesik elini Scheide Nehri’ne fırlatır. Şehrin adı, Antwerpen’dir. Yani, fırlatılan el.
Şehrin tarihî merkezi, bu söylenceyi hatırlatan sembol ve ürünlerle doludur: Duvarlarda grafitiler, dükkânlarda hatıra eşyaları, antikacılarda objeler, kahvehanelerde halis çikolatadan yapılmış kesik eller. Bu meşhur çikolatanın hammaddesi olan kakao, Belçika’nın eski sömürgesi Kongo’dan ithal edilmektedir.
Büyük dahi ve halkın koruyucusu
Yakınlardaki başka bir şehir olan Ostende’de ise bir anıt daha göze çarpar. Kral II. Leopold, atının üzerinde oturmaktadır. Mağrur bakışlarını denizin ufuk noktasına dikmiştir. Heykelin kaidesinin sağ tarafında ona biat eden Belçika halkı, solunda ise bir grup Kongolu bulunmaktadır. Anıtın kitabesinde “Büyük dahi ve halkın koruyucusu” sözleri yer alır.
Kral II. Leopold, 1865 yılında Belçika tahtına oturtulmuş bir Alman soylusuydu. Dünyanın sömürgeleştirilme yarışında epey geç kaldığının farkındaydı, bu yüzden tahta çıkar çıkmaz ilk iş olarak Afrika’nın içlerine araştırma gezileri düzenlemeye başladı. Uçsuz bucaksız zengin topraklar tabiri caizse kapanın elinde kalıyordu, sadece kıtanın henüz fazla keşfedilmemiş, aslında pek kimsenin girmeye de cesaret edemediği merkez bölgeleri kalmıştı. Kongo nehri ve civarı yani.
Kral Leopold’un hizmetinde Henry Morton Stanley ve Hermann von Wissmann adlı iki adam vardı. Von Wissmann, sonradan Almanya İmparatorluğu’nun “Deutsch-Ostafrika” adı verilen sömürge topraklarının komiseri ve genel valisi de olacaktı. “Afrika araştırmacısı” Wissmann yeraltı zenginliklerinin ve buharlı gemilerin hareket edebileceği su yollarının haritasını çıkartıyor, bölgede yaşayan halklar ve kültürleri hakkında bilgi topluyor, askerî üsler kuruyor ve kralın özel koleksiyonu için sanat eserleri topluyordu. Sözde kâşif Stanley ise akla gelebilecek her yöntemle bölge halkının topraklarını ellerinden almak ve işgücü sağlamakla görevlendirilmişti. Her iki adam da bölge halkına karşı şefkat duyguları beslemiyordu. Wissmann’ın sloganı, “eğer geçecek yol bulamazsam, kendime yol açarım” idi.
Afrika’ya “medeniyet” getireceğim
II. Leopold’un 1885 yılında Berlin’de toplanan Afrika Konferansı’na gönderdiği delegeler, emperyalist devletler arasındaki çelişkilerden faydalanarak, Belçika’nın seksen katı büyüklüğündeki toprakları kralın özel mülkü olarak kabul ettirmeyi başardı. Leopold, bölge halkının refah seviyesini yükseltmeyi, hâlâ yaygın bir şekilde yürütülen kölecilikle mücadele etmeyi ve Hıristiyanlığı yaymayı vaat ediyordu. Afrika’ya “medeniyet” getireceğini söylüyordu.
Böylece Belçika kralı asıl amacını, yani Kongo’nun kanını emme planını hayata geçirmeye başladı. İlk olarak aralarında bugün Kinshasa adını taşıyan Léopoldville gibi şehirler yerden mantar gibi fışkırmaya, yollar yapılmaya ve demiryolları inşa edilmeye başlandı. Leopold esas olarak fildişi ticareti ve yeraltı zenginlikleriyle ilgileniyordu. Bunun için geniş topraklarda bir terör rejimi kurdu; “Force publiqe” adı verilen paralı askerler ordusu, bu görevi onun adına yerine getirmeye başladı. Ülkenin her yerinde fildişi toplama noktaları kuruldu ve “beyaz altın” Avrupa’ya nakledilmeye başlandı. Fildişi yerlilerden ya bir cep harçlığı parasına satın alınıyor ya da zorla el konuluyordu.
Ancak 1888’de devrim niteliğinde bir icat, Leopold’un sömürgesinin değerini bir anda kat kat artırdı. İngiliz veteriner John Boyd Dunlop, içi hava dolu kauçuk tekerlek icat etmişti!
Bir lanet: Kauçuk
Kauçuk aslında çok eski tarihlerden beri Latin Amerika yerlilerinin kullandığı doğal bir maddeydi. Mayalar çok eski zamandan beri kauçuk ağaçlarının özsuyunu topluyor ve güneşte kurutarak elde ettikleri maddeden çeşitli nesneler imal ediyorlardı. Amerika’ya ayak basan ilk Avrupalılar, yerlilerin kauçuktan yapılmış bir topla oynadıkları bir oyunu izlemişlerdi. Bugünkü Meksika’nın sakinleri, kauçuktan elde ettikleri ince tabakaları kumaş parçalarının üzerine seriyor ve böylece su geçirmeyen bir alan yaratıyorlardı.
Avrupalılar bu maddenin değerini anlıyor, ancak kullanım alanı bulmakta zorluk çekiyordu. Ham kauçuk, Avrupa’ya gelene kadar kuruyor ve özelliğini yitiriyordu. Üstelik kauçuktan elde edilen maddeler yazın sıcağa dayanmıyor ve şekilleri bozularak, yapış yapış bir hâl alıyorlardı. Charles Nelson Goodyear kauçuğun iyileştirmek için deneyler yapan Amerikalı bir kimyager ve sanayiciydi. Kauçuktan giysiler ve ev eşyaları üretiyor, ancak sıcakta deforme olmalarına bir türlü çare bulamıyordu. Kauçuğu daha kullanışlı bir hale getirmek için yaptığı sayısız araştırma boyunca servetini yitirmiş, borçlarını ödeyemediği için sık sık hapse düşmüş, ancak yine de yılmamıştı. Goodyear nihayet 1839 yılında kauçukla kükürdü bir arada ısıtarak “vulkanizasyon” sürecini keşfetmiş, kauçuğun sıcak ve soğukta özelliğini yitirmeyen, esnek ve su geçirmez bir madde olarak kullanılmaya başlanmasının önünü açmıştı.
Ancak Goodyear’ın keşfinin esas önemi, 1888’de Dunlop’un içi hava dolu araç tekerlekleri yapmaya başlamasıyla anlaşılmıştı. Oğlunun üç tekerlekli bisikletiyle Arnavut kaldırımı yollarda hoplaya zıplaya yol almasını izleyen Dunlop, içi dolu lastikleri hemen oracıkta ilkel bir yöntemle yaptığı hava dolu tekerleklerle değiştirerek, tarihî bir buluşa imza attı. Araç sektöründe patlama yaşandı ve dünyada kauçuğa olan talep muazzam miktarlarda artmaya başladı.
Eller kesiliyor, şirketler zenginleşiyor
Kral Leopold, bu yeni talebe karşılık vermesi durumunda dünyanın en zengin insanı olabileceğini derhal anlamıştı. Fildişi ticaretini bir anda sona erdirdi. Büyük kısmı siyah askerlerden oluşan “Force publiqe” çok geniş bir alanda yerli halkı kauçuk yetiştirmeye zorladı. Tarlalar yok ediliyor, ormanlar kesiliyor, yerine kauçuk ağaçları ekiliyordu. Hasat zamanı ise yeteri kadar hızlı çalışmayanların elleri kesilmeye başlanmıştı. Tarlaları ellerinden alınan köylüler, bir süre sonra yiyecek bulamadıkları için açlıktan ölmeye başladı. Yer yer çıkan isyanlar derhal bastırılıyordu. Boş yere mermi harcamak yasak olduğu için, askerler insanları öldürdüklerinin ispatı olarak kestikleri elleri büyük şehirlere gönderiyorlardı.
Kısa sürede Kongo’da tahminen 10 milyondan fazla yerli öldürüldü, milyonlarca yerli işkence gördü ve sakat bırakıldı. Kongo’da yaşanan bu dehşet karşısında, Avrupa ve Amerika’da eleştirel sesler yükselmeye başladı. Böylece Kral II. Leopold, bu “özel mülkü”nü 1908’de Belçika devletine satmak zorunda kaldı, ancak elde edilen gelirin belli bir payına sahip olmaya devam etti. Çünkü esasen Kongo’da değişen bir şey olmamıştı. Kauçuk ticareti aynı hızda devam ediyor, büyük şirketler servetlerine servet kaymaya devam ediyor, binek araçlar ve iş makineleri dünyanın her tarafında kanla sulanan Kongo kauçuğundan yapılma lastiklerin üzerinde yol alıyordu.
Ostende’de 2004 yılında bir grup aktivist, bir Nisan gecesi Kongoluları tasvir eden gruptan bir bronz heykelin sol elini testereyle kesti. Ostende Belediyesi’ne gönderdikleri imzasız bir mektupla, bir değiş tokuş teklif ettiler: Heykelin kaidesindeki kitabenin kaldırılıp yerine Leopold’un Kongo halkına karşı işlediği suçlara işaret eden bir yenisi konulduğu takdirde, kesik eli geri vereceklerini söylüyorlardı. Belediye önce mektuba cevap vermediyse de, sonra bir uzlaşma teklif etti: Kesik elli heykel olduğu gibi kalacaktı, çünkü evet, böylesi daha gerçekçiydi.