Ahmet Eken
Ortaçağ Tüccarları ve Bankerleri
Jacques le Goff
Doğu Batı Yayınları, 2018
İktisat tarihçisi Carlo M. Cipolla, Neşeli Öyküler (Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008) adlı kitabında yer alan “Sert Adamlar” başlıklı yazısında Ortaçağ tüccarlarıyla ilgili şu bilgiyi verir: “Ortaçağ’ın sonunda (yani aşağı yukarı 7. ile 10. yüzyıllar arasında) Avrupa’da kapalı ekonomiler egemenken, şirketler ve bankalar yoktu. Avrupa toplumu ve ekonomisi fazla ilkeldi. Ticaret, tek başlarına ya da kervanlarla bir panayırdan öbürüne, bir şatodan diğerine dolaşan mercatores tarafından yürütülürdü. Bu kişiler değişik ve egzotik mallar (Doğu’nun kumaşları, fildişi eşyalar, mücevherler gibi), zorunlu, vazgeçilmez mallar (tuz gibi), ilginç mallar (azizlerin çoğunlukla sahte olan kutsal kalıntıları gibi) satarlardı… Kuşkusuz kıtlık zamanlarında karaborsa da yapıyorlardı.” Ayrıca halk onların başka münasebetsizlikler de yaptığını düşünüyor: “Tutuculuğun hüküm sürdüğü, herkesin ya da çoğunluğun bir toprak parçasına bağlı olduğu, herkesin bir efendisi olduğu bir dünyada, tüccar sonuna kadar şaşkın, başıboş ve serseri bir birey, yersiz, yurtsuz biri.”
Ayrıca Kilise de, paraya bağlılıkları ve bütün yaşamlarını maddî çıkarlar peşinde koşarak sürdürdükleri için onları mahkûm ediyor. On birinci yüzyıla ait bir belgede onlardan “sert adamlar” (homines duri) şeklinde bahsedildiğini belirten yazar, “Haksız da sayılmaz,” diyor, “yalnızca ‘sert adamlar’ Kilise’nin mahkûmiyet kararlarına meydan okuyabilir, o dönemin Avrupa’sının ilkel, basit karayolu ağını oluşturan yollarda… sürekli pusuya yatan ölümcül tehlikelere katlanabilirdi.”
Büyük Hıristiyan tüccar
On birinci yüzyılda olaylar değişmeye başlar. Dönemin en belirgin değişikliği, gezgin tüccarların yerini, mallarını satmak için yolculuklar yapmayan, kentlerde daimî mekânları olan, Avrupa’nın belli başlı yerlerinde ticaret şubeleri veya temsilcilikleri bulunan, okuma yazma bilen, bir ticaret muhasebesi geliştirmiş ve dinsel okullara karşıt laik okullar açma önceliğine sahip kişiler olan yerleşik tüccarların almasıdır.
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Jacques le Goff’un Ortaçağ Tüccarları ve Bankerleri adlı çalışması konunun bu dönemini inceleyen önemli bir araştırma. Yazar, kitabının konusu hakkında şu bilgiyi veriyor: “Bu tip, on birinci yüzyılda Hıristiyan Avrupa’da başlayan ekonomik atılım evresinde ortaya çıkmıştır… Bu dönemde büyük Hıristiyan tüccar görece yerleşik bir görünüme sahip oldu. [Çalışmamızda] iş yerinde ya da pazarda çalışan tüccar-bankerden, yani bu insanın meslekî yaşantısından söz ettik. Sonra soylular, işçiler, kent halkı ve devletle olan ilişkilerini betimledik, yani oynadığı toplumsal ve politik rolden söz ettik. Ardından Kilise ve kendi vicdanıyla kurduğu ilişkileri, yeni dinî ve ahlakî tavrını çözümledik. Son olarak da eğitim, sanat ve uygarlık konuları, yani oynadığı kültürel rolle ilgilendik.”
Kitabının girişinde incelediği konunun sınırlarını anlatan yazar, bu sınırları çizerken neleri eksik bıraktığını da belirtiyor. Ve tüm bu eksiklikler Ortaçağ ticaretine yönelik bir çalışmanın olmazsa olmazları. Yazar, büyük tüccarı mercek altına alıyor, bize onun 11. ile 13. yüzyıl arasında yaptıklarını, yaşadıklarını anlatıyor.
Toplumsal yaşamda yerlerini almaya başlayan tüccarlar ile o dünyanın sahiplerinden, feodal tipte kırsal bir ekonominin üzerinde yükselen soylular arasındaki ilişki, bölgelere göre farklılık gösterse de karışık bir süreç izlemiş. Le Goff, söze başlarken, “soylularla büyük tüccarlar arasında elenip gitmek ya da özümsenmek türünden bir mücadele oldu” diyor. Kimi zaman, kimi yerde ekonomik ve askerî gücünü kullanarak, kimi zaman kendisi de toprak sahibi olarak veya evlilikler yoluyla toplumsal statülerini yükselten ve yönetimde söz sahibi olan tüccarlar, soylular içinde farklı bir sürecin doğmasına neden olmuş: Bir bölüm soylu da kente yerleşip ticarete para yatırmış veya tüccarlık ve bankerlik yaparak yeni bir ekonomik kaynak elde etmiş.
Bir yazar tüccarların geçirdiği evrim hakkında şöyle yazıyor: “Bu tüccarlar belli bir süre sonra ya arazi satın alarak ya da iyi yönlendirilen bir ‘evlilik politikasıyla’ toprak sahibi soyluların arasına karışıyorlar. Daha sonra asker oluyor ve özellikle de hem kralın maiyetine giriyor, hem de belediyelerde yöneticilik yapıyorlar.” Bir başka yazar bu evrimi altı evreye bölmüş: Bu evrelerden birincisi servet sahibi olmak, ikincisi kentin yönetimine seçilmek, üçüncüsü satın alma veya evlilik yoluyla tımar sağlamış olmak ve ardından gelen, prenslerin aldığı hizmetler karşılığı sundukları soyluluk. Belli yükümlülükleri yerine getirme karşılığında elde edilen soyluluk, örneğin bazı yerlerde prenslerin subayı olup henüz soyluluk elde edilmemişse onu elde etmek ve son olarak asker soylular arasına katılıp şövalye olmak.
Burjuvalaşma ve soylulaşma
Le Goff çalışmasının bu bölümünü şu şekilde toparlıyor “Geç Ortaçağ’da feodal baskılara karşı kısa süren bir şiddet dönemi dışında tüccar ve soylular arasında derin görüş ayrılıkları bulunmadığı söylenebilir. Hemen her yerde ters yönde ilerlediği söylenebilecek bir burjuvalaşma ve soylulaşma hareketinin bir noktada bu iki grubu birbirine yaklaştırdığı görülmektedir.”
Zengin tüccarlar ve bankerler ayrı bir sınıf ve kentlerde yaşayan diğer insan gruplarıyla aralarındaki ilişki hayli sert. Çıkarlarına göre, kurallara karşı duranları zalimce ezmekten çekinmiyorlar. Üretim, dağıtım, pazarlama ve sermaye dünyasındaki ekonomik ve hukukî egemenlikleri, onlara küçük esnafın veya çalışanların herhangi bir muhalefetini hoyratça bastırma imkânı veriyor.
Köylülerle ilişkileri ise tarihin yeni bir sayfasını haber veriyor. Okuyalım: “Kurdukları ilişkiler ekonomik, demografik ve politik açıdan son derece önemlidir. Belli bir düzeyde kentleşmiş bölgelerde başlangıçtan itibaren belli bir hakimiyet kuran tüccarlar kısa bir süre sonra köylerde de ağırlıklarını hissettirdiler. Önce köylülerin özgürleşmesine yardım ettiler, zira bunu bir yandan feodalite karşı bir mücadele yöntemi olarak kullanırken, diğer yandan da bu sayede soyluları emek gücünden yoksun bırakıp topraklarını satın alma fırsatını yakaladılar. Bu arada sunulan paranın cazibesine kapılan arazi sahibi köylülerin topraklarını da satın aldılar. Özgürleşen köylülerin kentlere göç etmeleri sayesinde sanayi ve ticaret alanlarında ucuza işçi çalıştırarak daha da güçlendiler.”
Köylerdeki değişim bununla sınırlı kalmamış, bazı bölgelerde köylülerin toprağı işleme ve yaşam koşulları da altüst olmuş. Tüccarlar sahip oldukları sermaye sayesinde toprağa yatırım yaparak işleme tekniklerinin gelişmesini sağlamış. Akarsu yönlendirme konusunda önemli çalışmalar yaptırıp değirmen sayısını artırmışlar. Sahip oldukları ticarî zihniyet ve yöntemler sayesinde üretimi artırıp belli bir ölçüde üretime akılcı boyutlar kazandırmışlar. Deneyimleri ve ekonomik konjonktüre tepki gösterme yetileri sayesinde kimi zaman ziraî bunalım dönemlerini aşıp geçebilmek amacıyla mevcut ürünlerin yerine başka ürünlerin ekilip biçilmesini sağlamışlar.
Ancak tüm bunlara bakarak köylülerin yaşamının iyileştiğini söylemek mümkün değil: “Köylüler tüccarların desteğinden ancak yaptıkları sözleşme çerçevesinde yararlanabiliyor, yani kendilerine verilen sermaye, sağladıkları hayvan sürüsü, araç ve gereç, tohumlar karşılığında yalnızca toprağı ekime hazırlama, orman işletmesi, bina inşaatını geliştirmek gibi üretime yönelik koşullara boyun eğmekle kalmayıp onun parayı sağlayan, kârın büyük bir bölümüne sahip kişi olmasını da kabul etmek durumunda kalıyorlardı.”
Para ve kurdukları iş ağlarının yanı sıra, kentlerdeki politik iktidarı ellerinde tutan tüccar burjuvazi Ortaçağ’da belli bir sınıf bilincine sahip gerçek bir sınıf oluşturmuş. Ekonomik bunalımlara bağlanabilecek toplumsal ve politik gelişmeler zaman zaman iktidarlarını tehdit etse de zirvedeki yerlerini korumuşlar. Kentlerde görülen devrimci eylemlerin tek başarısı orta sınıfa mensup zanaatkârların yönetime katılması olmuş.
Ticaret ve Kilise
Ortaçağ tüccarlarının iş yaparken karşılaştıkları sorunlardan biri de Kilise’nin tavrı olmuş. Kâr peşinde koşmanın Hıristiyan ahlakı ile uyuşmadığını belirtip Kilise tüccarları mahkûm etmiş. Yasaklanan meslekler listesinde fahişeler, cambazlar, aşçılar… meyhaneciler, avukatlar, noterler, hekimler, cerrahlar ile birlikte tüccarlar da varmış.
Ancak sonunda kazananlar tüccarlar olmuş. Kilise, elindeki politik gücü koruyup sürdürebilmek için onlarla işbirliği yapmak zorunda kalmış. Bir zamanlar lanetlenen “tefecilik” kilisenin önemli bir destekçisi olarak kabul edilmiş. Bu “mutlu son” ile ilgili olarak yazar şu satırları yazıyor: “Papalık, büyük İtalyan bankacılarla sürekli işbirliği yapacak ve hemen her yerde piskoposlar ve manastır başrahipleri yerel büyük tüccar ve sarraflara başvuracaklardır… Kilise daha da ileri giderek bu harekete, doğal olarak bankerleri aracılığıyla dolaylı bir şekilde katılmıştır. Tıpkı 15. yüzyılda Papalık ve Medici bankasının şap konusunda oluşturduğu ünlü ortaklık gibi.”
Zamanla parası olan manastır başrahipleri borç para verip tefecilik yapmaya başlamış, bazı tarikatlar büyük bankerlere dönüşmüş. Tarikatlara katılan zengin tüccar sınıfının üyeleri eski günleri, söylenenleri, yazılanları ve yapılanları unutup ticaret, tefecilik, muhasebe vb konularda din adamlarının zihnini açmış! Sonunda bu muhabbet bazı tüccarların Papalık tarafından aziz ilan edilmeleriyle noktalanmış!
Tarih sahnesinde yerini alan tüccarların getirdiği bir başka yenilik kültür alanında olmuş. Bunun laik kültürünün oluşum ve gelişim sürecinde önemli bir atılım olduğunu belirten Le Goff, tüccarlar hakkında, “örneğin, meslekî açıdan teknik bilgilere ihtiyaç duymuştur. Sahip olduğu düşünce yapısı nedeniyle yararlı, somut, akılcı olanı amaçlamıştır. Parasının yanı sıra sahip olduğu toplumsal ve politik güç sayesinde ihtiyaçlarını gidermiş ve özlemlerini gerçekleştirmiştir,” diyor. İlk yenilik Avrupa’nın bazı kentlerinde belediye okullarının açılması ve özgürleşmesi olmuş. Kilise “yüksek” öğrenimi ve “orta” öğrenimin bir bölümünü yürütme hakkını elinde tutsa da, “ilköğretim” alanından çekilmek durumunda kalmış. Buralarda tüccar burjuvaların çocukları, gelecekte edinecekleri mesleklerle ilgili zorunlu kavramlar öğrenme olanağı bulmuşlar. Tüccar sınıfının eğitim alanındaki etkisini özellikle yazma, hesaplama, coğrafya, yaşayan dillerden oluşan başlıca dört alanda görüyoruz.
Dönemin tüccarı okuma yazmayı bilen, her şeyi muhakkak bir yere kaydeden, hesaplamadan anlayan, coğrafya bilgisine sahip bir kişidir. Zorunlu olarak, alışveriş ettiği kimselerin dillerini bilmektedir. Tüccarlara yönelik sözlükler yayınlanmaya başlar; Latince-Arapça veya Latince-Kıpçakça-Farsça gibi. Bu temel bilgilerle yetinmeyen tüccarlar tarihle de ilgilenir. Bu konuda Le Goff, aşağıdaki bilgiyi veriyor: “Tarih yalnızca yaşadıkları kente düzdükleri övgülerden ve ait oldukları sınıfın bu övgüde sahip olduğu paydan değil, meslek yaşantılarının sınırlarını belirleyen oyuncusu oldukları etkinlik çeşitlerinden de söz eder. G. Villani, (eserinde) nüfus, mahalleler, manastırlar, loncalar ve üye sayıları, en önemli iş adamlarının ciroları, vergi tutarları, kamu harcamalarının bilançosu hakkında verdiği sayılarla 1338 yılındaki Floransa kentini betimler. 15. yüzyılda Venedikli M. Anudo, Venedik kentinin sahip olduğu gücü sunduğu sayılarla açıklamaya çalışır…” Bu gelişme yeni bir tarihçinin doğuşunu haber vermektedir: “Yalnızca politik ve dinî olgularla (değil) ekonomik yaşamla da ilgilenen yeni bir tarihçi.”
Eline kalemi alan tüccar ticaretle ilgili el kitapları da yazar. Bu kitaplarda malların nasıl sıralandığı ve betimlendiğini, ağırlık ve boyutları, kullanılan paralar, gümrük tarifeleri ve yol güzergâhlarını görüyoruz. Bazıları ise hayli kapsamlı, hesaplama formüllerinden özel günlerin yer aldığı takvimlere, alaşım formüllerinden verginin nasıl kaçırılacağına kadar uzanan bilgiler ihtiva ediyor.
Tüm bu gelişmelerin sonuçlarından biri şu oluyor: “Bu kitaplarda sunulan bilgi birikimi, bu kültürel araçlar Kilise’ninkinden farklı yolların izlenmesiyle ortaya çıkmıştır, örneğin, uygulamalı ve genel meslekî bilgiler gibi. Evrensellik yerine çeşitliliğin önemsenmesi, tüccarların Latince’den vazgeçip yaşayan gündelik dillere yönelmesine, somut, maddî ve ölçülebilir olanla ilgilenmelerine neden olmuştur. Ticarî atılım üniversiteye girmeye çalışanları bile tedirgin ve mutsuz etmiştir. Öğrencilerin en çok gitmek istedikleri okullar laik ve yarı laik olarak nitelendirilecek para kazandıran meslekler öğreten hukuk ve tıp fakülteleridir.”
Kilise’nin çanı değil, duvar saati
O günlerde bir yenilik daha yaşanır. Gündelik yaşam ritimlerinin Kilise’nin belirlediği ritimlere uymadığı görülünce zaman farklı ölçülerek takvim ve saat değiştirilir. Ölçülebilen bir zamana ihtiyaç duyan tüccarlar, sonsuzluğu önemseyen Kilise’nin sürekli değişen bayram günlerine göre düzenlenmiş bir takvimi terk eder. Hesap kitap yapabilmek, bilanço çıkarabilmek için belli bir başlangıç tarihi, değişmeyen referansları olan bir takvimi benimserler. Hesap işleri 1 Ocak’la 1 Temmuz arasında yapılır.
Güneşe bakılarak ayarlanan saatler terkedilip 14. yüzyılın ortalarından itibaren on iki ya da yirmi dört eşit parçaya bölünmüş, otomatik ve düzenli bir şekilde çalan duvar saatleri hizmete girer. İnsanlar günlük yaşamların Kilise’nin çanına göre değil, belediyeye ait saate göre belirlemeye başlar. İşadamlarının zaman anlayışı din adamlarına ait zaman anlayışının yerini alır. Eğitimin gelişmesinde büyük bir rol oynayan tüccarlar, edebiyat ve diğer sanatların gelişmesinde de çok önemli bir rol oynamış. Onlar da senyörler ve Kilise gibi sanatçıları koruyup eserlerini satın almış. Bir zenginlik ve toplumsal statü göstergesi olan bu tavrı takınanlar arasına onlar da dahil olmuş. Tüccarların zenginliğinin yanı sıra, aldıkları eğitim ve gerçekleştirdikleri seyahatler sırasında gördükleri sanat eserleri sayesinde, yalnızca gösteriş değil, aynı zamanda iyi şeylerden zevk alan insanlara dönüştüğünü de görüyoruz.
Tüccar burjuvazisinin sanatsal zevki hakkında yazarın ilginç bir tespiti var: “Her zaman özgün bir zevk sahibi olmadığının altını çizmek gerekir. İlk başlarda yeni zenginler sahip oldukları yetersiz sanat bilgisi nedeniyle geleneksel egemen sınıfların zevklerini benimsemek zorunda kalıyorlardı… Soylular arasına girmeye can atan, oluşturmak istedikleri yeni soylular ile eski soylular arasındaki mesafeyi kaldırmaya çalışan tüccarların sahip oldukları burjuvaziye özgü sanatsal eğilimlerin soylular ve Kilise’ninkilerden pek farklı olmadığı görülmektedir.” Bir başka deyişle, soylular nasıl davranıyorsa öyle davranmaya başlamışlar.
Bu dönem yeni bir kent uygarlığının geliştiğini görüyoruz. Bu insanlar çoğunlukla kendi kentlerine öncelik tanıyor ve en çok sevdikleri yer kendi kentleri. Sahip oldukları gücün merkezi orası ve bunun bilincindeler. Yabancı bir ülkeye gittiklerinde orada hemen kentlerinin bir benzerini oluşturup bir mahallede bir araya geliyorlar. Kentlerinde sürdürdükleri yaşamı burada devam ettiriyorlar. Yabancı kentlerde küçük Floransa, Cenova veya tüccar kentlerin mensuplarının yaşadığı başka mahalleler şekillenmeye başlıyor.
Ortaçağ sonunda merkezî devletler örgütlenmeye başlayınca bazı alanlarda doğal olarak yeni bir süreç başlıyor, ancak tüccarın kentine duyduğu sevgi baki kalmış, tüccar daima kentini ülkenin tamamından daha çok sevmiş.
Tüccarların kentlerine gösterdikleri ilginin sonuçlarından bir tanesini mimarî alanında görüyoruz. İnşa ettirdikleri konutların, sarayların, işyerlerinin veya kamusal binaların bir bölümü halen varlığını sürdürüyor. Hatta bazıları kente yeni bir plan dayatmış. Binaların içleri ve dışları yüzyıllara meydan okurcasına süslenmiş. Bu gelişmeler ustaların (mimar, ressam, heykeltıraş, dekoratör) kilise veya soyluların mekânlarının dışında iş yapabilmelerini olanaklı hale getirmiş.
Le Goff’un çalışması vücut bulmaya başlayan yeni bir dünyanın, kapitalizmin doğuş yıllarına ait, önemli detaylar içeren, okuyana yeni sorular sordurtan önemli bir çalışma. Belki hacim olarak küçük, ancak önemli konular içeriyor. Tarihin koridorlarında dolaşmayı sevenler okumayı ihmal etmesin.