Atilla Dirim
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 17 Eylül tarihinde Azerbaycan dönüşünde uçakta söylediği “Siyasî partiler banka kurabilir mi? Hayır, kuramaz. Ama şu anda CHP, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü suistimal ederek, onun Cebi Hümayun’undan dediğim İş Bankası hisselerinin yüzde 28’inin sahibi durumunda. Oradan para alamıyor ama yönetim kurulunda dört üyesi var. Bu dört üye ne iş yapar? Buna bir bakılması lazım. Ben diyorum, bir defa Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tür bir varlığı herhangi bir siyasî partinin etiketi altına giremez. Girse girse Hazine’ye girer” sözleri, CHP’nin sahip olduğu İş Bankası hisseleri tartışmasını bir kez daha alevlendirdi.
Devlet Bahçeli de, “CHP’nin İş Bankası’ndaki hisselerinin Hazine’ye devriyle ilgili bir teklif gelirse destekleriz” açıklamasıyla Erdoğan’a arka çıktı. Bahçeli, bu sözlerini “Tekraren ifade ediyorum, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçek varisi büyük Türk Milleti’dir” ifadesiyle temellendirdi.
CHP’nin elinde bulunan İş Bankası hisseleri geçmişte iki defa Hazine’ye devredilmişti. Üzerinde yoğun bir şekilde tartışılan bu hisse konusunu biraz daha yakından ele alabilmek için, bankanın kökenine ışık tutmak faydalı olacaktır.
İş Bankası neden kuruldu?
Bankanın internet sitesine göz attığımızda, kuruluş amacının şu şekilde belirtildiğini görüyoruz: “Kurtuluş Savaşı sona ermiş, Cumhuriyet ilan edilmişti. Şimdi, yeni Türkiye devletini, aşılması gereken ekonomik ve sosyal sorunlar bekliyordu. Bu dönemde tasarrufu teşvik ederek toplanacak fonlarla bütün ekonomik faaliyet kollarını finanse edebilecek, gerektiğinde çeşitli alanlarda sanayileşme hareketinin başlatılmasına kendi kaynaklarıyla katılabilecek milli bir kuruluşun doğması ve milli bankacılık sisteminin oluşturulması ihtiyacı derin bir şekilde hissediliyordu.”
Yeni Türkiye devletini gerçekten de aşılması zor ekonomik ve sosyal sorunlar bekliyordu, çünkü fiilen ekonominin belkemiğini elinde bulunduran Ermeni ve Rum toplumu, daha genel bir ifadeyle Anadolu Hıristiyanlığı, İttihat ve Terakki tarafından başlatılan ve Müslüman/Sünni/Türk esasına dayanan bir ulus-devlet kurma projesi çerçevesinde ortadan kaldırılmıştı.
Falih Rıfkı Atay, bu durumu şu sözlerle anlatıyordu: “Batı Anadolu’yu Türkler için oturulmaz bir çöle çevirmek isteyen Yunanlılar, gerçekte kendi ırklarının, mitoloji masallarından son tarihi günlerine kadar, bu topraklardaki yaşayışlarına son vermişlerdi. Rum halk köklerine kadar sökülüp atılmakta idi. Onlarla beraber İzmir’in, bütün Batı Anadolu’nun her türlü ekonomisini de köklerinden söküp atıyorduk. Bir merkezde kasabalılar bize gelmişler: – Arabamızı tamir ettiremiyoruz, giden Hıristiyanlardan sanat sahibi olanları geri gönderseniz… demişlerdi. Yanmamış yerlerde çarşılar kapalı idi. Ticaret ve iyi tarım onların elinde olduğundan, Türkler alışmadıkları bir hayat tarzını yeni baştan kurmaya mahkûm idiler…”[1]
Ülkede durma noktasına gelen ekonomik hayatı yeniden canlandırmak için, yerli ve millî burjuvazinin desteklenmesi, yaratılması gerekiyordu. 18 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde “Misak-ı İktisadî” kabul edilmişti. Bu ilkenin özü, “Ekonomik gelişmemiz ve kalkınmamız, millî bağımsızlığımız içinde sağlanacaktır. Temel hedef siyasal bağımsızlık gibi ekonomik bağımsızlığın da sağlanmasıdır” şeklindeydi. Buna göre el işçiliği ve küçük işletmeden derhal fabrikasyon sistemine geçilmesi, devletin yavaş yavaş ekonomik gücü olan bir organ haline gelmesi ve özel sektör tarafından kurulan teşebbüslerin devletçe desteklenmesi benimsenmişti. Bu amaçla iki devlet bankasının kurulması öngörülüyordu.
Bu, aslında İttihat ve Terakki tarafından başlatılan “iktisadî cihadın” devamı niteliğindeydi. İttihatçılar, 1917 yılında Osmanlı Bankası’na rakip olması ve yerli burjuvaziyi desteklemesi için 4 milyon Osmanlı Lirası sermaye ile İstanbul’da İtibar-ı Millî bankasını kurmuşlardı. Bankaya her türlü bankacılık işleminin yanı sıra demiryolu, karayolu, geçit, kanal, liman, bataklık kurutma ve arazi sulama gibi bayındırlık işlerini görme, tarım, ticaret ve sanayiyi geliştirmeye yönelik millî şirketlerin sermayesine katılma veya başka bir biçimde destekte bulunma görevi ve yetkisi verilmişti. Aynı şekilde bankaya, Osmanlı Bankası’nın hukukunu ihlal etmemek koşuluyla, devlete ait malî işleri yürütme, halkın para, esham, tahvil ve hisse senetlerini kasalarda saklama hakkı tanınmıştı. Bu banka, soykırımdan kaynaklanan ekonomik boşluk ve savaş koşullarında fazla bir işe yaramadıysa da, sermayesi ve şubeleriyle varlığını sürdürüyordu.
Ancak şöyle bir sorun vardı: İttihat ve Terakki yöneticilerinin yurtdışına kaçması, Cemiyet’in kendisini feshetmesi ve uzun süreli savaşın getirdiği felaketler sonucunda İttihatçılara karşı duyulan öfkenin giderek kabarması, İttihat ve Terakki’nin bağrından çıkmış olan ve “Müdafaa-i Hukuk” olarak örgütlenen kadronun İttihat ve Terakki tarafından kurulan bir bankayı devralmasında isteksizliğe neden oluyordu. Ayrıca bankanın hâlâ İttihatçıların kontrolünde olabileceğinden ve Mustafa Kemal’in rakibi konumunda olan Enver Paşa yanlılarının pozisyonunu güçlendirebileceğinden de endişe ediliyordu. Bu nedenle yeni bir banka kurulmasına karar verilmişti.
İş Bankası nasıl kuruldu?
İş Bankası’nın nasıl kurulduğu, günümüzde dahi hayli tartışmalı bir konu. Bankanın internet sitesinde, kuruluşun nasıl gerçekleştirildiğine dair şöyle bir açıklama yapılıyor: “Cumhuriyet döneminin ilk ulusal bankası olan İş Bankası, Atatürk’ün direktifleriyle İzmir Birinci İktisat Kongresi’nde alınan kararlar doğrultusunda 26 Ağustos 1924 tarihinde kuruldu. İş Bankası ilk Genel Müdürü Celal Bayar’ın liderliğinde iki şube ve 37 personel ile hizmete başladı. Nominal sermayesi 1 milyon TL’ydi. Bu sermayenin fiilen ödenen 250 bin TL’lik bölümü ise bizzat Atatürk tarafından karşılanmıştı.”
Bu, epey kafa karıştırıcı bir açıklama. Cumhuriyet’in henüz yeni kurulduğu, halkın ‘fakru zaruret’ içinde bulunduğu, kısacası, ceplerde ve hazinede para olmadığı bir dönemde, yeni seçilen cumhurbaşkanı 250.000 lira gibi hatırı sayılır bir servete nasıl sahip olmuştu acaba? Aldığı maaşların ve ödeneklerin hepsini hiç dokunmadan bir kenara ayırsa, bu parayı birkaç yıl zarfında biriktiremeyeceği açıktır. Aileden serveti olmadığı, hatta dönem dönem para sıkıntısı çektiği bilinmektedir. O halde, bu parayı nereden bulmuştu?
Bu paranın kaynağı tam olarak hiçbir zaman tespit edilememiştir. İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar, İş Dergisi’nin Mayıs 1982 nüshasına verdiği bir mülakatta, bankanın kuruluş hikâyesini “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Atatürk ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi” şeklinde anlatmıştı. Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap veriyor ve böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini söylüyordu.
En yaygın açıklama, paranın kaynağının Hindistanlı Müslümanların “Hilafeti kurtarmak” için Anadolu’daki harekete gönderdiği söylenen meblağ olduğudur. Bu meblağın ne kadar olduğu konusunda çelişkili bilgiler verilmekte, rakamlar 300.000 ile 1.000.000 lira arasında değişmektedir. Genelkurmay Başkanlığı’nın 1975 yılında yayınladığı bir raporda, yapılan yardımların dökümü verilmiş ve toplam tutarın 675.000 lira olduğu belirtilmiştir.
Bu paranın kimin adına gönderildiği belli değildir. Bazı kaynaklara göre Anadolu hareketi adına, başka kaynaklara göre de bizzat Mustafa Kemal’in şahsına gönderilmiştir. Nitekim Mustafa Kemal, Osmanlı Bankası’nda muhafaza edilen bu paraya kendi şahsî parası gibi muamele etmiş, Büyük Taarruz öncesinde bu paranın 600.000 lira olduğu söylenen kısmını borç olarak Maliye Bakanlığı’na vermiş, sonradan bu para kendisine iade edilmiştir. Kesin olan ise, bu paranın hazine ve maliye kayıtlarına girmediğidir.
İş Bankası’nın Mustafa Kemal dışındaki kurucu ve yöneticileri, İstiklal Savaşı’ndan gelme nüfuzlu politikacılar, tüccar ve eşraftı. Bunlar, Celal Bayar başta olmak üzere, Muammer Eriş, Siirtli Mahmut, Kılıç Ali, Recep Zühtü, Salih Bozok, Nuri Conker, Cevat Abbas gibi kişilerdi. “İş Bankası grubu” olarak tanınan bu kişilerin bankaya hemen hemen hiç para koymadan ortak olmaları ve hızla gelişen bankanın nimetlerinden çokça faydalanmaları, tartışmalara yol açmıştı. İş Bankası yerli ve yabancı sermaye ile siyasî iktidar arasındaki bütünleşme sürecinde olağanüstü aktif bir rol oynamış ve bu grup, çeşitli iktisat politikası kararlarını sermaye çevresinin istekleri doğrultusunda yönlendirmede çok etkili olmuştu.
İş Bankası’nın kuruluş gayesiyle hedeflenen millî tüccar oluşturma düşüncesi, uygulamalar sürecinde İş Bankası etrafındaki kişiler nezdinde eleştirilere yol açmıştı. İsmet İnönü, İş Bankası etrafında yürütülen bazı teşebbüslerin kendilerince doğru olmadığını, devlet nüfuzuna dayanarak iş yürütmek isteyen insanlar bulunduğunu ve bu nüfuz sayesinde başarılan şeylerin kendi zekâ ve kabiliyetlerinin eseri gibi gösterildiğini ifade ediyor, Atatürk’ün etrafında toplanarak ve İş Bankası’ndan da destek görerek bazı iktisadî işlere girişenleri ya da aracılık edenleri eleştiriyordu.
İttihat ve Terakki döneminde aynı amaçlarla kurulan İtibar-ı Millî bankası, gerek sermaye açısından gerek ticaret çevrelerinde İş Bankası’na kıyasla daha yerleşik bir durumda olmasına rağmen, 1927 yılında İş Bankası ile birleşmeye zorlandı. Bunun iki amacı vardı: Birincisi, İş Bankası alışılmışın üstünde kredi vererek istikrarsız bir malî duruma girmişti; ikincisi, Türk sermayedarlarına Osmanlı mirasıyla tüm bağlarını koparmış gerçek bir millî banka sağlamak isteniyordu.
İş Bankası, yerli ve millî burjuvazinin gelişmesini sağlamak için ilginç yollar izledi. Devletin aslında Lozan Anlaşması’nın vergilerle ilgili çeşitli maddelerinden kaçmak için kurduğu çeşitli tekellere iştirak etti. Yönetim kurullarında İş Bankası yöneticilerinin bulunduğu cam, şeker, tütün, çimento, kibrit gibi tekeller fiyatları istedikleri gibi belirliyorlardı. Ancak bu maddelerin ithalatı engellenmediği için, tekel şirketleri fiyatları kasıtlı olarak yüksek tutuyor, gizli ortağı oldukları ithalatçı şirketlerin ürünleri daha ucuza satılıyor, bu sayede kendileri ve ticaret burjuvazisi zenginleşirken, tekellerden doğan zarar devlete yükleniyordu.
Bu hisseler kime ait?
Mustafa Kemal, ölmeden iki ay önce, 5 Eylül 1938’de kendi el yazısıyla hazırladığı vasiyetnamede, sahip olduğu hisse senetlerinin mülkiyetini ve yönetimini CHP’ye bıraktığını belirtiyordu. Aynı vasiyette hisselere ilişkin kâr payının ise Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu arasında eşit olarak paylaştırılmasını istiyordu.
Buna göre CHP, İş Bankası’nda Atatürk’e ait hisselerin yüzde 28.09’unun mülkiyet ve yönetim hakkına sahip. Her sermaye artırımında, CHP de sermaye artırımında bulunarak hisse oranını koruyor. İş Bankası’nın internet sitesinde yer alan bilgiye göre, 30 Haziran 2018 tarihi itibarıyla bankanın ortaklık yapısı şu şekilde:
İş Bankası Munzam Sandık Vakfı, hisselerin yüzde 40,12’sine sahip olmak suretiyle bankanın büyük ortağı olarak görülüyor; halka açık payın oranı yüzde 31,79; Mustafa Kemal’den intikal eden Cumhuriyet Halk Partisi hisselerinin oranı ise yüzde 28,09.
İş Bankası’nın 11 kişilik yönetim kurulunda, CHP’nin gönderdiği dört üye bulunuyor. Geri kalan yedi üyeyi ise Munzam Sandık Vakfı atıyor. İş Bankası’nın hakim ortağı pozisyonundaki Munzam Sandık Vakfı, 1933 yılında bir yardımlaşma sandığı olarak kurulmuş ve bankanın genel müdürlerini atamaya başlamış. Bankanın genel müdürleri vakıf başkanlığını, genel müdür yardımcıları da başkan yardımcılığını yapmaya başlamış. Dolayısıyla tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan gibi bir durum ortaya çıkmış. Vakıf, değişen mevzuata uyum sağlamak üzere çeşitli defalar isim değiştirmiş ve farklı yapılara ayrılmış.
Munzam Sandık Vakfı üzerinde, dolayısıyla da Sandık tarafından yedi üyenin atanması üzerinde etkili olan bir diğer yapı, 1964 yılında Tibaş adı ile Türkiye İş Bankası’nda bir işyeri sendikası olarak kurulan, halen Banka, Finans ve Sigorta İşçileri Sendikası (Basisen) olarak faaliyet gösteren bir sendika. İş Bankası’nın tüm çalışanları bu sendikaya üye. Sendika tüm çalışanlar için İş Bankası Genel Müdürlüğü ile toplu sözleşme yapıyor, çalışma şartlarını belirliyor. Basisen sendikasının halen 42.300 civarında üyesi var. Sendika yönetimi, bu üye sayısına eklenen 23.000 İş Bankası emeklisinin de oylarıyla belirleniyor. Sendika başkanı, Munzam Sandık Vakfı’nın yönetim kurulu üyesi oluyor. Böylece dolaylı olarak İş Bankası’nın tepe yönetiminin belirlenmesinde söz sahibi oluyor.
Basisen kendisini sosyal demokrat olarak tanımlıyor ve CHP ile yakın ilişkiler içinde. Sendikanın 1984 yılından bu yana, yani 34 yıldır genel başkanlığını yürüten Metin Tiryakioğlu’nun ekibinden, Ankara ve İç Anadolu Şube Başkanı Yaşar Seyman, son milletvekili seçimlerinde CHP adayı olabilmek için sendikada 29 yıldır sürdürdüğü görevinden istifa etti.
Hazineye devir mi, kayyım mı?
İş
Bankası, hâlen
Türkiye’nin en büyük özel bankası, Ziraat Bankası’ndan sonra da en büyük ikinci
bankası. Banka, kurulduğu
günden bu yana 294 şirkete iştirak etmiş ve zaman içerisinde 271 şirketteki
ortaklığını devretmiş. Aralık 2017 itibariyle finans, cam,
telekomünikasyon ile sanayi ve hizmet ana gruplarında faaliyet gösteren 23
şirkette doğrudan ortaklığı bulunurken, dolaylı olarak kontrol ettiği şirket
sayısı 95. İş Bankası’nın piyasa değeri 7 milyar dolar civarında.
Borsada da 10 milyar TL civarında hisse senedi tedavülde, çeşitli fon ve
yatırımcıların portföyünde bulunuyor.
İş Bankası toplamda 17 milyar dolara varan
piyasa değerleri olan bağlı ortaklık ve iştirakleri yönetiyor. Bunların
arasında Anadolu Cam Sanayii A.Ş., Paşabahçe Cam Sanayii ve Ticaret A.Ş., Soda
Sanayii A.Ş., Trakya Cam Sanayii A.Ş., Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş., Türkiye Sınai Kalkınma Bankası, Anadolu
Sigorta, Milli Reasürans, İş Gayrimenkul, Efes Varlık Yönetim A.Ş., İş Net Elektronik Bilgi Üretim Dağıtım Ticaret ve İletişim Hizmetleri
A.Ş. gibi dev kuruluşlar bulunuyor.
Bütün bunlar bir araya getirildiğinde, İş Bankası’nın yönetiminde yer almanın, Türkiye’nin ekonomisine ve siyasetine belirli ölçülerde yön verme imkânına sahip olma anlamına geldiği görülüyor. Bu yüzden, CHP’nin İş Bankası hisselerinin hazineye devredilmesi için bugüne dek defalarca girişimlerde bulunuldu. Bu girişimlerden ikisi başarıya da ulaştı. Demokrat Parti, Ağustos 1951’de çıkardığı bir yasayla CHP’nin mallarına el koymuş, dolayısıyla, diğer varlıklarıyla birlikte, İş Bankası hisseleri de hazineye devredilmişti. Bu kanun, 1963 yılında konunun mülkiyet değil, örgütlenme özgürlüğünün ihlali olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmişti. Keza 12 Eylül darbesinden sonra, 15 Eylül 1981’de darbeciler bütün partileri kapatmış, mallarını hazineye devretmişti. CHP’nin İş Bankası’ndaki hisseleri ise Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’na bırakılmıştı. CHP’nin 1992’de yeniden açılmasından sonra, Yargıtay 11. Dairesi hisselerin CHP’ye iadesi yolunda karar vermişti.
Ve bugünlerde İş Bankası hisselerinin kime ait olması gerektiği konusu bir kez daha yoğun bir şekilde tartışılıyor. Kuruluşu da dahil olmak üzere, en başından bu yana bir tuhaflıklar denizi üzerinde yüzen İş Bankası gemisi, bir kez daha ağızları sulandırıyor. Günümüzün kayyım atamaya pek meraklı hükümetinin, CHP’nin elindeki İş Bankası hisselerini hazineye – ya da varlık fonuna – devretmesinin Türkiye’nin demokratikleşmesine ya da normalleşmesine hizmet etmeyeceği açık.
Hamdi Başar, İş
Bankası’nın kuruluş amacının “En kısa
zamanda Türk zenginleri yetiştirip onları koruyarak milli burjuva kadrosunun
temellerini atmak” [2]
olduğunu söyler. Türk zenginleri yetiştirip
korumakla görevli banka, bunu yapmaya her halükârda devam edecek. Bu da madalyonun asla
unutulmaması gereken diğer yüzü.
[1] Çankaya, Falih Rıfkı Atay, Kral Matbaası, 1984, S. 331-332
[2] Murat Koraltürk, Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları – Meşrutiyet, Cumhuriyet ve Tek Parti Dönemi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.