Mark Thomas
İşçi sınıfı hareketinin 1970’lerin başından bu yana yaşamış olduğu yenilgiler, dünya ekonomisinin artan uluslararasılaşmasının işçi sınıfını böldüğüne ve erittiğine dair yaygın bir inancın gelişmesine yol açtı. İşçi sınıfının varlığı hâlâ istatiklerde görülebilir olsa da, kolektif gücü belki de ölümcül olarak zayıflamıştı.
Bu iddia, önceden var olan milyonlarca fabrika işinin ortadan kalktığını, yeni iş ortamının küçük işyerlerinden oluştuğunu, güvensiz çalışmanın arttığını ve işverenlerin militan işçi hareketleri ihtimali ortaya çıktığında üretimi kolayca başka yere kaydırabildiğini öne sürüyordu.
Kim Moody’in yeni kitabı bu resmi yırtıp atıyor ve işçi sınıfının gücünün yenilenmesi için muazzam bir potansiyele işaret eden çok farklı bir resim sunuyor.
Moody, belirsizlik içeren iş ilişkilerindeki büyük artışın, güvencesiz ve geçici işlerde çalışan bir “prekarya” yarattığı ve geçmişte işçilerin kolektif örgütlenmesini sağlayan daha sürekli ve istikrarlı çalışma biçimlerini ortadan kaldırdığı iddiasını çürütüyor.
Moody’nin kitapta bu iddiaya cevap verdiği bölümün başlığı “Güvencesiz çalışma: büyüyor ama düşündüğünüzden daha az”. İstatistiklere göre, geçici işçiler, kısa süreli çalışanlar, çağrı üzerine çalışanlar, sahte serbest meslek sahipleri ve gönülsüz part-time çalışma yapanlar 1995 yılında ABD işgücünün yüzde 15,2’sini oluşturmaktayken, on yıl sonra bu rakam 15,5 olmuştu. Bu, ABD işçi sınıfının çoğunluğunun sürekli işlerde çalıştığı anlamına gelen önemsiz bir artış.
İşçiler işlerini sürekli olarak bırakmıyor ve değiştirmiyor. İşçilerin ortalama olarak aynı işte kalma süresi 1970’lerin başlarından bu yana pek değişmiş değil. 2006 yılında 24 ila 35 yaşındakiler için bu süre 3,5 yıl iken, 35 ila 44 yaşındakiler için bu süre 6,6 yıla ve 45 ila 54 yaşındakiler için ise 10,3 yıla çıkmaktadır.
Ayrıca neoliberal dönemde işyerinde çalışan işçi sayısının azalması anlamında bir küçülme de görülmedi: “2008 yılında toplam olarak 24,7 milyon işçi (yani tüm işçilerin yüzde 20’si) 500 veya daha fazla kişi istihdam eden büyük işyerlerinde çalışıyordu. Bu oran 1986 yılında da aynıydı. 1986 yılında 10,7 milyon işçi (yani tüm işçilerin yüzde 13’ü) 1000 ve daha fazla sayıda işçinin istihdam edildiği işyerinde çalışırken, bu sayı 2008’de 16,5 milyona ya da toplam işgücünü yüzde 14’üne yükseldi.
Yoğunlaşma
Sanayi üretimindeki işgücü, Trump’ın ve birçok ABD işçi sendikası liderinin zannettiği gibi artan ithalat ve üretimin ülke dışına kaydırılması sonucu değil, artan verimlilik nedeniyle düşmüş olsa da, hizmet sektöründeki işçiler daha büyük işyerlerinde yoğunlaştılar ve daha yüksek oranlı bir sömürüye ve iş yoğunluğuna maruz kalıyorlar. Üretim alanındaki işçiler gibi onlar da, toplumun en tepesindeki sermaye sahipleri servetlerine servet katarken, emeklilik hakları, ikramiyeleri ve ücretleri üzerinden saldırılara maruz kaldılar.
Moody, neoliberal dönemin başlangıcında rakip kapitalistler arası rekabetin keskinleşmesinin kitlesel işten çıkarmalar, bazı şirketlerin iflası ve bazılarının da parçalara bölünmesini içeren geniş ölçekli yeniden yapılanmalar görüldüğünü ileri sürüyor. Bu durum, önceki yıllarda yükselen işçi sınıfı mücadeleleri ile oluşmuş sendikal güç merkezlerinden kaçacak şekilde (örneğin ABD’de sanayi kuruluşları Amerika’nın kuzeyinden ayrılıp işçi sınıfı militanlığı geleneğinin zayıf olduğu orta batı ve güneye kaydırıldı) eski istihdam biçimlerini parça parça etti.
Ancak rekabet mantığı ayrıca bu parçalanmaya ve yeniden yapılanmaya karşı bir eğilim de yarattı. Marx’ın anlattığı gibi, sermayenin yoğunlaşması ve merkezîleşmesi yönünde, arka arkaya bütün sektörlere hakim olan, giderek daha az sayıda ve daha büyük, “just-in-time” (tam zamanında) çalışan lojistik kümeleri ile örgütlenmiş, kesintiye uğramaya dayanıksız tedarik zincirleri ile birbirine sıkıca bağlı şirketlerin yeni bir yoğunlaşma döngüsüne girmesine yol açtı. Sermayenin böyle yeni yoğunlaşmaları yeni bir işçi militanlığı ve işyeri örgütlenmesi dalgasına yol açma potansiyeli olan bir işçi yoğunlaşması da yarattı.
Moody, ABD’de (Avrupa’da da aynı şekilde olduğunu söylüyor) sermayenin yeniden örgütlenmesinin, 1990’ların ortasından itibaren birden çok iş alanında faaliyet gösteren dev holdinglerden, tek bir alanda faaliyet gösterecek şekilde toplulaşması yönünde değiştiğini iddia ediyor. Bu da sendika örgütlenmesi açısından daha elverişli durum oluşturuyor.
ABD otomobil sanayi bu alanda öncülük etti. Otomobil üretiminin “Üç Büyükler”i (GM, Ford ve Chrysler) 1980’lerde ve 1990’ların başlarında Amerika’nın doğu ve batı sahilinde üretime son vererek üretimi, yabancılara ait otomobil tesislerinin de bulunduğu, sendikal örgütlenmenin tarihsel olarak güçsüz olduğu orta-batıya, güneye ve güneydoğuya kaydırdılar.
Parça tedarikçileri de bu bölgelerde yoğunlaştı ve bir konsolidasyon ve merkezîleşme sürecine girdi. 1990 ve 2010 yılları arasındaki iki on yıllık dönemde otomobil parça tedarikçisi şirketlerin sayısında yüzde 80’e varan oranda azalma meydana gelmesi daha az sayıda ve daha büyük şirketin egemen olduğu bir sektör oluşturdu. Moody şöyle diyor: “Günümüzde otomobil sanayinin tamamı, geçmişte Üç Büyükler’in anlı şanlı döneminden farklı iki bölgede toplanmış, daha az sayıdaki ve daha büyük parça tedarikçileri ile çok daha merkezîleşmiş, yapılandırılmış ve birbirine sıkı sıkıya bağlı hale gelmiştir.”
Yeniden Yapılanma
Yirmi birinci yüzyılın başlangıcında bu konsolidasyon süreci ABD sanayisinde yaygınlaştı. Et işleme ve paketleme sanayi de 1980’ler boyunca birleşmeler ve tesis kapatmalar içeren bir yeniden yapılanma dalgası yaşadı. En büyük dört firma 2011’e gelindiğinde et üretiminin yüzde 75’ini elinde tutuyordu.
ABD’de benzer türde korkunç sarsıntılar ve takip eden yeni konsolidasyon döngüleri şu sektörlerde görüldü: Çelik sanayi (çelik üretimi alanında yurtiçi üretim iki firmanın elinde bulunuyor), lojistik sektör (beş firma tüm demiryolu taşımacılığını elinde tutuyor ve sektördeki toplam işçilerin yüzde 80’ini istihdam ediyor; sadece UPS ve FedEx tek başlarına ABD kamyonculuk ve kargo sektöründe çalışan 1,7 milyon işçinin yüzde 40’ını istihdam ediyor), havayolu sektörü (on yıl kadar önce on büyük firma varken, bu rakam dörde düştü), telekomünikasyon (dört firma sektörün yüzde 90’ına hakim durumda).
Aynı eğilimler hizmet sektöründe de geçerli. Kamu hastanelerinin neredeyse dörtte üçü 4,5 milyon işçi istihdam eden büyük kurumsal kentsel hastane zincirlerinin eline geçti ve kamu hastanelerindeki ortalama çalışan sayısı arttı. Bakım evlerinde ve otel sektöründe de benzer bir tablo gözlemleniyor. Yine 1990’larda Wal-Mart ve 2000’lerde Amazon gibi internet şirketlerinin büyümesiyle perakende sektörü de az sayıda devasa firmanın eline geçti.
Bu süreç, aynı zamanda tedarik zincirlerinin de yeniden oluşturulmasına ve “Lojistik Devrimi“ne yol açtı: Büyük şehir merkezleri veya yakınlarında binlerce işçi istihdam eden, “Ulaştırma üsleri (hub), devasa depolar ve dağıtım merkezleri, havalimanı şehirler (aerotropolis’ler), deniz limanları, konteyner depolama alanları ve sofistike teknoloji”den oluşan yeni lojistik üsleri. Moody, en büyükleri Chicago, Los Angeles ve New York bölgesinde olmak üzere 60 kadar böyle kümelenme olduğunu yazıyor.
Bu “dağıtım şehirleri” yoğun bir işçi nüfusu da barındırıyor. Sadece Chicago’da 150-200 bin depo çalışanı bulunuyor. UPS’nin Kentucky’deki “Worldport” süper üssünde 55 bin işçi çalışırken, FedEx’in Memphis’teki süper üssü “dünyanın en büyük kargo havalimanı”. Aynı zamanda demiryolu ve kamyonculuk üssü de olan bu üse 220 bin işçi çalışıyor. Moody ABD lojistik sektöründe 3,5 – 4 milyon işçi çalıştığını hesaplıyor.
Bu işçiler büyük baskı altında çalışıyor. Teslim tarihlerini ve satılmayan malların depoda geçirdiği süreleri kısaltmaları için sürekli talimat alıyorlar. Ancak aynı zamanda sermayenin hayatî tedarik zincirini kırmak için devasa bir potansiyel de taşıyorlar: “Artan rekabetle, gelişen teknolojiyle ve lojistik devrimiyle birlikte, giderek artan sayıda işçi kendilerini global bir tedarik zinciri çetesi tarafından hapsedilmiş buldu. Ancak bu zincirler kırılabilir. İç içe geçmişlikleri ve zaman kısıtlamasına dayalı gerilim onları işçi sınıfı hareketine karşı son derece savunmasız kılıyor.” Bu durumda Moody “lojistik işçilerinin günümüzde, ekonomi üzerinde 1970’lerde otomobil işçilerinin sahip olduğu kadar ağırlığa sahip olduğunu” söylüyor.
Irkçılığa karşı
Moody ayrıca ırkçılıkla mücadeleyi ABD’deki işçi sınıfı gücünün potansiyelden gerçekliğe dönmesi için merkeze koyuyor. Küreselleşmenin de sonucu olarak, diğer gelişmiş ekonomilerde olduğu gibi, işçi sınıfı etnik olarak kırk yıl öncesine göre çok daha fazla çeşitlilik içeriyor. Siyah, Asyalı ve Latin nüfus 2010 yılında toplam nüfusun üçte birini oluşturuyordu. İşçi sınıfının ise yüzde 35’ini oluşturuyorlardı. Yeni lojistik kümelenmeleri bu işçileri özellikle istihdam ediyor: “Siyahlar, Latinler, Asyalılar 1981’de toplam üretim, ulaştırma ve malzeme taşıma işlerinde ve hizmet sektöründe çalışanların yüzde 15-16’sını oluşturmaktayken şimdi bu sektörlerin yüzde 40’ını oluşturmaktadır… Siyahlar Chicago bölgesinde, Latinler de Los Angeles ve New York-New Jersey kümelerinde antrepo çalışanlarının neredeyse yarısını oluşturuyor.”
Moody’nin de vurguladığı gibi, başarılı olabilmesi için sendikal örgütlenmenin ırk ve cinsiyete dayalı ayrımcılığa (örneğin, ücret adaletsizliği gibi) vurgu yapması gerekiyor.
Moody’nin iddiası, sadece işçi sınıfının var olduğu değil, ayrıca örgütlenme ve üretimi felç etme yetisinin büyüdüğü ve sermayenin konsolidasyonunun sınıf mücadelesi için “yeni bir alan” yarattığı. Bu, işçilerin sermayeye sadece meydan okumak için değil onu ortadan kaldırmak için de kolektif güce sahip olduğunu savunan sosyalistler açısından önemli bir saptama.
Çeviren: Mustafa Kadıoğlu