Roni Margulies
Türk anti-komünizmi İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda geniş, yaygın ve çok ilginç bir literatür üretmiştir. Özellikle 1950’ler ve 1960’larda yüzlerce, binlerce kitap, dergi, broşür ve kitapçık yayınlanmıştır. İletişim Yayınları’nın Türk Sağı – Mitler, Fetişler, Düşman İmgeleri adlı kitabında, “Nefretin ve Korkunun Rengi: Kızıl” başlıklı yazısında Sinan Yıldırmaz şöyle yazar: “Türkiye’de anti-komünist kavramsallaştırma ve örgütlenme biçimlerinin oluşmaya başladığı 1950’li yıllar… yani kabaca İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, anti-komünizmin bir toplumsal kontrol mekanizması olarak oluşturulduğu bir ana denk düşmektedir. Uluslararası alanda da benzer bir gelişmenin yaşandığı göz önüne alındığında, anti-komünizm toplumsal alanın her aşamasını belirleyecek bir söylemsel yaygınlığa da bu dönemde kavuşacaktır. Bu çerçevede ‘komünizm’ ya da ‘komünistler’ hem devlet katında hem de popüler yayın organlarında nefret edilmesi ve korkulması gereken unsurlar olarak tanımlanacaktır.” (s. 47-48).
Gerçekten de 1950’lerin başından itibaren, tüm “hür dünya” çapında Amerika’nın yürüttüğü soğuk savaş ve anti-komünist faaliyetlere paralel (ve bu faaliyetlerle doğrudan ilişkili) olarak Türkiye’de de yaygın bir anti-komünist mücadele yürütülür.
Bu mücadelenin İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde yürütülmesinin nedenlerini anlamak zor değildir. Bu ülkelerde İkinci Dünya Savaşı yıllarında kitlesel ve silahlı direniş ve partizan hareketleri yükselmiş, bu hareketlerin içinde (ve başında) komünist partiler müthiş bir prestij ve taraftar kitlesi kazanmıştır. Bu durumda hem yerel egemen sınıfların hem Amerika’nın komünizmi bir tehlike olarak görmesi, buna karşı ideolojik ve pratik önlemler alması doğal.
Türkiye’de ise, savaş yıllarında ve sonrasında Komünist Partisi yok denecek kadar küçüktür, etkisizdir. Liderliği hemen hemen tüm yaşamı boyunca yurtdışındadır ve bu liderliğin ülke içindeki bağlantıları, ta 1970’lere kadar, yine yok denecek kadar azdır.
Avrupa’da savaşın ardından işçi sınıfında ciddi bir radikalleşme yaşanmış, hemen her yerde savaş sonrasının ilk seçimlerinde sosyal demokrat, sol ve komünist partilerin oyları o güne dek görülmemiş düzeylere ulaşmıştır. İtalya’da, örneğin, Komünist Parti 1944 ile 1947 arasında kurulan hükümetlerde yer almış ve 1970’lere kadar ülkenin ikinci büyük partisi olmuştur.
Türkiye’de ise, 1960’lı yıllara kadar önemli bir işçi sınıfı hareketliliği yaşanmamış, hatta o yıllarda radikalleşen öğrenci hareketi içinde “Türkiye’de işçi sınıfı var mı?” sorusu tartışma konusu bile olmuştur.
Komünizmle Mücadele Derneği
Durum böyleyken, memlekette mücadele edilmeyi gerektiren bir komünist bulmak zorken, daha 1948’de Komünizmle Mücadele Derneği kurma girişimleri başlamış, Zonguldak’ta kuruluş başvurusu yapılmış, 1956’da İstanbul’da ilk şubesi açılmış, 27 Mayıs darbesiyle birlikte durdurulan çalışmalar 1963’te tekrar başlamıştır. Derneğin 1965’te 27 olan şube sayısı kısa sürede 110’a çıkmış ve bu arada Erzurum şubesinin kurucuları arasında adı bilinmeyen bir imam, Fethullah Gülen, yer almıştır.
Komünizmle Mücadele Derneği’nin memleketin her tarafına yayılarak şubeler açabilmesi ilginçtir. Örneğin Erzurum’da, tek bir komünistin bulunmadığı 1950’lerin taşrasında, Antalya’da, Kars’ta, Trabzon’da, böyle bir dernek kurmak bir imamın aklına nereden gelir, neden gelir?
Üstelik, mücadele sadece Dernek tarafından yürütülmemektedir. Şaşırtıcı, çarpıcı bir anti-komünist yayın zenginliği vardır memlekette. Üç beş tanesini bu sayfalarda görebildiğiniz bu yayınların ortak bir yönü vardır: “İfşa edilen”, hedef gösterilen, tehlike olarak anlatılan, Türkiye’yi, Türklüğü, Müslümanlığı devirmenin, yok etmenin eşiğinde olan düşmanlar gerçekte Türkiye’de mevcut bile değildir!
Tüm bu yayınların ikinci bir ortak özelliği, komünizmin tek “tehlike” olmaması; bu tehlikenin genellikle daha geniş, daha korkunç, kâbus gibi bir tehlikeler yumağına, bir felaket paketine dahil olarak sunulmasıdır.
Yılanlıoğlu İsmail Hakkı’nın Üç Büyük Tehlike broşürü bunun güzel bir örneğidir. “Bütün bu kötülüklerin nereden ileri geldiğini, milli ve dini duygularımızın kimler tarafından dejenere edildiğini, bugün hepimizin şikayetçi olduğumuz ahlak buhranının sebepleri, siyasi çekişmelerin menşe ve maksadını, milliyetçi ve mukaddesatçılara karşı düşman olanların iç yüzünü bu kitapta anlatmaya çalıştım” diyen Yılanlıoğlu’nun dikkat çektiği üç tehlike, broşürdeki sırasıyla, Siyonizm, komünizm ve masonluk’tur. Oysa, hemen hemen kesindir ki, ne Yılanlıoğlu, ne kalem ve dava arkadaşları, ne de okuyucuları hayatlarında ne bir Siyonist, ne bir komünist, ne de bir mason tanıyordur!
“Devletin bekası” için
Öğrenci hareketinin yükselmesi, dünyadaki 1968 hareketinin Türkiye’de de hissedilmeye başlanması, DİSK’in ve Türkiye İşçi Partisi’nin kurulması ile beraber, 1960’ların ikinci yarısından itibaren anti-komünizm ilk kez karşısında gerçek bir düşman bulmaya başlamış, iyice yaygınlaşmıştır. Önceki dönemin anti-komünist yazarlarının birkaç tanesi Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’nden milletvekili olurken, geri kalanlarının hemen hepsi Alpaslan Türkeş’in çeşitli siyasî oluşumlarında kümelenmiştir. Böylelikle anti-komünizm bir yayın faaliyeti olmaktan çıkıp aktif, silahlı bir hâle gelmiş, “devletin bekası” için mücadele eden kadrolar yetiştirmiştir.
Peki, 1945-65 yılları arasında, ne komünist ne de komünizm tehlikesi varken, anti-komünizm nasıl oldu da ortaya çıktı, nasıl oldu da bu kadar yaygınlaştı? Çok açık ki, birincisi, Amerika’nın yardımıyla. Türkiye’de ilk ciddi işçi sendikaları konfederasyonunun, Türk-İş’in, yaratılmasında danışmanlık eden Amerikalı uzmanların anti-komünist bir hareket yaratmakla ilgilenmemiş olacaklarını düşünmek zor olsa gerek. İkincisi, devletin yardımıyla.
Her iki durumda da “yardımıyla” diyorum, ama gerçekte meselenin sadece “yardım” olmadığı tahmin edilebilir. Başta Komünizmle Mücadele Derneği olmak üzere, pek çok anti-komünist derneğin, derginin, yayınevinin bizzat devlet tarafından kurulduğundan, kurdurtulduğundan kuşkumuz olmaması gerekir.