Rober Koptaş
İlk bakışta öyle görünmeyebilir ama “günden güne” tabirinin iki yüzü var; biri yarına, diğeri ise düne bakıyor. Biri geleceğe doğru bir akışı, biri geçmişten gelen bir birikmeyi işaret ediyor. Bir şeyler, birtakım olaylar günden güne gelişip olgunlaşabilir de, eriyip sonlanabilir, tükenebilir, ya da tükenmenin sınırındaki o tekinsiz çizgide kalabilir de. Günden güne, ardımızdaki ve önümüzdeki zaman arasındaki bugünü de imleyebilir, ne orada ne burada olma halini, bir tür arafı da. Aynanın bize bizi gösteren ön yüzünü de, o olmazsa aynanın ayna olamayacağı sırlı ardını da.
Türkiye Ermenilerinin 84. Patriği Mesrob Mutafyan’ın sekiz yıldır süren yaşamla ölüm arasındaki bekleyişini bir simge olarak kullanan Aret Gıcır’ın, sergisine Günden Güne başlığını seçmesi tesadüf değil . Gıcır, bu tercihle, hem patriğin günden güne derinleşen ıstırabına ayna oluyor, hem de onu günden güne bu noktaya getiren şeylere, o sırlı yüzeye, düne, dünün bugüne taşıdıklarına bakmaya davet ediyor bizi.
Söz konusu olayın etrafındaki gerçek son derece basit, soğuk ve keder verici. Türkiye’nin kadim ve çileli bir azınlık toplumunun parlak, iyi donanımlı ve genç ruhanî önderinin, fronto-temporal demans diye anılan bir zihinsel rahatsızlık sonucunda yatağa hapsolup yıllardır bilinçsiz bir halde ölümü veya onu yaşama döndürecek bir mucizeyi bekler halde kalakalması, çok sayıda çağrışıma kapı aralıyor şüphesiz . Ermeni soykırımı, onun yüz yıldır sistemli bir şekilde inkâr edilmesi ve toplumsal hafızanın bu konudaki felç edilmişliği arkaplanında Gıcır, görülmesi istenmeyeni adeta büyüteçle yaklaştırarak gözlerimizin içine sokuyor. Ressamın, adil hükmünü bulmamış bir tarihsel suçun maktullerinin varisleri arasından neden bilincini, aklî ve bedensel melekelerini yitirmiş bir dinî önderi çekip çıkardığını anlamak içinse, öncelikle Patrik Mesrob ll’nin kim olduğunu anımsamamız gerekir.
İstanbul’ 1956’da da doğan, ilk ve ortaöğrenimini Türkiye ve Almanya’da gözde özel okullarda alan Minas Mutafyan, ABD’deki üniversite öğrenimi sırasında geçirdiği ve çok yakın bir dostunu kaybettiği trajik bir trafik kazası sonrasında din adamı olmaya karar verdi. Felsefe ve Teoloji öğreniminin ardından Mesrob adıyla ruhanîlik takdisi yapıldı; çalışkanlığı, zekâsı, hitabet yeteneği ve özellikle gençleri kiliseye çeken karizmatik kişiliğiyle Ermeni halkının sevgisini kazandı. Eski günlerdeki nüfuzundan ve görkeminden 1915’ten sonra çok şey yitiren İstanbul Ermeni Patrikliği’nin son onyıllarda yetiştirdiği en parlak din adamı olarak genç yaşında önemli görevler üstlendi; zamanla Patriklik makamı için en çok adı geçen aday haline geldi. Bu makamda kimin oturacağını ve onun kiliseye ve Ermeni cemaatine nasıl riyaset edeceğini daima denetimi altında tutmak isteyen devlet, bu genç ve aktif din adamını önce şüpheyle, sonra düşmanlıkla karşıladı. Mesrob’un, Ermeni milliyetçi ideallerinin sempatizanı ve aktif bir militanı olduğu propagandası yayıldı, hakkında bir karalama kampanyası başlatıldı, hatta 1990’da yapılacak olan patrik seçiminde aday olması türlü oyunlarla engellendi.
O seçime katılamayan Mutafyan, 1998’de yapılan bir sonraki seçimde, yine kendisine karşı devlet bürokrasisinin desteğini almış olan adaya karşı halkın ezici çoğunluğunun oyuyla makama seçildi. Seçim sürecinde Mesrob’a en büyük desteği Hrant Dink ve gazetesi Agos‘un vermesi tesadüf değildi . Biri dinî, diğeri seküler alandaki iki önemli şahsiyet, nüfusu azalmış olsa da, Ermeni meselesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi bağlamında taşıdığı simgesel önemini koruyan Türkiye Ermeni toplumunun kamusal sözcüleri ve liderleri olarak beliriyordu. Ancak Ermenileri binlerce yıllık tarihi yurtlarında yaşayan iki milyonluk bir halk olmaktan İstanbul’a sıkışmış küçük bir cemaat olmaya doğru eksilten tarihsel süreç, ruhanî ve seküler alanı fazlasıyla iç içe geçirmiş, Ermeni geleneğinde zaten merkezî bir yer kaplayan Kilise’yi tek iktidar odağı haline getirmişti. Halkın yeni patrikten temel beklentisi, cemaat işlerinde sivillerin alanını genişletmesiydi. Patriklik makamına oturan Mesrob Il ise güç ve yetkilerini daha önce verdiği sözlerle pek de bağdaşmaz şekillerde kullandı ve böylece başta Dink olmak üzere önceki destekçilerinden pek çoğunun tepkisini toplamaya başladı.
Ne acıdır ki, zaman içinde fikir ayrılıkları karşılıklı sert beyanlarla kopuşa doğru giden bu iki simge ismin son buluşması, 19 Ocak 2007’de gazetesi önünde katledilen Hrant Dink’in cenaze töreninde oldu. Ayine riyaset eden ve törende bir de konuşma yapan Patrik Mesrob’un, cenaze çıkışında, Dink’i planlı bir şekilde öldürdüğü daha ilk günden çok açık olan devlet mekanizmasının temsilcilerini iki yanına alarak Patriklik binasının önünde poz vermek zorunda kalması ise onun sıkışmışlığının bir göstergesiydi. Hassas güç ilişkilerinin ortasında oynamak zorunda kaldığı oyun, omuzlarına artık ağır geliyordu. Patriğin bitmeyen sonu Dink’in katliyle uçurumun kenarına doğru hızla ilerlemeye başlarken, Patriklik merdivenlerindeki o anı kederle izleyenler arasında, Günden Güne‘de bu enstantaneyi tuvale aktaran Aret Gıcır da yer alıyordu.
Mesrob ll’nin hastalığı etrafında türlü şayialar eksik olmadı. Patriğin devlet tarafından zehirlendiği, akıl sağlığını etrafındaki giderek daralan siyasî cendere ve güvenlik kaygısı nedeniyle yitirdiği, tehditlere karşı kendisine tahsis edilen koruma polisi tarafından psikolojik baskı altına alındığı iddiaları cemaat içindeki özel sohbetlerde sıkça dile getiriliyordu. Doğrusu, Mesrob Il ölüm tehditleri alıyordu ve bir dönem çok yakın olduğu Hrant Dink’in sistemli bir kampanyayla hedef haline getirilerek öldürülmesini pek çokları gibi adeta canlı yayında izlemişti. Neticede, bu atmosferin hastalığını tetiklediğine şüphe yoktur.
Mesrob ll’nin yaşamla ölüm arasındaki bilinçsiz halini bir tür arafa benzetmenin mümkün olduğunu yazının girişinde belirtmiştim. Arapça urf kökünün çoğulu olan araf, “Tanıma, bilme, basiret, feraset, eğriyi doğrudan ayırt edebilme yetisi” anlamına geliyor ve doğu geleneğindeki kullanımında “Bu yetiye sahip olup da olumlu ya da olumsuz yönde kullanamayanları” kast ediyor. Şu halde, sağlığında urf yetisine fazlasıyla sahip olan Mesrob ll’nin yaşadıklarının etkisiyle geçtiği arafın tıp dilinde karşılığının fronto-temporal demans olduğu söylenebilir.
Patriğin hastalığının ardından İstanbul Ermeni Patrikliği kötü bir sınav verdi. İlk dönemde, durum fark edilmesine rağmen hastalık gizlendi. Teşhisin resmen duyurulmasından sonra ise kilise gelenekleri son derece açık olmasına rağmen, yeni bir patrik seçimi yapmak yerine, Patrikhane’deki statükonun sürdürülmesi ve güç dengelerinin değişmemesi amacıyla bir soğutma ve oyalama süreci başladı. Bu sürecin temel sloganları, hasta patriğin haklarının bu şekilde korunduğu iddiası ve “Bizler Hıristiyanız, mucizelere inanıyor, patriğimizin iyileşmesi için dua ediyoruz” savunmasıydı. Bunun sonucunda, sürece başından beri dahil olan devletle danışıklı olarak “patrik genel vekilliği” adında gelenekte var olmayan bir unvan yaratıldı ve Kilise vekaleten yönetilir hale geldi.
Tüm bu olaylar silsilesi, 1915’te Ermeni halkının anayurdundan sökülüp atılması için yürütülen büyük ve sistemli operasyonun karanlık gölgesinden bağımsız düşünülemez. Aret Gıcır’ın Günden Güne‘de yer alan tabloları arasında ilk anda bağlamsız gibi görünen bir küçükbaş hayvan kellesi tasviri, Patrik Mesrob ll’nin kaderi ile de yakından ilintili. Bu tablo, 1915’te Anadolu dağ ve bayırlarında, Suriye çöllerinde can verenlerin sıkça gördüğü bir görüntünün yeniden üretimi olarak okunabileceği gibi, Hıristiyan öğretisindeki iyi çoban, yani ruhanî önder ile sürüsü, yani kilise cemaati alegorisini, ayrıca, İsa’nın Tanrı’nın kuzusu, yani kusursuz kurban olma özelliğini de anımsatıyor. Çobanın kim, kurbanın, kuzunun kim olduğu sorularını havada asılı bırakarak.
Mesrob ll’nin hastalığı olan fronto-temporal demans, beynin ön lobundaki sinir hücrelerinin uğradığı hasar sonucunda özellikle kişilikte, davranışlarda ve dilde meydana gelen değişiklik ve bozukluklara verilen isim. Kendisinden pek hazzetmeyenlerin bile parlak zekâsını daima takdir ettiği bir kilise önderinin bu tür bir rahatsızlığa uğraması ile 24 Nisan 1915 tarihi arasındaki bağı görmezden gelmek de mümkün değil. Bu tarihte, İstanbul’da İttihat ve Terakki yönetimi, Osmanlı Ermenilerinin fikirsel yaratıcıları olan 235 kadar aydını tutuklamış ve onları sonunda ölümün olduğu sürgün yolculuğuna çıkarmıştı. Soykırım’ın en büyük simgelerinden biri olan ve bu sürgünden sağ olarak İstanbul’a dönen Rahip Gomidas’ın gördüklerinin etkisiyle akıl sağlığını yitirmesi ve 1916 yılından, öldüğü tarih olan 1935’e dek bilinçsiz ve sözsüz bir araf haline mahkûm olmasını hatırlamak, akıl, zihin, beyin, düşünce, bilinç, hafıza arasında sözünü ettiğimiz çağrışımlara bir boyut daha katıyor. Günden Güne, 1915’i, iki din adamı, Gomidas ve Mesrob Il üzerinden 1935’e ve 2016’ya taşımış oluyor. Mesrob ll’nin şahsında, bir halkın beyninin hasara uğratılmasına gönderme yaparken, demans, sadece Patriğin değil, tüm Ermenilerin çektiği ıstırabın billurlaşmış hali olarak beliriyor.
Sergiye adını veren Garbis Cancikyan şiiri, “Günden güne / günlerle beraber /sönüverir günlerim” dizeleriyle son buluyordu. Cancikyan, 1920’den 1946’ya dek süren kısacık ömrüne ışık veren güneşin, yakalandığı verem nedeniyle günden güne söndüğünü görürken, neredeyse onun yetişkin ömrü kadar süreyi yatağa bağlı ve bilinci kapalı olarak geçiren Mutafyan’la aralarındaki tezata da mim koymak kaçınılmaz. Maddî olanaksızlıklar nedeniyle iyi bakılamadığı için günden güne solarak 26 yaşında yitip giden Cancikyan’ın aksine, tam da onun hayatını kaybettiği yerde, Yedikule’deki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde ve olabilecek en iyi koşullarda bakımı yapılan Patrik Mesrob Il daha uzun yıllar yaşayabilir. Çobanla kuzunun kaderlerinin kesiştiği yer belki tam da burası. Kilise’nin beklediği yaşama dönüş mucizesinin hilafına, Mesrob Il için gerçek kurtuluş, ölüme günden güne değil, belki tıpkı Cancikyan gibi bir an önce kavuşmaktadır, kim bilir?