Bekir Ersin
Dün sabah Ali Bey 7’de kalktı. Giyinirken bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. İşyerindeki sevimsiz yemeklerden yememek için kumanyasını hazırlayıp dışarı çıktı. Uykusunun kalanını bindiği metro ve trende almaya çalıştı. İşyerine 1,5 saatlik yolculuktan sonra ulaştı. Arada verdiği kısa süreli çay ve yemek molalarıyla beraber 10 saat sıcak ve kötü kokulu bir ortamda çalıştıktan sonra akşam eve dönüş yoluna çıktı.
Dışarıda geçirdiği zorlu 13 saatin ardından akşam evde yemeklerini yerken lisede okuyan kızı o gün öğretmenlerinin anlattığı eski insanların son derece zor şartlar altında geçen yaşamlarından bahsediyordu. Zavallılar yiyecek bir şeyler bulabilmek için saatlerce yürümek zorunda kalıyormuş. Avlanırken vahşi hayvanlar saldırıyormuş. Taş aletler kullanıyorlar, mağaralarda yaşıyorlarmış. Yaşlılarını besleyemeyip ölüme terk ediyorlarmış.
Bir yandan kızının anlattıklarını dinlerken diğer yandan televizyonda anlatılan felaket haberleri kafasının içinden geçip gidiyordu. Sel felaketinde 135 kişi öldü. Günlerdir aranan kayıp çocuğun cansız bedenine ulaşıldı. Fabrikadaki yemekten 1500 çalışan zehirlendi. Eski karısını 14 yerinden bıçakladı. Okey oynarlarken çıkan kavgada silahlar konuştu. Uykuya dalarken aslanların arasında avlanmaya çalışan insanlar geçti aklından.
Geçmişte insanların günümüze kıyasla çok daha zor koşullarda yaşadığı düşüncesi birçoğumuzda hakim olsa da bazı konularda çok da fazla yol alabildiğimizi söyleyemeyiz.
Bugün dünyadaki birçok ülkede haftada 40-45 saat çalışılıyor. Fazla mesailerle 70-80 saat çalışmak da çok anormal karşılanmıyor. Evden işe gelip giderken harcanan zaman da gün geçtikçe uzuyor. Buna rağmen dünya nüfusunun yüzde 10’u açlık sınırının altında yaşıyor. Çok hoşumuza giden son derece sağlıksız şeyler yiyerek şişmanlıktan şeker hastalığına çeşitli hastalıklarla beraber yaşamaya başladık. Her yıl salgın hastalık, savaş, trafik kazası, iş kazası, doğal felaket gibi sebeplerden milyonlarca insan ölüyor. Gündelik yaşamın stresi altında çoğumuz depresyona giriyor, bir kısmımız intihar ediyoruz.
Avcı-toplayıcı toplumlar
İnsanlık modern Homo sapiens’in (yani bizim) ilk ortaya çıktığı 200.000 yıl öncesinden beri (ve onun öncesindeki tüm öncüllerinin zamanında) küçük avcı-toplayıcı gruplar halinde yaşıyordu. Günümüzde çok az sayıda avcı-toplayıcı grup mevcut. Onlar da bizlerle girdikleri ilişki neticesinde değişmeye başlamış durumda. Ancak eski avcı-toplayıcıların yaşamı hakkında önemli ölçüde fikir verebiliyorlar. Örneğin, Kalahari Çölü’nde yaşayan bir topluluk haftada 35-45 saat toplayıcılık yapıyor. Bu sürenin önemli bir kısmı dinlenme molalarıyla geçiyor. Avcılar genellikle üç günde bir avlanıyor. Bu çalışmanın neticesinde elde edilen besinler bütün topluluğu beslemeye yeterli oluyor. Elbette arada bir aç da kalıyorlar. Ancak hiçbir zaman biriktirmiyorlar. Zorunlu işler dışındaki keyif işlerine bolca vakit ayırıyorlar. Mevsimlere uygun yiyeceklerle besleniyorlar. Genelde tek tip bir besin yerine oldukça çeşitli besin maddeleri tüketiyorlar. Bir bölgede felaketle karşılaştıklarında hızla yer değiştirip uyum sağlayabiliyorlar. Biyolojilerine uygun beslendikleri ve evcil hayvanları da olmadığı için günümüzdeki birçok hastalıktan muaflar. (Günümüzün en yaygın hastalıklarından pek çoğu 10.000 yıl önce yerleşik yaşama ve tarıma geçiş sonrasında, evcilleştirip birlikte yaşamaya başladığıımız hayvanlardan insana atlamış hastalıklar.) Ayrıca, 30-40 kişilik gruplar halinde yaşıyor olmaları da salgın hastalıkların yayılmasını engelliyor. Sanayi toplumlarındaki çoğu kişiden iyi yaşasalar da, yine de zor ve hata kabul etmeyen bir hayatları var. Zaman zaman açlık ve kıtlık çekiyorlar, çocuk ölümleri yüksek ve küçük sayılabilecek bir kaza ölüm sebebi olabiliyor. Ancak bugün yaşayan insanların ezici çoğunluğuna kıyasla cennette yaşıyor gibiler.
Peki ama birkaç yüz bin yıldır “cennette” yaşayan insanlık neden cenneti terk etti?
Günümüzden 10-12 bin yıl önce Ortadoğu’da bir bölgede buğday gibi bazı bitkilerin ataları bollaşmaya başladı. (Bugün en yaygın olarak kullanılan gernik buğdayının vahşi atası, DNA incelemelerine göre, Toros Dağları’nın eteklerinde yaşıyor.) Toplanılacak şeyler bittikçe yer değiştiren topluluklar için yeni bir durum söz konusuydu. Birkaç aylık bir çalışmayla bütün bir yıl yetecek kadar buğday toplayabiliyorlardı. Üstelik buğday saklamaya da elverişliydi. Biraz avlanıp biraz da diğer bitkilerden topladıklarında gayet zengin bir menüye sahip olabiliyorlardı.
Bu durumun bazı sonuçları oldu elbette. O zamana dek taşıyabilecekleri birkaç parça eşya haricinde hiçbir şeye sahip olmayan bu insanlar buğdayı depolamak zorundaydı. Buğday stoğunuz varsa orayı terk edemezsiniz. Kalıcı yerleşimler oluşturmaya başladılar. Gıda garantisi ile beraber göçebeliğin zorunluluklarının ortadan kalkması nüfusun artmasına sebep oldu. Tahminen MÖ 8000’lerde 1 milyon olan dünya nüfusu MÖ 6000’lerde 80 milyonu aştı. Kilometrekareye 2-3 kişinin düştüğü avcı-toplayıcı toplulukların yerini kilometrekarede 80-100 kişinin yaşadığı tarım toplumları almaya başladı.
Nüfusun artışı iklimdeki değişikliklerin insanları daha fazla etkilemesinin önünü açtı. Tarımın iklim değişikliklerinden daha az etkilenmesini sağlama çabalarının bir sonucu da sulu tarıma geçilmesi oldu. Sulu tarım kurak yıllarda bile ürün alınabilmesini, daha önce ekilip dikilemeyen bölgelerde bile tarım yapılabilmesini olanaklı hale getirerek ürün miktarının artmasını sağladı. Daha fazla üretebilmek daha fazla nüfusa bakabilmek anlamına geliyordu. Gerek nüfus artışı gerekse başka dışsal faktörler üretim araçlarının geliştirilmesi baskısını arttırınca daha fazla ürün ve daha fazla nüfus şeklinde bir kısır döngü ortaya çıktı. Bu süreç birkaç bin yıl alırken, dünyanın farklı yerlerinde farklı zamanlarda ortaya çıktı.
Avcı-toplayıcı toplumlarda günlük ortalama altı saat civarında olan çalışma saati giderek arttı. Eski az çalışan toplumun yerini yeninin çok çalışan, toplamda daha fazla üreten ama bireysel olarak daha fazla yokluk içinde yaşayan toplum aldı.
Sınıfların öncülleri
Tarımın yarattığı bolluk bir yandan nüfus yoğunluğunu arttırırken bir yandan da işi topluma besin sağlamaktan farklı olan insanların ortaya çıkmasına olanak sağladı. Artı ürün depolanınca, bunu korumak gerekiyordu: Metal işleyen zanaatkârlar ve onların işlediği metalleri kullanan askerler var oldu. Artı ürünü kontrol edenler, ölçüp biçenler, çoğalması için dua edenler ve doğa güçleriyle temas kuranlar var oldu. Kısacası, artı ürünün bir kez ortaya çıkmasıyla, bunun üretilmesine katkıda bulunmayan ama bundan pay alan kişiler (yani geleceğin sınıflarının öncülleri) ortaya çıktı. Ve böylesi toplumlar diğerlerine üstünlük sağladı. Bin yıllar içinde, gerek sayısal gerekse silah gücü olarak, dönemin yerleşik yaşayan “modern” toplumları avcı-toplayıcılara karşı üstünlük kurdu. Bugün bile hâlâ var olan avcı-toplayıcı topluluklar doğaya yabancılaşmış, gelinen aşamada her şeyi metalaştıran kapitalist toplumun yoğun baskısı altındalar. Varlıkları tamamen onların insafına kalmış durumda.
Buğdayın (ve evcilleştirilen diğer bitkilerin) olanaklarından daha fazla yararlanmak üzere yerleşik hayata geçmeye başlayan topluluklar geçmişte olduğu gibi karşılaştıkları zorlukların üstesinden gelebilmek için ürettikleri çözümlerin neticesinde günümüzdeki topluma kadar ulaştık. Artı ürün zamanla sınıfların ortaya çıkmasına sebep olurken, ilerlemenin motor gücü insanların ihtiyaçları olmaktan çıkıp sınıfların ihtiyaçları oldu. Egemen sınıfların artı ürüne el koymaları tüm gelişmelere rağmen insanların eskisinden daha konforlu bir hayat sürmesini engellese de üretim araçlarının bugünkü gelişmişlik düzeyi insanların en baştan beri arzuladıkları bu özlemlerini gerçekleştirebilmelerini de olanaklı hâle getirdi. Artık insanlığın sorunu doyacak kadar üretebilmek değil, çok daha fazlasını üretiyoruz. Sorun, neyi nasıl ürettiğimiz, kimin ne kadar pay aldığı.