Ahmet Eken
Mecburiyet
Stefan Zweig
İş Bankası Yayınları, 2017
Stefan Zweig, Dünün Dünyası adlı anılarında Birinci Dünya Savaşı ve kendi durumuyla, tavrıyla ilişkili olarak şöyle yazıyor: “Otuz iki yaşında olduğum halde, şimdilik herhangi bir askerî sorumluluğum yoktu. Çünkü yoklamalarda askerliğe elverişli bulunmamıştım… Kenara çekilmemin hiçbir yararı olmadı. İçinde bulunduğumuz ortam hâlâ çok rahatsız ediciydi. Pasif kalmanın, hiçbir şey yapmamanın yeterli olmadığını anlamıştım. Sonuç itibariyle ben bir yazardım ve en büyük gücüm kalemimdi, bu nedenle de sansür döneminin izin verdiği ölçüde düşüncelerimi ifade etme sorumluluğum vardı.” (Dünün Dünyası, Doğu Batı Yayınları, 2016). Ve yazar çok satan bir Alman gazetesine ilk yazısını yollayarak işe başlar. O günlerin bir özelliği de “sözün, bir güç ifade” ediyor oluşudur. “Propaganda denilen örgütlü yalan, bu gücü henüz daha” yok edememiştir. Zweig, savaşın sonuna kadar kalemini elinden bırakmaz, elinden geldiğince savaşın barbarlık olduğunu söylemeyi sürdürür. “Mecburiyet” adlı öyküsü Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde kaleme aldığı eserlerden bir tanesidir.
Ferdinand, savaş nedeniyle Avusturya’dan kaçarak İsviçre’ye sığınmış, Zürich yakınlarında bir köye yerleşmiş bir ressamdır. Her kaçağın yaşadığı bazı tedirginlikler dışında görünen bir sorunu yoktur. Ancak günlerden bir gün köyün postacısı ona resmî bir zarf getirir. İmza karşılığı teslim aldığı bu mektup bir çağrıdır: “M Bölge Komutanlığı’nın emriyle askerliğe elverişli(liğinin) tespiti için en geç 21 Mart’a kadar Bölge Komutanlığı’nın 8 nolu odasında tekrar muayeneye gelmesi” gerekmektedir. Askerî evrakı bu amaçla gideceği Zürich Konsolosluğu’ndan temin edebilecektir. Çağrı zaten tedirgin olan Ferdinand’ı alt üst eder. Karısı Paula’ya hemen bir şey söylemez, ancak kahvaltı ederken “her lokmada adeta boğulu(yor gibidir). Boğazından yukarıda acı bir şeyler, önce aşağıya inen sonra yine yukarıya çıkan acı bir şeyler” olduğunu hissetmektedir. Karısı huzursuzluğunu fark eder. Ve Ferdinand korktuğu çağrının geldiğini söyler. Ülkeden kaçmışlar, adreslerini gizlemişler, Zürich’te dolaşmamışlar, hatta gazete bile almamışlardır, ama yine de resmî yetkililer onları bulmuştur.
Karısının gidip gitmeyeceği sorusunu ressam, “Bilmiyorum, fakat gitmek zorundayım” şeklinde cevaplar. Paula ona zorunda olmadığını, ülke dışında olduğunu, onu yakalayamayacaklarını söyler.
Ferdinand’a gelen davetiye, ardından yaşadığı kararsızlık, karısının gidip teslim olmasına itirazı evin düzenini bozar. Kararsızlığı devam etse de ressam resmî makamların dediği doğrultuda hareket eder. Konsolosluk’ta veya muayene sürecinde lehine bazı gelişmelerin olabileceğini düşünmektedir.
Bu düşüncelerle Konsolosluğa gider, kendisini nazik bir şekilde karşılayan ataşe yardımcısı ona tüm evrakının tamam olduğunu, sadece celp emri ile sınırı geçebileceğini söyler. Suçlu bir çocuk gibi döndüğü evde bekleyen karısı ondan kendisi ile konuşmadan bir şey yapmayacağına dair söz ister ve sustuğunu görünce de şunları söyler: “Şimdi sadece kendi hayatınla değil, benim hayatımla da oynuyorsun. Mutluluğumuz için yıllarca uğraştık ve ben onu senin gibi devlete, cinayete, senin kibrine ve zayıflığına kurban etmeyeceğim, sonunda öldürmek olan hiçbir yasayı tanımıyorum. Herhangi bir makamın bana boyun eğdirmesine izin vermeyeceğim… Siz erkekler, hepiniz ideolojileriniz yüzünden çürümüşsünüz, sizler politika ve etki diyorsunuz, oysa biz kadınlar neyin ne olduğunu hissediyoruz.” Bugün vatanın cinayet ve esaret anlamına geldiğini söyleyen Paula, “Ya onlar ya ben” diyerek sözlerini bitirir.
Ferdinand çaresiz kalmıştır, onu bir yanda savaş ve vatanı ,öbür yanda karısı ve huzurlu günler beklemekledir. Doğduğu topraklardan, yakınlarından ayrı olmak, yepyeni sorunlarla mücadele etmek ona kâbus gibi gelmektedir. Karısının savaşa, esarete, barbarlığa karşı gösterdiği cesareti gösterecek gücü bir türlü kendinde bulamaz. Postacının çağrıyı getirmesiyle başlayan sıkıntılı günler birbirini izler.
Son tartışma tren istasyonunda yaşanır. Karısını göremeden evden ayrılan Ferdinand, onu istasyonda beklerken bulur. Kadın son bir şeyler yaparak kocasının Avusturya’ya dönüşünü engellemeye çalışacaktır. Hatta intihar etmekle bile tehdit eder, ancak ressam son anda trene biner ve arkasına bakmadan sınıra gelir. Burada inip ülkesine döneceği başka bir trene binecektir.
Beklerken karşı taraftan bir başka tren gelir. Gürültü, bir kalabalığın, İsviçre askerlerinin ve marşlarının eşliğinde yanaşır. Bunlar mübadele için getirilen yaralı askerlerdir. Kimi hafif kimi ağır yaralı bu insanlar ağır bir bedel ödedikten sonra ülkelerine dönmektedir. Bazıları sedyelerle taşınmaktadır. “Tüm bu felaket ve sefalet ete kemiğe bürünmüş(tür). Kollarını kaybetmişler, bir deri bir kemik kalmışlar, vücudunun yarısı yanmışlar, bir gençlikten geriye kalan bakımsız, tıraşsız, harap olmuş, yaşlanmış yüzler,” bir anda savaş gerçeğini Ferdinand’ın gözlerinin önüne getirir.
Zaten alak bullak olmuş kafası daha da beter olmuştur ki, o sırada “diğerlerinin dışında yalnız, başında bekleyeni olmayan bir sedye görür… unutulan bu yaralının yanına (gider). Dağınık, bakımsız sakalının altındaki yüzü bembeyaz(dır), yaralı kolu felçli gibi sedyeden sarkmakta(dır)… Sarkan kolu yavaşça acı içindeki göğsün üstüne kay(ar). Tam o sırada bu yabancı insan gözlerini (açar)… Sonsuz uzaklıktan, meçhul azaptan minnettarlıkla bir gülümseme (belirir) yüzünde” ve ferdinand’ı selamlar.
Ressamın beyninde bir şimşek çakar. “Bunu mu yapacaktı? O da insan onurunu böyle mi ezecekti? İnsan kardeşlerinin gözlerine böyle nefretle mi bakacaktı, kendi özgür iradesiyle bu büyük insanlık suçuna ortak mı olacaktı? Birden içinde gerçekliğin o büyük duygusu parlar ve göğsündeki makinayı parça(lar), mutlu ve kocaman bir özgülük yükselir içinde ve parçalayıp yok eder itaati.” içindeki her şey, “asla, asla” diye bağırmaktadır.
Cebindeki celbi çıkarıp yırtan ressam artık kendini çok daha iyi hissetmektedir. Akşamın geç saatlerinde evine döner. Kapıyı açan karısı hiçbir şey söylemez. Ferdinand da öyle. Yalnızca savaşa karşı küçük bir zafer kazanmışlardır.
Zweig’ın bu öyküsü 1920 yılında basılmış. Her ikisini de yaşamış biri olarak savaş ve sürgünü iyi bilen yazar, dönmesi halinde cepheye gönderilecek bir insanın ve karısının iç çatışmalarını anlatarak, savaşın insanların küçük dünyalarını ne hallere soktuğunu gösteriyor. Hikâyedeki bazı sahneleri okurken Dünün Dünyası‘nı hatırlamamak mümkün değil.
Sözün kısası: Barışsever yazardan güzel bir hikâye.