Figen Dayıcık
AZ
Hakan Günday
Doğan Kitap, 2011
Borges’e “Yazılarınızı dünyayı değiştirmek için mi yazıyorsunuz?” dendiğinde, “Çölde, bir avuç kumu alıp havaya savurduktan sonra, çölü ne kadar değiştirdiysem yazılarımla yaptığım da bundan öte değil” diyor. Hakan Günday da dünyayı az az değiştirmek için mi yola çıktı, bilemeyiz, ama kum tanesinin değiştirmesi kadar da olsa bir şeyleri değiştireceği kesin.
Her roman farklı hayatlara yolculuktur bir bakıma. Moby Dick ile okyanuslara yolculuk edersiniz, kâh Kaptan Ahab kâh Starbuck olursunuz, ama yolunuz denizdir. İnce Memet Çukurova’ya götürür sizi. Memet ile yol keser, Abdi Ağa’yla kötülük yaparsınız; yolunuz dağlardır, mahpustur. Suskunlar’la geçmişe yolculuk edersiniz, Eflatun’la tasavvufa dalarsınız, Cüce’yle ihanetin bedelini ödersiniz, yolunuz cinayetten geçer.
AZ ile çocukların dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarsınız. Bu yolculukta o kadar çok durağınız vardır ki, hangisinde duracağınızı bilemezsiniz. Derdâ ve Derda’dır demir attığınız kişiler. Sizi öyle bir yolculuğa sürüklerler ki Regaib ile korucu, Rahime ile çaresiz, Oğuz Atay’la anlaşılmayan, Bezir’le sadist, Stanley’le mazoşist oluverirsiniz. Yolunuz Yatırca, İngiltere, İstanbul, eroin, cinsellik, acı, gericilik, silah, kitap, iyilik, sevgi ve keşmekeşle kesilir. AZ’ın yazarı da Derdâ’nın ağzından yolculuk sırasında çok şey olduğunu bize, “Az dediğin küçük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış on binlerce kelime ve yüz binlerce cümle var” diyerek aktarmış.
Derdâ ile Derda adlı çocukların yaşamıyla kurgulanmış ve onların hayatlarında odaklanmış olan romanda onlarca hayat var. Onlarca hayat birilerine teğet geçiyor olabilir, birileri de o hayatlara tanıklık edebilir. AZ’da çok hayat var. Bilmediğimiz hayatlar. Vapurda, otobüste, minibüste, hastanede görüp şöyle bir baktığımız çarşafıyla sınırlı, sakalıyla sınırlı, deri ceketiyle sınırlı, hemşireliğiyle sınırlı, sattığı mendillerle sınırlı hayatlarla karşılaşırız. Birkaç cümledir kendimizin dışındaki insanlarla ilgili bildiklerimiz ve düşündüklerimiz. Şehir yaşamının koşturmacasında bir şeylere odaklanmakta güçlük çekeriz, ya anlıktır o insanlar hakkındaki düşüncelerimiz ya da hiç ilgimiz yoktur. Oysa AZ’da odaklanıyorsunuz dört duvar arasındaki Rahime’ye, Stick’deki Stanley’e, Hikmetçilerin Şeyhi Şıh Gazi’ye, hepsinden çok da Derdâ ve Derda’ya.
AZ sürükleyici bir roman. Rahat okuyorsunuz. Bir günde bitirmeniz bile mümkün. Bu tarz romanları okurken elime bir kalem alma ihtiyacı duymam, buna karşın sürükleyici olduğundan romanı da elimden bırakamam. Sabun köpüğü gibidir günlük ve altı çizilemeyen kitaplar. Çok çekici ama bir anda yok oluveren. AZ sizi önce konusuyla bağlıyor kendine. Ellili sayfalara gelene kadar önyargıyla, bu da o romanlardan biri, diyorsunuz. Elinizden bırakamama önyargısıyla devam ediyorsunuz. Yazarıyla ilgili okuduklarınız, önyargılı olma diyor size. Biraz ilerleyince önyargı yerini beğeniye, saygıya bırakıyor. Eliniz kaleme kendiliğinden gidiyor. İlk çizgilerimi 55’inci sayfada çekmeye başlamışım: “Nasıl anlayamıyorlar, diye düşündü Derdâ. Yanlarından geçiyorum. Buradayım, aralarında. Ama hiçbirinin umurunda değilim. Görmüyorlar bile beni. Hepsi de kör olmuş. Ya da bu çarşaf görünmezlik kumaşından…” Yabancılaşma, yok sayma, küçümseme, her şey var Derdâ gibi kara çarşafa bürünmüş kadına karşı. Bir bakıma Körlük diyebiliriz. Doğa katlediliyor, insanlar görmüyor; nükleer santraller yapılıyor, insanlar görmüyor; emek sömürüsü yapılıyor, insanlar görmüyor; kadınlar aşağılanıyor, insanlar görmüyor. Derdâ sessiz çığlıklar atıyor, duyulmuyor; üniversiteli gençlere haykırıyor, duyuramıyor.
AZ romanı için çağının tanığı diyebiliriz. Birçok kitap gibi… Birçokların içinde parlayan bir yıldız da diyebiliriz. Bin bir duygu, bin bir düşünce, bin bir insan… Gözünüz korkmasın, kurgu çok iyi, hiçbir şey birbirine karışmıyor. Birinci bölüm on bir yaşındaki kız çocuğu Yatırcalı Derdâ ile başlıyor; acılarıyla, üzüntüleriyle, hayal kırıklıklarıyla, mutluluğuyla devam eden bir yolculuk… İkinci bölüm yine on bir yaşında oyun ve çalışma alanı mezarlık olan erkek çocuğu Derda’la devam ediyor; onun korkularıyla, yalnızlığıyla, saldırganlığıyla, dinginliğiyle.
İki kahramanın yaşadıklarında yazar, sistemin korkunçluğunu, ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymuş. Özgürlük için seçtiği yol okura sert gelse de o şartlarda yapacağı başka bir şey yoktu Yatırcalı Derdâ’nın. Bir kurtuluş oyunu oynamaya başlamıştı, bu oyunda bir sahibe var, hayatı simgeliyor; bir köle var, insanı simgeliyor. Yazar, “Ve bütün insanlar hayat tarafından dövülür, nadiren de ödüllendirilirdi.” diyor. Bu oyunun araçları duvardaki deri ve metal aksesuarlar, yaşamda ise onların yerini kartvizitler, evrak çantaları, numarasız da olsa yakıştığı için takılan şeffaf camlı gözlükler, renkli lensler, radyasyon oranının yüksekliği, otuz yıl vadeyle alınan evler, bütün taksitli alışverişler, kanunlar, polis jopları, yedikçe kanser yapan gıdalar alıyor. Bir de Derda’nın yaşadıklarından süzülen müthiş değerlendirmesine bakalım yazarın: “Mezarlıklarda geçen korku filmlerini annelerine sarılarak izleyen çocuklarsa bin karanlık yılı uzaktaydı. Belki de ileride bir araya geleceklerdi. Duvarın içindekiler ve dışarıdakiler. Biri öğretmen, biri hademe olacaktı. Biri hâkim, biri mübaşir. Biri doktor, biri kan tüccarı…” Bu liste uzayıp gidiyor romanda. Biri Tayyar, biri Anne desek, yazarın saptamasını somutlaştırırız.
Aynı konuyu yüzlerce kitap yazacak, ancak zaman hangisinin kalıcı olacağını belirleyecek. Kalıcı olmak neye bağlı? Eserin işlediği konulara, geleceğe dair düşüncelerine, en önemlisi de üslubuna. Bu romanda en zayıf olan belki de üslup. İster istemez bu romanın sürpriz ismi Oğuz Atay’ın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Bilge Karasu’nun, Hasan Ali Toptaş’ın üslubu geliyor aklınıza. Yapma diyorsunuz, ama beyniniz sizi dinlemiyor. Hakan Günday kendini çok çabuk ele veren, hızlı okunabilen bir roman yazmış. Oysa yukarıdaki yazarları okurken dille boğuşuyorsunuz. Hatta bazı sayfaları, bazı bölümleri bir daha okursunuz. Aynı Derda gibi tam anlatamazsınız, ama yazılanlar içinize, kalbinize girmiştir, dokunmuştur. Onları arar durursunuz bu hız çağında. Aslında karşılaştırma yapmak biraz haksızlık Hakan Günday’a. Bir üslubu var, hem sıradan okuyucuyu çekecek hem iyi bir okuru cezbedecek. Tıpkı Shakespeare’in oyunları gibi. Yazarın kurduğu benzetmeler, metaforlar çok etkileyici.
Albert Camus’nün Yabancı’sıyla AZ bir yerde kesişiyor. Meursault birini öldürmüş (nedensiz bir öldürme olduğu için AZ’dan farklı) ve hapse girmiştir. Onun için olay, zaman, mekân, insan kavramı anlamını yitirmiştir, etrafını eylemsizlikle gözlüyor ya da gözlemiyor. Derda hücresinde tek başına yıllarını geçiriyor ve içerisi dışarısı yokmuş gibi eylemsiz bekliyor ya da beklemiyor. Küçük bir kesişme. Önemli. Derda, “Benim zaten gidecek bir yerim yoktu. Onun için beni dışarıda da bıraksan ben yine öyle gider, yirmi dört yıl bir yerde otururum” diyor. Derda, yabancı, sistemin insanlarına, sisteme, genel geçer her şeye yabancı, çünkü onun kalbi bir et parçası değil.
AZ sistemle sorunu olan herkesin unutamayacağı bir roman.