Ferhat Kentel
Tarihte her dönemin kendine özgü bir özgürlük anlayışı vardır. Bu, dönemin egemen ideolojisi ile doğrudan bağlıdır. Özgürlük, egemenlik ya da iktidar ilişkilerini doğallaştıran, egemenlerin yanı sıra, bizzat tahakküm altındakilerin de uyumunu sağlayan ideoloji ya da zihniyete “göre”dir.
Bu yazının temel iddiasını baştan dile getirecek olursak şunu söyleyebiliriz: Özgürlük belli bir dönemde egemen olan ve güçlülerin çıkarlarına uyum üreten mekanizmalarından kurtulmayı içerir. Örneğin köleci toplumdaysak, egemen ideoloji kölelerin “doğal” olarak köle kalmaları gerektiğini, kölelerin kaderinin efendilerinin iki dudağı arasında olduğunu, bunun da neredeyse bir kutsiyet taşıdığı fikrini içerir. Hatta bunları dile getirmeye bile gerek olmaz; “bu zaten böyledir”.
Dolayısıyla özgürlük, öncelikle güçlülerin yönetiminde ve kontrolunda ortaya çıkmış eşitsizlik ilişkisinin önce farkına varmak, bu ilişkinin doğal ve kutsal olmadığını ilan etmek ve devamında bu ilişkiden çıkmaktır.
Her ne kadar bazılarında açıkça “kutsal”a gönderme yapılsa da, hangi toplumların daha çok “kutsal” egemenlik ilişkileri içerdiğine karar vermek pek mümkün değildir. Firavunu ya da imparatoru “kutsal” bilen, daha doğrusu kendisini “tanrının gölgesi” olarak kutsal ilan eden hükümranlar ile onların kulları arasındaki ilişkinin “özgür” olduğunu ileri sürmek kuşkusuz imkânsızdır. Bir bakıma bu tip toplumlarda kölelik, bağımlılık doğrudan “dinselleşmiş” meşruiyet yollarıyla sağlanır.
Baskının ve güç ilişkisinin çok açık olduğu, ancak bu baskının “dinsellik” kılıfları altında görünmez olduğu toplumlarda, bizzat bu kutsal kılıf nedeniyle insanın kendi kapasitesine, özelliklerine yabancılaşması kaçınılmazdır.
Modern toplum ve özgürlük
Kapitalist sanayi toplumlarında güçlüler ve güçsüzler arasındaki ilişkinin de, her ne kadar herhangi bir dine gönderme yapmasa da, daha az kutsallık içerdiğini söyleyemeyiz. Daha önceki toplum yapıları ve üretim tarzları ile karşılaştırıldığında bu ilişki, Marx’ın tabiriyle, ilk defa aracısızlaşır; aradaki kutsallık bağları devreden çıkar ve insanın insan üzerindeki tahakkümü “çıplak” bir ilişkiye dönüşür. Kapitalist sanayi toplumlarında güçlüler kendilerini nadiren ilahî bir gücün temsilcileri olarak adlandırır. Ama bu, toplumlarda farklı sınıflar ve gruplar arasındaki ilişkinin “kutsallık” içermediği anlamına gelmez.
Bu aşamada, içinde din geçmeyen, ancak geçmiş dinlerin birikimlerini, inşa ettikleri zihin haritalarını güncelleyen, yeni iktidar ilişkilerine uyarlayan modern toplumlardaki kutsallık inşasına dair kısa bir hatırlama, günümüzde özgürlük anlayışımıza dair ipuçları verebilir.
Çok farklı tarihsel, sosyal ve ekonomik şartların bir araya geldiği Avrupa’da ortaya çıkan modernitenin çok süreçli, çok dinamikli, çok hikâyeli toplumlarında, modernist ideoloji altında, insanlar çeşitli kavram ve kurumlarla tanıştı. Ulus-devlet, akıl, rasyonalite, çıkarlar, birey gibi referanslar ulaşılması gereken “iyi”yi anlatırken, diğer yandan eski zamanlar, “eski rejim”, “akıldışılık”, gelenek, din gibi referanslar ya “kötü” ya da “aşılması gerekene” işaret etti.
Bu arada, farklı şekillerde ifade edilse ya da farklı içerikler kazansa da, belki de tüm insanlık tarihinin bitmez tükenmez meseleleri arasında farklı içerik ve görünümlerle yer alan“eşitlik” ve “özgürlük” referansları da modern toplumun tahayyülünü inşa sürecinde kilit kavramlar olarak öne çıktı.
Ancak bu kavramlar modern zamanlarda her ne kadar felsefî düzeyde çok zengin tartışmalara tanık olduysa da, modernitenin köşe taşlarından biri olarak, çok sınırlı bir içerikte hayat buldu. Bir yandan, eşitlik, özellikle ulus-devletin öznesi ve nesnesi olarak siyasal düzeyde yurttaşlığın tanımlanmasında soyut bir eşitliği kurarken, bu eşitliğin altındaki sosyal sınıf farkları gerçek bir “eşitlik” adına hiçbir zaman öne çıkarılmadı. Özgürlük de tek tek bireylerin özgürlüğü olarak kuruldu. Buna göre birey, özgürlüğünü kazanmak (ve eşit olmak) için mücadele etmeliydi. Gerekirse parti, dernek, sosyal hareket gibi moderniteye bizzat hayat veren kurum ve oluşumlarla güç ilişkisini kendi çıkarlarına göre değiştirmek için çaba göstermeliydi.
Ancak bu çabanın gösterileceği alan ya da saha zaten “eskinin” bittiği, gayrimeşru hale geldiği bir alandı. Meşruiyetin sınırlarını çizen dil, kazanan sınıfın, burjuvazinin kamusal alanında inşa olunan bir dildi. Burjuvazi, kendisinden önceki egemenler olarak aristokrasi ve ruhban sınıfının sahip olduğu kutsallıkları mücadele ederek kırdı. Yani yüzyıllardır süren ya da savaş ve güçle elde edilen ve ilâhi olanla örtüşen toprak mülkiyeti ile kutsallık üreten aristokrasiye ve kutsallığı Tanrı’nın yeryüzündeki temsilciliğine, Kilise’nin gücüne dayanan ruhban sınıfına karşı, burjuvazinin kendi gücünü tesis edeceği iktidar ilişkileri de hayatın her alanında vücut bulmaya başladı.
Hayatın her alanına yayılan iktidar ilişkileri içinde bazı kavram, kurum ve pratikler yeni bir kutsallığın bileşenleri oldu. “Piyasa”; bu piyasada varolabilmek için “güç”; “çıkarlar”; çıkarları maksimize etmek için, her türlü metafizik referansı gayrimeşru kılan “rasyonel” düşünce ve “inanılan” yeni bir kerte olarak “bilim”; “ilerleme” ve “kalkınma”; hayatın merkezine konan “üretim”, “çalışma” ve çalışmanın yürüyeceği “fabrika”; bütün bunların yeni kuşaklara aktarılacağı bir sosyalizasyon kurumu ve yeni bir “tapınak” olarak “okul” ve daha birçok mikro pratik bu yeni kutsallığı inşa eden bileşenlerdi.
Bu süreç uzun bir zamana yayıldı. Kapitalist sanayi toplumunun ve onun idealize edilmiş hâli olarak modernitenin ideolojisi çocuklara, işçilere, kadınlara, uzaklardaki “yerlilere” ulaştı. Eskinin köylüleri, modern toplumun yeni kentli insanları, “ışıklı ufuklara” yürüdüğüne inanan toplumun hem özneleri (yani bizzat aktörleri) hem de nesneleri (yani modern iktidarın uysallaştırdığı taşıyıcılar) oldular. Gündelik hayat pratiklerinde, parça parça, yavaş yavaş, bazen çok radikal önlemlerle (“öğretmen sınıftan içeri girdiğinde ayağa kalkılacak”, “deliler tımarhaneye kapatılacak), bazen de mikroskopik, ince denetleme ve kontrol teknikleriyle (“kocakarı ilaçlarına değil, modern tıp bilimine güvenmek gerekir”, “çocukları okula göndermek aydınlanmak için gereklidir”) iktidarın ruhu içselleştirildi ve yeni zamanların “inanç” sistemi ortaya çıktı.
Bu inanç sistemi de, bütün inanma süreçlerinde olduğu gibi, tekrarlayarak, ritüellerle, aktarımlarla, referanslarla, bilgiyi, dolayısıyla gücü, güç savaşlarını ve iktidarı üreterek gerçekleşti. Piyasanın anahtar kavramlar arasında yer aldığı bir ortamda, güce sahip olamayanların varolmaları mümkün değildi. “Akıllı” ve “uyumlu” olmayanların, yeteri kadar sermaye biriktiremeyenlerin hayatta kalması mümkün olamayacaktı.
Piyasayı ve piyasalaşmış bir toplumdaki eşitsiz güç ilişkilerini mutlak ve doğal kabul eden “kapitalist inanç sistemi”ne göre, bir yandan, insanların doğuştan eşitsiz ortamlara düşmüş olabilmesi söylem dışıydı; diğer yandan, piyasa dışında, mesela yardımlaşmacı, dayanışmacı bir varoluş hâli olabileceğini düşünmek de mümkün değildi. Dolayısıyla, modernliğin tornasının uzandığı her yerin insanları var olmak için “güçlü” olmak gerektiğine inandı.
Marx’a göre her dönemin egemen sınıflarının fikirleri “egemen fikirler”dir. Bunun tersi daha da anlamlıdır; her dönemde egemen olan fikirler, yani gayet “doğal” olarak, herkesin öyle düşündüğünü bildiğimiz ve dolayısıyla bizim de kendi fikrimiz zannettiğimiz fikirler gerçekte egemen sınıfların fikirleridir. Buna göre, modern toplumlarda insanlar yukarıda sözünü ettiğimiz güç ilişkilerine ve bu ilişkilerden üreyen bütün türevlerin normal olduğuna, başka türlü olamayacağına “kutsal” bir biçimde inanır.
Dolayısıyla, modern zamanların çok güçlü bir şekilde ürettiği ve kutsallaşan inanç sistemi altında birey olarak inşa olmak, çok güçlü bir özgürlük retoriği geliştirmiş olsa da, temel olarak, çok güçlü bir yabancılaşmayı da beraberinde getirmiştir. Henri Lefebvre’in formüle ettiği şekilde söylersek, her şeyden önce insan ikiye bölünmüş; bütünlüğü bozulmuştur. İnsanlık tarihi ikiye bölünmüş; insanın geçmişle bağlantısı kopmuştur. Akıl ve beden; akıl ve kalp; rasyonel ve irrasyonel; maddî hayat ve kültür; sınıf ve kültürel kimlik, kısacası insanı anlamlı kılan çok referanslı bir dünyanın bir kısmı gayrimeşru bir düzeye itilmiştir. Lefebvre’e göre, özgürlük tam da bu ikiye ayrışmışlığı aşmak ve bütünlüğü yani “total insan”ı kurmaktır.
Ancak, bu yönde verilecek mücadele çeşitli önkoşullar da içermektedir. Demokrasinin sınırlandığı, rejimin insanlar üzerinde sert önlemlerle otoriter ya da diktatoryal biçimler aldığı ya da daha da ötesine geçerek totaliter bir tahakküme dönüştüğü durumlarda, modern kapitalist toplumun sunduğu özgürlük mücadelesinin sonuç alması neredeyse imkânsızdır. Burada bir bakıma bir kısır döngü ya da karşılıklı beslenme söz konusudur. Modern bir toplumda özgürlüklerin gelişmesi için demokrasiye; demokrasinin gelişmesi için de özgürlükler için mücadele eden insanlara, başka bir ifadeyle toplumsal hareketlere ihtiyaç vardır. Ve ancak asgari bir demokrasi olduğu takdirde sosyal hareketler kendilerini ifade edebilecekleri bir zemin bulabilir. Bu zemin olmadığı takdirde, toplumsal hareketlerin hızla şiddet hareketlerine dönüşmesi, bizzat kendilerinin totaliter mekanizmaları üretmesi de sık karşılaşılan durumlardandır.
Öte yandan, hem demokrasinin hem de özgürlükler için mücadele eden toplumsal hareketlerin gelişmesi, toplumun kendi üzerine düşünme kapasitesine, bir başka ifadeyle, toplumdaki sosyal düşüncenin derinliğine bağlıdır. Kendi arasında bile konuşamayan, sadece güç ilişkileri içinde yürüyen bireylerin, kendi yürüyüşlerini anlamlandıracak ve üzerine düşünecek yeteneği erozyona uğramış demektir ve bu erozyon o toplumun entelektüel kapasitesinin de erozyona uğraması anlamına gelecektir.
1. Sonuç: Özgürlük içimizde
Buraya kadar yazılanlar eşliğinde özgürlüğü daha bireysel düzeyde ele alarak, özgürlük mücadelesinde bireye özel bir yer vererek bir sonuç çıkarabiliriz. Buradaki esas husus, özgürlük bilincinin farkına varmak ve buna uygun olarak hareket etmektir. Ancak bu bilincin gerçekleşmiş olması her durumda aynı mücadelenin verileceği anlamına gelmez. İçinde yaşanılan toplumsal yapıların ya da egemenlik ilişkilerinin taşıdığı demokrasi veya otoriterlik/totalitarizm dozuna, aynı zamanda özgürlük isteyenlerin gücüne bağlı olarak, özgürlük için verilen mücadele değişir. Benzer bir biçimde, başkalarına değebilmenin ve dolayısıyla yabancılaşma zincirini kırmanın imkânları da değişir.
Bir hadisten esinlenerek söylersek, özgürlük talep edenlerin gücü, baskı ve haksızlık karşısında durabiliyorsa, verilecek mücadele öncelikle doğrudan haksızlığı gidermek, özgürlüğü elde etmektir. İkinci bir düzeyde, eğer bu güç özgürlüğü getirebilecek kadar yeterli değilse, yapılması gereken özgürlük ve adaletin sözünü dile getirmektir. Son aşamada eğer baskı çok, buna karşılık özgürlük talep edenlerin gücü zayıfsa, özgürlüğü fikir olarak yaşamak, farkındalığı sürekli kılmak asıldır. Çünkü önemli olan hayatta kalmaktır ve özgürlük fikrinin kalpte bile olsa yaşamasına imkân sağlamaktır. Özgürlük, öncelikle eşitsizlik ilişkisinin farkına varmak, bu ilişkinin doğal ve kutsal olmadığını ilan etmek ve devamında bu ilişkiden çıkmaktır.
2. Sonuç: Özgürlük başkasında
Birinci sonuçta dile getirilen özgürlük mücadelesi, Marx’ın tahlil ettiği ve yorumladığı kapitalist modern toplumlardaki bir özgürlük mücadelesi çerçevesinde de ele alınabilir. Sanayi toplumundan ziyade kapitalist toplumu sorgulayan Marx’a göre, mutlak özgürlük, ancak burjuvaziden daha rasyonel olan işçi sınıfının iktidarında gerçekleşecektir. Bu hâliyle, Marx’a göre “özgürlük” talebi, modern rasyonaliteyi sorgulamaz ve bu yüzden Marx sonuna kadar moderndir.
Ancak Marx’ın analizinde çok önemli bir yer tutan “yabancılaşma” kavramı, özgürlük tartışması için de anahtar niteliğindedir. Yani insanın üretimine, işyerinde meslektaşına, kendi kapasitelerine yabancılaşan insan, ancak aynı koşulları paylaşan insanlarla bir “sınıf bilinci” geliştirebildiği takdirde özgürlük ve adalet yolunda adım atabilir.
Bu yabancılaşma tanımından esinlenerek ve yukarıdaki eleştirel modern toplum okumasına bağlı olarak şu söylenebilir: İçinde yaşanılan dünyada yabancılaşma sadece üretime bağlı değil, hayatın bütün alanlarında gerçekleştiği için, gerçek bir özgürlük, yeni karşısında eskiye, ulus karşısında cemaatlere, sınıf karşısında kültürel kimliğe, makro kurguların soğukluğuna karşı gündelik hayatın sıcaklığına, makro siyaset karşısında gündelik hayatın siyasetine karşı yaşanan yabancılaşmayı da kırmakla ve bunların birini atmakla değil; iki taraf arasında köprüler kurmakla mümkün olur.
Modern demokrasilerdeki “özgürlük mücadelesinden” farklı olarak, çok daha çoğul bir özgürlük, ancak varolan egemenlik ilişkilerinin getirdiği bütün bu yabancılaşma süreçlerine karşı gerçekleşebilir. Çünkü özgürlük için verilecek bir mücadelenin önündeki en önemli engel, yukarıda sözünü ettiğimiz modern-kapitalist üretim ve tüketim zincirini yeniden üreten “egemen” ideolojik ortamdır. Dindarından sekülerine herkesin ilerlemenin, kalkınmanın, maddî çıkarlar etrafında, güç ilişkileri içinde örgütlenen bir hayatın parçası olduğu durumda, insanın dağılan parçalarını toplaması hiç kolay değildir. Çünkü, kuşkusuz bir yandan modern hayatla hemhâl olan, diğer yandan ancak ehlileşmiş kültürel referanslarıyla varolan bireylerin başkalarının kültürlerini görebilme kapasitesi neredeyse imkânsız hale gelmiştir.
Özgürlüğün iki boyutu burada karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, insanın kendinde varolan hasletlere karşı olan yabancılaşmayı aşması; ikincisi ise başkalarına karşı yaşadığı yabancılaşmayı aşmasıdır. Bu iki boyut birbirine bağlıdır; insanın kendinde ayrışan parçaları birleştirmesi, ancak başkaları ile arasındaki köprüleri yeniden inşa etmesi ile mümkündür. Bu “yeni rejim”le hemhâl olanın “eski”yle hemhâl olanla; seküler olanın dindarla; rasyonel olanın irrasyonel ya da metafizik olanla; Türk’ün Kürt ile; Müslüman’ın Müslüman olmayanla; sınıfın kültürel kimlikle karşılaşması ve muhabbet etmesi demektir. Bu karşılaşma insanın kendi aklı ve kalbi arasında koparılmış ilişkinin de yeniden tesis edilmesi anlamına gelecektir. Bu nedenle, “özgürlük” tek başına bireyin meselesi değil, ancak birlikte olunca “varolabilen” insanların meselesidir. Bu birliktelik ise aynılaşmak değil, kendi çoğulluğunu keşfetmesini sağlayan farklı başkalarıyla anlamlı olan bir birlikteliktir.
Son olarak, bu iki sonucu şöyle birleştirebiliriz:
Michel Foucault’nun, modern iktidarın kutsallaştırarak ürettiği “iktidar” üzerine 20. yüzyılda yaptığı ve iktidarı her yerde gösteren analize göre, totaliter düşünce ve yapılar bütün toplumu kuşatmış olsa bile, direniş de her yerdedir ve bu nedenle özgürlük mümkündür. Ancak özgürlüğü ve dilini somut olarak kurmak için, modern toplumun ve onun teknolojilerinin inşa ettiği kimliklerin, dolayısıyla hakim söylemin dışına çıkmak gerekir.
Öte yandan, Foucault’nun bilerek ya da bilmeyerek adeta gönderme yaptığı “kutsal” kaynak 1400 yıl önce, egemen söylemin gücüne teslim olmayan bir “azınlığın” ortalamadan çıkabilme kapasitesine işaret ediyordu:
“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.” (Enam Suresi, 116. Ayet).