Amerikan Deniz Piyadeleri Komutanı Robert Neller 2017’nin son günlerinde “Umarım yanılıyorumdur, ancak savaş yaklaşıyor” diyerek Amerikan denizcilerinin savaşa hazır olması gerektiğini söyledi. Neller, gelecek çatışmanın odak noktasının Pasifik ve Rusya olmasını beklediğini ifade etti.
Neller’ın bu açıklaması tamamen dayanaksız değildi. Bu açıklamayı yapmasından birkaç gün önce, 18 Aralık’ta Amerika, Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ni açıkladı. Amerika’da ulusal güvenlik strateji belgeleri kanun değil, ancak Afganistan ve Irak işgallerini hatırlayanlar, Bush’un 2002 ulusal güvenlik stratejisi belgesinin bu işgallerin habercisi olduğunu da hatırlayacaktır.
Trump’ın Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi’nin odak noktasını, ülkenin giderek zayıflayan ekonomik gücünü telafi etmek için Amerika’nın yeniden güçlendirilmesi ve dünya üzerindeki hegemonyasını yeniden tesis etmesi oluşturuyor. Trump belgeyi açıkladığı konuşmasına, “Amerika geri geliyor, Amerika güçlü şekilde geri geliyor” diyerek başladı ve önceki Amerikan yönetimlerini ülkenin çıkarlarını yeterince korumamakla suçladı. İran’la varılan nükleer anlaşmayı bir kez daha eleştirdi ve Kuzey Kore tehdidinin geçmişte göz ardı edildiğini söyledi.
Belge, Çin’in Avrupa, Hint-Pasifik coğrafyası ve Afrika’da etkisini artırmaya başladığını, Rusya ile birlikte hareket edip Amerika’nın yerini almaya çalıştığını, Amerika’nın jeopolitik avantajlarına rakip olduğunu ve uluslararası düzeni kendi lehine değiştirmeye çalıştığını ileri sürüyor. Belgede, “büyük güçler arasında yeniden bir rekabet var” deniyor ve Çin ve Rusya, Amerika’nın hakimiyetine meydan okuyan “revizyonist” güçler ve olarak tanımlanıyor. Ayrıca Çin’in ekonomik büyümesinden bir ulusal güvenlik tehdidi olarak söz ediliyor. Ve tüm bunlara karşı Amerika’yı güçlendirme, egemenlik, güvenlik, ekonomik kayıpları geri kazanma, Çin ve Rusya’yı bastırma yeni dönemin stratejik adımları olarak tarif ediliyor.
“Akıl hastası, bunak Amerikalı”
Amerika’nın yeni ulusal güvenlik stratejisinde ifade edilen bu küresel fotoğraf sadece bir gelecek tahmini değil; içinden geçtiğimiz günlerde bu küresel gerilimi yaşıyoruz. Savaş beklentisi artık sadece distopik bir hikâye olmaktan çıktı. Özellikle Trump ve Kuzey Kore lideri Kim Jong-un arasındaki atışmada karşılıklı savaş tehdidi sürekli gündemde tutuluyor:
Trump, 2017 Eylül ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada, “Amerika güçlü ve sabırlıdır, ama kendimizi korumak zorunda bırakılırsak Kuzey Kore’yi yok etmekten başka seçeneğimiz kalmaz. Roket Adam kendisi ve rejim için intihar görevinde. Amerika hazır, istekli ve muktedir, ama buna gerek kalmayacağını umuyoruz” dedi.
Kim, Trump’la ilgili şu sözleri kullandı: “Akıl hastası, bunak Amerikalıyı ateşle terbiye edeceğim.” Trump da buna, “Halkını açıkça açlığa mahkûm eden ve öldüren bir deli olan Kuzey Koreli Kim Jong-un tahmin edemeyeceği bir şekilde test edilecek” diyerek yanıt verdi.
Kuzey Kore, Amerika ve nükleer silahlar
Bu gerilimin merkezinde, görünürde, Kuzey Kore’nin art arda gerçekleştirdiği nükleer füze denemeleri yatıyor. Kuzey Kore bugüne kadarki en büyük nükleer denemesini 3 Eylül’de ve bu yılki ikinci balistik füze denemesini de 15 Eylül’de yaptı. Bu denemeler Kuzey Kore’nin Amerika toprakları da dahil olmak üzere binlerce kilometre uzaklıktaki hedefleri vurma potansiyeli olduğunu gösterdi.
Bu arada, Kuzey Kore’nin nükleer silah denemelerine bu kadar şiddetle karşı çıkan Amerika’da nükleer silah sayısının yaklaşık 6.400 adet olduğunu ve bunlardan 2.000 tanesinin hemen ateşlenmeye hazır halde bekletildiğini hatırlamakta fayda var. Trump bu sayıyı yeterli görmüyor olacak ki, 2017 Şubat ayında yaptığı açıklamada Amerika’nın nükleer silah kapasitesini artırması gerektiğini söyledi. ABD Kongresi Bütçe Ofisi, Kasım 2017’de yayınladığı raporda, 2017-2046 yıllarında ülkenin nükleer kapasitesinin tam modernizasyonu için 1,2 trilyon dolar harcama öngördüğünü açıkladı. Üstelik Amerika, bugüne kadar dünyada nükleer silahlarını kullanmış olan tek ülke.
Aslında Trump bugüne kadar diğer ABD başkanlarının yaptığından farklı bir şey yapmıyor. Tıpkı 1962’de Küba ile yaşanan füze krizinde Kennedy’nin ve 1980’ler boyunca devam eden Soğuk Savaş sırasında Reagan’ın yaptığı gibi, gerilimi tırmandırma politikası izliyor, güç gösterisi yapıyor ve kararlı olduğunu gösteriyor. Trump’ın diğer ABD başkanlarından biraz daha farklı olmasının ve bütün dünyayı daha çok endişelendirmesinin sebebi, diğerlerine göre daha öngörülemez olması ve tıpkı Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan ettiği zaman ifade ettiği gibi “Ben, diğer başkanlardan farklı olarak, verdiğim sözü tutarım” iddiasına sahip olması.
Nükleer bombayı ateşleyen düğmeye kim basabilir?
Dünyada nükleer silahlanmanın tarihi ve uluslararası ilişkilerdeki yeri bir başka yazının konusu olabilir, ancak şu kadarını söylemek yeterli olacaktır: Dünyadaki güç bloklarının karşılıklı olarak birbirlerine güç gösterisi yapma eğiliminin yeniden yükselişe geçtiği, diplomasi ve barışçıl yaklaşımların yerini almaya başladığı günümüz dünyasında nükleer silahlar, sahip oldukları imha kapasitesi açısından gerçekten güç gösterisi yapmak için eşsiz silahlar. Bilim insanlarının yaptığı modelleme çalışmalarına göre, örneğin New York limanının üzerinde gerçekleşecek 12,5 kilotonluk bir nükleer patlama anında yaklaşık 200 bin kişiyi öldürecektir. Patlamanın ardından ortaya çıkacak radyasyon, iklim üzerindeki etki, kıtlık gibi sonuçların etkisiyle, bu sayısı milyonları bulacaktır.
Tüm bunların üzerine bugünlerde en çok sorulan soruyu tekrarlayacak olursak; bu silahlar kullanılabilir mi? Eğer Trump gerçekten bu konuda da verdiği sözü tutmaya kalkar ve Kuzey Kore’yi nükleer bomba kullanarak dünya haritasından silmeye yeltenirse, o bombayı ateşleyen düğmeye basma emrini kim verebilir? Mantıklı ve sağduyulu olduklarını ve zaten bu nedenle seçildiklerini varsaydığımız liderlerin aslında böyle olmayabileceklerine sık sık tanık olduğumuz bugünlerde, Trump’ı böyle bir emri vermekten alıkoyabilecek bir şey var mı? Bu soruların yanıtları pek iç açıcı değil! Eğer Trump Kuzey Kore’ye nükleer bomba fırlatmaya kalkarsa, bu emri verebilecek tek kişi sadece ve yalnızca yine Trump. Ve son sorunun yanıtı ise; hayır, kendisinin bu kararını denetleyen hiçbir mekanizma yok.
ABD başkanları ve nükleer karar süreci[1]
Amerika’nın nükleer karar süreci, nükleer bombayı askeriyeden uzak tutmak isteyen Başkan Truman tarafından oluşturuldu. Bu mekanizmayı oluştururken Truman’ın amacı, nükleer silahları kullanma konusunda daha pervasız davranacağını düşündüğü ordu ile sivil bir otorite olan ve yürütme gücünü elinde bulunduran Başkan arasında bir denge oluşturmaktı. Rivayetlere göre, İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer bomba kullanılması emrini verirken Truman, Hiroşima’nın bir askerî üs olduğu ve sadece askerlerin öleceği konusunda ikna edilmişti, ancak bombanın kullanılmasıyla ortaya çıkan sonuç kendisini endişelendirmişti. Üstelik Amerikan ordusu Nagazaki’den sonra da Japonya’ya daha fazla nükleer bomba atmaya hazırlanmış, Truman bu emirleri iptal etmişti. Sonuçta Truman, bombanın ‘çekirdek’ olarak bilinen kısmının Atom Enerjisi Komisyonu’nda, nükleer olmayan kısmının ise ordunun elinde bulunduğu ve bu iki parçanın ancak Başkan’ın emriyle bir araya getirilebildiği bir mekanizma oluşturdu.
Truman’dan bu yana Başkan ve ordu arasındaki güç dengesinde bir dizi değişim yaşandı. Kendisi de bir general olan Eisenhower döneminde Amerika’nın nükleer cephaneliğinin yüzde 90’ı orduya devredildi, dolayısıyla artık bir nükleer bombayı oluşturan iki parça birbirinden ayrılmaz hâle getirildi. Eisenhower’ın nükleer silahların kullanılmasını bu kadar kolaylaştırmasından endişe duyan Kennedy ise, bir dizi kilit ve koddan oluşan karmaşık güvenlik önlemleri içeren yeni bir kontrol sistemi geliştirdi.
Buna göre bir Başkan’ın nükleer silah ateşleme emri vermesi için tek yapması gereken bir düğmeye basarak Pentagon’a bu emri ve kimliğini doğrulayan kodu iletmesi. Ardından Pentagon sadece bir tweet uzunluğundaki bu emri gerekli birimlere iletecek, görev yerlerinde bekleyen askerlerin bu emri yerine getirmesi ise sadece 5 dakika alacak (eğer ateşleme denizaltından yapılıyorsa bu süre 15 dakika). Bunu yaparken Başkan’ın kimseye danışması gerekmeyecek ya da sistemde onu durduracak veya bir saniye daha düşünmeye itecek hiçbir denge ve denetim mekanizması bulunmuyor.
Bu arada Eisenhower’ın bazı üst düzey komutanları da bu emir-komuta zincirine dahil ettiğine dair iddialar var, ancak ABD bu iddiaları resmî olarak reddediyor ve nükleer saldırı başlatma emrini vermenin sadece Başkan’a ait olduğunu söylüyor. Kaldı ki, diyelim ki üç tane daha üst düzey komutanın onayı gerekse bile, bu, başkanın yanı sıra hiçbir denge ve denetim mekanizmasına dahil olmadan nükleer saldırı başlatma konusunda karar verme yetkisine sahip üç kişi daha olduğu anlamına gelir.
Adam Shatz, The President and the Bomb (Başkan ve Bomba) adlı makalesinde Trump’ın çevresindeki üst düzey komutanları ve böylesi bir durumda tutumlarının ne olabileceğini şöyle anlatıyor:
“Peki, ya emir komuta zincirinde ikinci sırada yer alan Savunma Bakanı James Mattis ya da emir-komuta zinciri içinde yer almayan ancak olası bir saldırı durumda danışılacak kişi olan Genelkurmay Başkanı John Kelly? Amerikan ordusunun eski bir mensubu olan Andrew Bacevich, kendisine bu soruyu sorduğumda, bunların “Evet efendim” diyerek büyüyen insanlar olduğunu söyledi. Genellikle generallerin güç kullanma konusunda sivillerden daha ihtiyatlı oldukları çünkü savaşın ne demek olduğunu bildikleri iddia edilir, ancak Bacevich bu iddiaya karşı şöyle diyor; ‘Şu anda savaşmaktan başka hiçbir şey bilmeyen generallere sahibiz’. Yaklaşık yarım yüzyıl önce, güç kullanmanın ancak son çare olduğu fikri yaygındı; şimdi bu fikir artık yok. Şu anda Soğuk Savaş döneminde var olandan daha farklı bir ulusal güvenlik anlayışı var ve bu anlayış, daha geniş çaplı güç kullanımı söz konusu olduğunda, buna engel olacak şeyleri en aza indirebilir.”
Üstelik Shatz’ın aynı makalede belirttiği gibi, bu sadece askerlere ait bir tutum değil.
“Demokrat Parti’liler de –başkanlar ya da olası başkanlar– ‘bütün seçenekleri masada tutma’ konusunda en az Trump kadar istekliler. Obama, 2008 başkanlık seçimleri sırasındaki bir konuşmasında Pakistan’a karşı nükleer silah kullanmayı düşünmediğini söylediğinde Hillary Clinton onu azarlayarak şöyle demişti: ‘Nükleer silah kullanma ya da kullanmama konusunda bir başkanın böyle genel açıklamalar yapmasının doğru olmadığını düşünüyorum.’ Düşmanı (ya da Pakistan söz konusu olduğunda, dost gibi görünen düşmanı) ortadan kaldırma hakkı, hiçbir Amerikan liderinin feragat etmeyi göze alamayacağı bir haktır.”
Yine Shatz’ın aktardığına göre, geçtiğimiz Ekim ayının sonunda Massachusetts senatörü Ed Markey ve Michigan’dan Kongre üyesi John Conyers, Trump’ın tek başına Kuzey Kore’ye saldırı kararı vermesini engelleyen bir kanun tasarısı sundu. Tasarıyı 535 üyeden sadece 62’si destekledi!
Trump gibi dürtüleriyle hareket eden, üstelik başı birçok konuda dertte olan ve bu nedenle kamuoyunun dikkatini başka yönlere çekme ihtiyacı duyan bir Başkan söz konusu olduğunda hepimizin endişeleri daha da artıyor. Ancak asıl dehşet verici olan, Trump söz konusu olduğunda, bu silahları kullanma emrinin sadece ve sadece onda olmasının bir sapma değil, tam tersine, ‘normal durum’ olması.
Shatz’ın da dediği gibi, Trump’tan kurtulduğumuzda tüm bu sorunlardan da kurtulacağımız fikri insanı gerçekten rahatlatıyor ve çok da haksız bir rahatlama değil bu. Ancak bir nükleer bombanın fırlatılması ile ilgili karar süreci bize Trump dışında iki çok önemli sorunu daha gösteriyor: Birincisi, günümüzün demokratik rejimleri arasında olduğu iddia edilen Amerika’da bile nükleer silah kullanmaya niyetli bir lideri durduracak bir mekanizma ya da güç bulunmuyor. İkincisi, ulusal güvenlik konsepti üzerine kurulu devlet yönetme anlayışının en başta gelen sonuçlarından biri militarizmin güçlenmesi oluyor. Dolayısıyla bir yandan Trump tabii ki sorun, ama diğer yandan asıl sorunumuz ondan daha büyük: Bizzat sistemin kendisi.
Trump
elbette durdurulamaz değil; başta Amerika’nın mevcut yönetimin iç çelişkileri ve
zaman zaman patlak veren kitlesel protesto hareketleri olmak üzere Trump’ı
canının istediğini yapmaktan alıkoyacak mekanizmalar var. Ancak yine de
Shatz’ın Bacevich’ten aktardığı soruyu sorarak bitirelim: Bütün gezegeni havayı
uçurma yetkisine sahip olan ve kendisi de mükemmel bir insan olmayan bir kişiye
neden güvenelim?
[1] Adam Schatz, “The president and the bomb”, London Review of Books, 16 Kasım 2017, cilt 39, sayı 22.