Turgay Fişekçi
Marx’ın öteki düşünce insanlarından temel farkı, “Filozoflar dünyayı yalnızca farklı biçimlerde yorumladılar. Oysa, asıl olan onu değiştirmektir” ünlü sözünde dile gelen düşünce eylem birliğini dile getirmesi ve ardından da bu yolda insanlığın yaşadığı önemli deneylerdir.
Ekonomi ya da felsefe öğrenimi görmemiş, bu alanlarda bir düşünce birikimi olmayan insanların, yalnızca dünyayı değiştirme düşüncesiyle Marx’ı okumaları pek de verimli sonuçlar doğurabilecek bir davranış değildir. Evet, Komünist Manifesto’yu okumak, insanları yaşadıkları dünyaya ilişkin bilinçlendirebilir ama sonrası… Ekonominin, toplumsal yapıların ve dahası insan bireyinin sonsuzluğunda kaybolmadan dünyayı değiştirecek bir eyleme nasıl girişilebilir?
Kendi adıma, Marx’ın Kapital gibi temel kitaplarını okumaya hiç yanaşmadım. Ama Marx’tan dünyanın ve insanın değişebilir, değiştirilebilir olduğunu, insanlığın ekonomik gelişmişlik düzeyinin yeryüzünde yaşayan herkes için refah, mutluluk, özgürlük, adalet, barış sağlamaya yeterli olduğunu, bunun için bireysel girişimlerden çok, kamu gücünün düzenleyici ve belirleyici olmasını gerektiğini öğrendim.
İnsan mutluluğuna katkı
Marx’ın en sevdiği sözün, “İnsanım, insana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir!” olması, Marx’ın düşüncesinin temelinin en geniş anlamda insan mutluluğu olduğunu öğretti bana.
Böyle bakınca 20. yüzyıldaki sosyalist uygulamaların ne kadar Marx’ın düşüncesine yakın olduğu da tartışma götürür. Daha açık söylersek, insan mutluluğunun olduğu yerde Marx’ın düşüncesi vardır, mutsuzlukla Marx’ı yan yana koyamayız.
Edebiyata da böyle bakıyorum. En geniş anlamda insan mutluluğuna katkıda bulunan yazarlar bence Marx’ın düşüncesi yolundadır.
Marx’ın düşüncelerini kalıplar olarak görüp, yapıtlarında bunları dogmalar olarak yineleyen edebiyatçıları ise bu yolda görebilmek olanaksızdır.
Sait Faik, sanırım Marx’ı hiç okumamıştır, büyük olasılıkla Orhan Veli de… Ama bu iki büyük sanatçı, yapıtlarıyla öyle dünyalar kurmuşlardır ki, dünya durdukça insanlara güzellikler sunmayı, onları mutlu etmeyi, onlara hayatı anlatmayı sürdüreceklerdir.
Buna karşılık Marx’ı okuduğunu sandığımız Kemal Tahir’in bu düşünceden yola çıkıp Osmanlı düzenini savunan bir düşünceye ulaşması inanılır gibi değildir.
1950’lerde Türk şiirine önemli yenilikler getiren çıkışları gerçekleştiren İkinci Yeni şairlerinin, 1961’de Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) kurulmasıyla büyük ölçüde bu parti çizgisinde olduklarının ortaya çıkması da anlamlıdır.
Elbette, edebiyatımızın en büyük Marx’çısı Nâzım Hikmet’tir. Moskova’da 1922-25 arası Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde eğitim görmüştür. Okulda Marx’çılığın eğitimini alırken sokakta, dünyanın ilk sosyalist devriminin açtığı özgürlük ortamında gelişen şiiri, tiyatroyu, sinemayı, mimarlığı görmüştür. Dünya tarihi boyunca bir insanın başına gelebilecek en güzel şey gelmiştir Nâzım’ın başına, hem de yirmi yaşında. Mayakovski’yle şiir okumuş, Meyerhold ile tiyatro konuşmuş, o günlerin sanatının göbeğinde yaşamıştır. Dolayısıyla Nâzım’ın Marx’çılığı da, sanatı da en iyi anlayanlardan biri olduğuna kuşku yoktur.
Mutlu çocukluk, mutlu gençlik sonrasında başına gelen onca korkunç badireye karşın mutlu kalabilmiş, sanatına da bu mutluluğu aktarabilmiş bir insandır Nâzım. Dünyaya ve insanlığa yazılmış aşk mektuplarıdır Nâzım’ın bütün yazdıkları. Yalnızca yazdıkları da değil, bütün davranışları.
“Paraya ihtiyacı olan var mı?”
Çankırı Hapishanesi’nde günlerinin bir bölümünü Kemal Tahir’e Fransızca öğretmeye ayırmıştır. Ayrı hapishanelere gittiklerinde uzaktan yazdığı Kemal Tahir’e Mektuplar kitabı okuyan herkesi tek başına edebiyatçı yapabilecek bir edebiyat eğitimi kitabıdır.
Bursa Cezaevindeki yılları bir okul kadar verimlidir. Orhan Kemal romancı, İbrahim Balaban ressam çıkmışlardır bu okuldan. Mektuplarla ve görüş günlerinde oğlu Memet Fuat, edebiyatçı olarak yetişmiştir.
Gündüzleri 20. yüzyıl dünya şiirinin en büyük epik destanı olan Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazarken, akşam olduğunda Piraye’ye dünyanın en lirik aşk şiirlerini yazabilmiştir.
Hapishanede kurduğu tezgâhta dokuduğu kumaşları 15 liraya satabildiğinde, 5 lirasını Piraye’ye, 5 lirasını Kemal Tahir’e gönderecek kadar paylaşmaktan mutluluk duyabilmiştir.
1951’de yeniden gittiği Moskova’da, düzenin bir baskı yönetimine dönüştüğünü görür görmez de bayrak açıp, her ortamda direniş gösteren, herkesin Stalin’den ödü patladığı bir dönemde görüşlerini açıklamaktan hiç çekinmeyen, doğru bildiğini söylemekten, göstermekten geri kalmayan yine odur.
Bir kaza yapıp kendisini öldürme emri verilen şöförünü teselli eden de odur, eline telif ücretleri geçtiğinde telefonun başına geçip tanıdıklarını arayıp “Paraya ihtiyacı olan var mı?” diye soran da…
Yeryüzünde hemen her insanın seveni de vardır, sevmeyeni de…
Kırk yıldır aralıksız edebiyat dünyasının içinde yaşayan biriyim. Nâzım’ı tanımış çok sayıda insanla tanışıp konuştum, onun üstüne yazılmış bütün anı kitaplarını okudum, ondan söz ederken olumsuz tek bir cümle edene rastlamadım.
Bir insan nasıl bu denli kendini herkese sevdirmiş, herkes üzerinde bu denli hayranlık uyandırabilmiş olabilir?
Bu sorunun cevabı bence Marx’tadır. Nâzım, Marx’ın düşüncesini o denli iyi anlayıp hayatına da uyarlayabilmiştir ki, yalnız yaşadığı çağın değil, gelecek bütün çağların da “mutlu insan” örneği olabilmiştir.