Fredy Perlman
Kabile insanının günlük pratik eylemi kabileyi yeniden üretir, sürekliliğini sağlar. Sadece maddî değil, aynı zamanda toplumsal yeniden üretimdir bu. Günlük eylemleri sonucu kabile üyeleri bir insanlar kitlesinin sürekliliğini sağlamakla kalmaz; bir kabileyi yeniden üretirler, yani insanların BELLİ eylemleri BELLİ şekillerde yaptıkları belli bir TOPLUMSAL BİÇİMİ yeniden üretirler. Kabile insanının bu belli eylemleri onun “doğal” özelliklerinden kaynaklanmaz. Arıların bal üretmesi “doğa”larının sonucudur. Kabile insanının yaşadığı ve sürdürdüğü günlük hayat ise belirli maddî ve tarihsel koşullar karşısında şekillenen TOPLUMSAL bir tepkidir.
Kölelerin günlük eylemleri köleliği yeniden üretir. Her gün yaptıkları işler sonucu köleler kendileriyle sahiplerini yeniden ürettikleri gibi, aynı zamanda kendilerini baskı altında tutmaya yarayan aletleri ve kendi baskı altında yaşama alışkanlıklarını da yeniden üretirler. Köleci toplumda yaşayan bir insana sahip-köle ilişkisi son derece doğal ve sonsuz bir ilişki olarak görünür. Oysa, insan doğuştan ne köledir ne de efendi. Kölecilik özel bir toplumsal biçimdir ve insanlar buna ancak bazı özel toplumsal ve tarihsel koşullarda başeğer.
Ücretli işçilerin günlük eylemleri ücretli emeği ve sermayeyi yeniden üretir. Aynen kabile insanının ve köleninki gibi, “modern” insanın da hergünlük yaşantısı içinde yaşadığı toplumun üyelerini, toplumsal ilişkilerini ve düşüncelerini yeniden üretir; günlük hayatın TOPLUMSAL BİÇİMİNİ yeniden üretir, başka bir deyişle. Kabile ve köleci toplum gibi, kapitalist toplum da ne doğal biçimidir insan toplumlarının, ne de son şekli. Diğerleri gibi, kapitalizm de maddî ve tarihsel koşulların doğurduğu özel bir toplumsal biçimdir.
Kapitalist toplumda günlük hayat toplumsal eylemin kapitalist biçimini yeniden üreten ve genişleten bir eylemler yumağından oluşur. Emek zamanının bir fiyat (yani ücret) karşılığı satılması, emek zamanının metalara (yani satılabilir mallara) doldurulması, maddî veya maddî olmayan metaların (tüketim malları veya izlenceler gibi) tüketilmesi – bu günlük eylemler “insan doğası”nın gereği olmadıkları gibi, dışsal güçler tarafından zorla dayatılmış da değiller.
Eğer insan “doğası icabı” hem düşünmeyen bir kabile insanı, hem de atılgan bir iş insanı olabiliyorsa; bir yandan baş eğen bir köle, bir yandan yaratıcı bir zanaatkâr olabiliyorsa; aynı zamanda hem bağımsız bir avcı hem de bağımlı bir ücretli emekçi olması mümkünse; bütün bunları “doğası icabı” olabiliyorsa, demek ki insanın “doğası” boş laftan başka bir şey değil. Daha doğrusu, bu “doğa” maddî ve tarihsel koşullara bağlı olarak değişen, bunlara karşı bir tepki olarak gelişen bir şey olmalı.
Yaşayan eylemin yabancılaşması
Kapitalist toplumda yaratıcı eylem, pazarlanabilir mal üretimi (yani meta üretimi) şeklini alır. İnsan eyleminin meyvaları da meta biçimine bürünür. Pazarlanabilirlik veya satılabilirlik her pratik eylemin ve her ürünün en genel niteliği olur.
İnsan eyleminin yaşamak için gerekli olan ürünleri satılık mallar biçimindedir: Bunları edinmek ancak para karşılığında mümkündür. Çok sayıda insan bu durumu kabullendiği zaman, yani metanın para için, paranın da yaşamak için önkoşul olduğunu kabullendikleri zaman, kendilerini bir açmazın içinde bulurlar. Öyle ki, meta sahibi olmadıklarına göre, bu açmazdan çıkmanın tek yolu kendilerini veya kendilerinin bir parçasını meta olarak sunmaktır. Ve işte bu, insanların belli bazı maddî ve tarihsel koşullar karşısında kendi kendilerine uyguladıkları garip “çıkar yol”dur: Para karşılığında vücutlarını değilse de hayatlarının üretken içeriğini, günlük eylemlerini satışa sunmak.
İnsanlar parayı hayatın dengi olarak kabullendikleri anda, yaşayan eylemin satışı maddî ve toplumsal hayatlarının bir önkoşulu olur. Hayatları hayatta kalabilme mücadelesine dönüşür. Yaratıcılık ve üreticilik satılık mallar oluverir. Bir insanın eylemleri artık ancak satılık eylem olduğu zaman “üretken” ve topluma yararlı eylemdir. Ve o insan artık ancak günlük eylemleri satılabilir eylemler olunca toplumun üretken bir üyesi sayılır. İnsanlar bu alış-verişin koşullarını kabullendikleri an, günlük eylemleri genel fahişelik şeklini almıştır artık.
Satılık yaratıcı güç, yani satılık günlük eylem, EMEK şeklinde satılır. İnsan eyleminin tarihsel olarak belirlenen bir biçimidir emek. Tek bir özelliği olan soyut eylemdir: Pazarlanabilir, belli bir miktar para karşılığı satılabilir. Emek “kayıtsız” eylemdir: Yapılan işin niteliği, ne için yapıldığı hiç fark etmez. Kazmak, matbaacılık yapmak ve yontmak hep değişik eylemlerdir, fakat kapitalist toplumda hepsi EMEKTİR. Para kazanmaktır emek, kısacası. Emek şeklini alan yaşayan eylem, para kazanmanın yoludur. Hayat, hayatta kalabilmenin yolu olmuştur yani.
Kapitalist toplumda böyle tersyüz olmuştur hayat. Hayatta kalmak ve yeniden üretim yaratıcı eylem için gerekli değil; tam tersine, yaratıcılık hayatta kalmanın koşulu olmuştur. Emek şeklindeki yaratıcı eylem, yani satılık eylem, hayatta kalmak için bir gereklilik hâline gelmiştir. Emek yaşamanın tek çıkar yoludur artık.
Yaşayan eylem satışının tersyüz ettiği bir şey daha var. Satış sonucu bir insanın emeği bir başkasının “malı” oluyor, bir başkasının denetimine geçiyor. Bir insanın eylemi bir başkasının, yeni sahibinin eylemi hâline geliyor, işi eyleyen kişiye YABANCI oluyor. Böylece, bir insanın HAYATI, başardığı işler, insanlığın yaşamına yaptığı katkı sadece emeğe dönüşmekle kalmıyor, üstelik eyleyen kişiye YABANCI bir eyleme dönüşüyor, satın alan kişinin eylemi hâline geliyor. Kapitalist toplumda, mimarlar, mühendisler, inşaat işçileri inşaatçı değildir; onların emeğini satın alan kişidir inşaatçı; projeleri, hesapları, eylemleri kendilerine yabancıdır, satın alanındır hep. Başarıları da onun başarılarıdır.
Emeğin satılışını normal karşılayan sosyologlar, bu yabancılaşmayı bir his olarak anlar; onlara sorulursa işçinin eylemi işçiye yabancı “gibi görünür”, başkasının malı “gibidir”. Oysa, her işçi bilir (ve sosyologlara anlatabilir) ki yabancılaşma ne bir histir, ne de kafasında bir fikir: Düpedüz bir gerçektir günlük yaşamında.
Sattığı eyleme karşılık işçi kapitalist toplumda hayatta kalabilmek için gerekli olan şeyi, yani para alır. Bu parayla metalar satın alır, fakat sattığı eylemi geri alamaz. Paranın “genel değişken”lik özelliğinde garip bir “eksiklik” bu: Kişi para için meta satabilir, parayla o metaları geri alabilir, para için günlük eylemini satabilir, fakat sattığı oyaşayan eylemi geri alması mümkün değildir.
Eline geçen ücretle işçi önce yaşaması için, emek gücünü yeniden üretip yeniden satabilmesi için gerekli tüketim mallarını alır. Bir de izlencelere harcar bu parayı, pasif olarak oturup seyrettiği şeylere. İnsan eyleminin ürünlerini işçi pasif olarak seyreder ve tüketir. Yaşadığı dünyayı aktif olarak değiştiren bir unsur olmaktan çıkmıştır işçi; kısır bir seyircidir. Bu durumu “mutluluk ” diye düşünebilir ve hatta emek can sıkıcı olduğuna göre bütün hayatı boyunca böyle “mutlu” yani pasif olmayı dileyebilir. Tükettiği metalar, izlenceler aslında İŞÇİYİ TÜKETİR. Yaşam enerjisini pasif seyircilikle çarçur eder işçi, tükenir. Bu anlamda, parası çoğaldıkça kendisi azalır. (Tek tek bireyler bu canlı ölümü ufak tefek yaratıcı işler yaparak aşabilir belki, fakat TOPLUM OLARAK bu ölümün üstesinden gelmek ancak kapitalist eylem biçimini, ücretli emeği ortadan kaldırarak, yaratıcı eylemi kendimizin kılarak mümkün olabilir).
Metaların fetişizmi
Eylemleri kendilerine yabancılaşıp metalara aktarıldıkça (metalar insan emeğinin kabı oldukça yani) insanlar bir yandan kendilerini yeniden üretmiş, bir yandan da Sermaye yaratmış olur.
Kapitalist ideolojiye ve okullu iktisat bilimine göre bu dediğimiz doğru olamaz. Onlara göre metalar salt insan emeğinin ürünü değildir; üç “üretim faktörü”, yani Toprak, Emek ve Sermaye yaratır metaları. Ve tabii bu üçünün kralı Sermaye’dir.
Bu üçlünün amacı dünyayı anlayabilmek değil elbette, zaten onları uyduran uzmanlara da dünyayı açıklamaları için ödenmiyor maaşları. Aksine, bu uzmanların işi dünyayı anlaşılmaz kılmak, kapitalist toplumda eylemin gerçek biçimini maskelemek, gerçek üreticilerin hem kendilerini, hem sömürücülerini, hem de bu sömürünün aletlerini yeniden ürettiklerini gözden saklamaktır. Hiç de inandırıcı değil bu üçlü formül. Örneğin, su, hava veya güneş ne kadar meta üretirse, toprak da ancak o kadar üretir besbelli. Dahası, Sermaye’nin hiçbir şey üretmediği de apaçık. Sermaye aynı zamanda üç şeye birden verdiğimiz bir isim: Hem işçiyle kapitalist arasındaki toplumsal ilişkinin, hem kapitalistin elindeki üretim araçlarının, hem de bu araçların dengi olan paranın adı Sermaye. Bir kapitalistin elindeki üretim araçları anlamında kullandığımız zaman bile, Sermaye kendisi bir “üretim faktörü” değil. Çünkü bu üretim araçları da başka bir kapitalistin kendi işçilerinden satın aldığı emek gücünün meyvalarından başka bir şey değil. Yukarıda sözü geçen üçlü formül inandırıcı olmasa da konuyu bulandırma işini başarıyla yerine getiriyor. Şöyle ki, ”Kapitalist toplumda insanların eylemi niye ücretli emek şeklini alır?” diye sorulması gereken soruyu, “Tek üretim unsuru emek midir, değil midir?” şekline sokarak konuyu darmadağın ediyor.
Bu şekilde iktisat bilimi (ve genel olarak kapitalist ideoloji) toprağı, parayı ve emeğin ürünlerini sanki bunlar üretken şeylermiş, sahiplerine çalışabilen, değer yaratabilen, dünyayı değiştirebilen şeylermiş gibi gösterir. İnsanların günlük düşünme şeklini belirleyen bu olguya Marx FETİŞİZM der. İktisatçıların gözünde insan bir ŞEY’dir (“üretim faktörüdür” örneğin), şeyler, yani cisimler ise CANLI’dır adeta (para “çalışır”, Sermaye “üretir”).
Böyle bir fetişe tapan insan kendi emeğinin ürününü fetişin ürünüymüş gibi görür. Bu nedenle kendi gücünü (doğayı değiştirme gücünü, günlük yaşamının şeklini ve içeriğini tayin etme gücünü) kullanmaz olur; sadece fetişine mal ettiği “güçler”i kullanıyordur artık (meta satın alma “gücünü” örneğin). Şöyle de diyebiliriz: Fetişe tapan insan kendini hadım edip kudretini fetişine mal etmiş demektir.
Oysa fetiş ölü bir şeydir, ne canı vardır, ne kudreti. Kapitalist ilişkilerin sürebilmesi için (ve sürdükleri müddetçe) varolan bir olgudur. Sermaye’nin esrarengiz güçleri, üretim “yeteneği”, kudreti kendinden gelmez. İnsanların yaratıcı eylemlerini yabancılaştırmalarından, emeklerini kapitalistlere satmalarından ve yabancılaşmış emeklerini meta olarak yüceltmelerinden alır gücünü sermaye.
İnsanlar kendi eylemlerini Sermaye’nin eylemi, kendi ürettikleri şeyleri de sermayenin ürünleri olarak görür. Kendi eylemlerine değil de Sermaye’ye yaratıcı güçler atfeden insan yaşayan eylemlerini (günlük hayatını) yadsıyıp Sermaye’ye devretmiş olur. Böylece, insanlar hergün Sermaye’nin insan şekline, yani kapitaliste, KENDİLERİNİ VERİRLER.
Emeklerini satarak insanlar kapitalist toplumda egemen olan eylem biçimlerinin insan şekillerini, ücretli işçiyle kapitalisti, hergün yeniden üretirler. Bu bireyleri sadece maddî olarak değil, toplumsal olarak yeniden üretirler aynı zamanda; bir yandan emek gücü satıcısı olan bireyleri, bir yandan da üretim araçları sahibi olan bireyleri yeniden üretirler; bireyler yeniden üretilirken “satış” ve “sahip olma” eylemleri de yeniden üretilir.
İnsanlar kendileri tanımlamadıkları ve kendi denetimleri dışında olan bir eylemi gerçekleştirdikleri her sefer; yabancılaşmış eylemlerinin satışı karşılığında aldıkları parayla kendi ürettikleri malları satın aldıkları her sefer; oturup kendi eylemlerinin ürünlerini yabancı nesneler olarak para verip seyrettikleri her sefer Sermaye’nin canına can katıp kendi canlarını azaltmış olurlar.
Bu sürecin amacı işçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin yeniden üretimidir. Sürecin içinde yer alan BİREYLERİN amacı değildir ama bu. Bireyler eylemlerinin altında yatanın farkında değildir. Onlar, eylem ile sonucun ara yerinde duran FETİŞE dikmişlerdir gözlerini. Üretici olarak işçi günlük emeğini para-ücret karşılığı satmayı amaçlar. Yani amaçladığı şey bizzat kapitalistle arasındaki ilişkiyi yeniden kuran şeydir; kendini işçi, diğer kişiyi de kapitalist olarak yeniden üreten şeydir. İşçi tüketici olarak elindeki parayla emek ürünleri satın aldığı zaman, tam kapitalistin sermayesini paraya çevirmek için satması gereken şeyi satın almış olur.
Yaşayan eylemin sermayeye dönüşmesi nesneler ARACILIĞIYLA olur, fakat nesneler TARAFINDAN gerçekleştiriliyor demek değildir bu. Fetişlere tapanlar bu ayırımı fark edemez; onların gözünde emek ve toprak, aletler ve para, iş insanları ve bankerler hep “faktör”dür, “yapıcı”dır. Boynuna muskasını asmış bir avcı bir taş sallayıp geyik öldürdüğünde muskasını geyip bulmak ve öldürebilmek için muhakkak gerekli bir ”unsur” olarak düşünebilir.
Eğer sorumlu bir insansa bu avcı, muskasına iyi bakacaktır muhakkak, sevgi ve saygıyla davranacaktır muskaya. Maddî durumunu iyileştirmek için, daha iyi doymak için, taş atma yeteneğini geliştirmek yerine muskayı boynuna daha iyi bir şekilde takmaya çalışacaktır. Hatta, durum iyice kötüye gittiğinde muskasını “avlanmaya” yollayabilir belki de! Kısacası, avcı kendi eylemlerinin içyüzünü anlayamıyordur. Karnı tok olduğunda bunu taşı iyi sallamış olmasına değil de, muskanın marifetlerine bağlar; aç kaldığı zaman ise, muskaya tapınmayı kesip ava çıksa doyacağını farketmeyip muskanın gazabına bağlar açlığını.
Metaların ve paranın fetişizmi, kendi eylemlerimizin adeta bir sihir bulutuna bürünmesi, cansız nesnelere eylem atfeden bu günlük din, insanların hayal gücünün doğurduğu şeyler değil. Bütün bunların kaynağı kapitalist toplumda toplumsal ilişkilerin niteliğinde aranmalı. İnsanlar birbirleriyle olan ilişkilerini GERÇEKTEN DE nesneler aracılığıyla sürdürüyor; fetiş GERÇEKTEN uğruna insanların hep birlikte hareket ettiği amaç ve GERÇEKTEN fetiş vasıtasıyla yeniden üretiyor insanlar eylemlerini. Fakat, eylemleri gerçekleştiren fetiş değil. Hammaddeyi yoğuran, malı üreten Sermaye değil. Canlı eylem hammaddeyi yoğurmasa, cansız, işe yaramaz bir şey olarak kalır madde. İnsanlar yaşayan eylemlerini satmaya gönüllü olmadıklarında, Sermaye’nin kısırlığı ortaya çıkıverir, Sermaye diye bir şey kalmaz.
İşçi yaşamını sürdürebilmek için yaşayan eylemini satmak zorundadır. Satmayacak olsa para kazanamaz, yaşamını sürdüremez. Fakat yabancılaşmayı yaşamanın önkoşulu haline getiren şey para değildir. İnsanlar, toplu olarak, hayatlarını satmamaya karar verse, eylemlerini kendi denetimleri altına almayı kararlaştırsa, fahişelik yaşamak için bir gereklilik olmaktan çıkar.
İşçinin sattığı yaşayan eylemi kapitalist satın alır. Ve sermayeye can veren, onu “üretken” kılan tek şey işte bu yaşayan eylemdir. Kapitalist, yani hammadelerin ve üretim araçlarının “sahibi”, doğal maddeleri ve başka insanların emeğinin ürünlerini kendi “özel mülkiyeti” olarak görür ve toplumsal olarak da böyle görülür bu. Oysa, kapitalistin “özel mülkünü” yaratan şey sermayenin esrarengiz gücü değildir. “Mülk”ü yaşayan eylem yaratır, bu eylemin toplumsal biçimi de “mülk”ü “özel” kılar.
Yaşayan eylemin sermayeye dönüşmesi
Yaşayan eylemin Sermaye’ye dönüşmesi nesneler ARACILIĞIYLA gerçekleşir, fakat nesneler TARAFINDAN gerçekleştirilmez. İnsan eyleminin ürünleri yapıcı etkenler olarak GÖRÜNÜRLER, çünkü insanların eylemleri ve temasları nesneler için ve nesneler aracılığıyla yürütülür. Ve insanlar aracı nesne ile asıl nedeni ayırdedemez.
Kapitalist üretim sürecinde işçi, yabancılaşmış canlı enerjisini yarattığı cansız nesneye devreder. Bu işi yaparken de, başka insanların emeğinin ürünü olan (o emeği taşıyan) araçlar ve aletler kullanır. (İleri sanayi aletleri, kimbilir kaç nesil kâşifin ve üreticinin, dünyanın dört bir tarafında ve değişik toplumlarda yaşayan insanların beyin ve el emeğini taşır.) Aletler cansız nesnelerden ibarettir; yaşayan emeğin maddî kabı olmakla birlikte, kendileri cansızdır. Üretim sürecinde tek canlı unsur işçidir. Başkalarının emeğinin ürünlerini kullanan işçi, bunlara can katar adeta, fakat kendi canıdır kattığı. Aletler işçinin belli bir zaman süresi içinde daha fazla iş görmesini sağlayabilir, yani randımanını arttırabilir, fakat yaratıcı olan sadece işçinin emeğidir.
Örneğin, bir sanayi işçisi elektrik tornasını kullandığı zaman, nesiller dolusu fizikçi, kâşif, elektrik mühendisi ve torna imalatçısının emeğinin ürününü kullanıyordur. Bu işçinin, aynı işi elleriyle yapan bir zanaatkârdan daha üretken olacağı kuşkusuz. Fakat bu üretkenlik, işçinin elindeki “sermaye”nin daha üretken olduğu anlamına gelmez. Eğer o nesillerin beyin ve el emeği elektrik tornasında yer etmemiş olsaydı, eğer sanayi işçisi tornayı, elektriği ve elektrik tornasını kendisi icat etmek zorunda olsaydı, birkaç ömür sürerdi tek bir işi bile tornada yapabilecek duruma gelmek. Ve istediği kadar Sermaye olsun emrinde, yine de randımanı zanaatkârınkinin üzerine çıkamazdı.
“Sermayenin üretkenliği” kavramı ve özellikle bu “üretkenliğin” ayrıntıyla hesaplanması işlemi, iktisat “biliminin” uydurmaları olmaktan öteye gitmez.
İşçinin sattığı eylemin sonucu, kendine ait olmayan bir üründür. Bu ürün, işçinin hayatının bir parçasının maddeye dönüşmüş şekli ve emeğini içinde taşıyan bir kaptır, fakat işçinin malı değildir; işçiye yabancıdır. İmalatına karar veren işçi olmadığı gibi, bitmiş ürünle ne yapılacağı da işçiden sorulmaz. Eğer ürünü kullanmak istiyorsa işçi, satın alması gerekir.
İşçinin üretmiş olduğu, sadece yararlı özellikleri olan bir ürün değildir. Öyle bir şey üretmek için, emeğini ücret karşılığı kapitaliste satması gerekmez işçinin: Amaç sadece yararlı bir şey üretmek olsaydı, eline gerekli malzemeyle aletleri alır ve istediğini üretirdi. (Aslında bir bireyin bunu yapma olanakları bugün kısıtlı tabii; insanların istedikleri malzemeyle aletleri alıp kullanabilmeleri ancak kapitalist eylem biçimlerinin ortadan kalkmasıyla gerçekleşebilir.)
Kapitalist düzende işçinin ürettiği malların, yararlı olmanın yanı sıra, çok önemli bir özelliği daha var: Satılabilir olmak. Yani işçinin yabancılaşmış eyleminin ürettiği şey META’dır.
Kapitalist üretim meta üretimi olduğuna göre, üretim sürecinin hedefi insan ihtiyaçlarının tatmin edilmesi olamaz. “İnsan ihtiyaçlarının tatmini” ne kapitalistin amacıdır, ne de işçinin. İşçi emeğini ücret alabilmek için satar; harcadığı emeğin neye yönelik olduğu umurunda değildir. Ücret ödemeyen bir kapitaliste, ürettiği mallar ne kadar yararlı olursa olsun, hiçbir işçi emeğini vermez. Kapitalist ise, satabileceği metalar elde edebilmek için emek satın alıp üretime geçirir. İnsanların ihtiyaçları gibi, üretilen malın özellikleri de hiç ilgilendirmez kapitalisti. İlgilendiği şeyler sadece ürünün kaça satılacağı, insanların bu üründen kaç tane satın alacağı, propaganda ve psikolojik koşullandırma yollarıya daha fazla satış yapmanın mümkün olup olmayacağıdır. Kapitalistin tek amacı KENDİ ihtiyaçlarını, yani Sermaye’sini yeniden üretmek ve çoğaltmak ihtiyacını, tatmin etmektir. Bunlar da insanlığın ihtiyaçları değil besbelli.
İşçinin ürettiği meta, kapitalist tarafından belli bir miktar para karşılığı değiştirilir; yani, DEĞER olan meta, denk bir DEĞER karşılığı değiştirilir. Başka bir deyişle, üründe şekillenmiş olan yaşayan ve geçmiş emek, birbirine denk fakat ayrı iki biçimde varolabilir: Meta biçiminde ve para biçiminde. Bu ikisinin ortak yönü DEĞER’leridir. Bundan, değerin emek olduğu sonucunu çıkarmamalı. Değer, kapitalist toplumda, maddeleşmiş emeğin aldığı toplumsal BİÇİMDİR.
Kapitalist toplumda, toplumsal ilişkiler dolaysız olarak kurulmaz; değer ARACILIĞIYLA kurulur. Günlük eylem dolaysız olarak değil, dolaylı olarak, DEĞERLER BİÇİMİNDE değiştirilir. Buna göre, kapitalist toplumda yaşayan eylemin izlediği yol eylemin kendisini gözlemleyerek anlaşılamaz. Ancak değerin geçirdiği değişimleri izleyerek mümkün olur bu.
İnsanların yaşayan eylemi EMEK (yani yabancılaşmış eylem) biçimini aldığı zaman, değiştirilebilirlik özelliğini edinir, değer biçimine bürünür. Yani, emek “denk” bir miktar para karşılığı değiştirilebilir. Kapitalist toplumda yaşayan insanların bir gereklilik olarak algıladıkları, yaşayan eylemin yabancılaştırılması, yaşamı sürdürebilmek için bu yabancılaştırmayı gerçekten gerekli kılan kapitalizmi yeniden üretir. Yaşayan eylemin değer biçimini alması, bu eylemin ürünlerinin de değer biçimine bürünmelerini, yani parayla değiştirilebilmelerini gerektirir. Yoksa, emeğin ürünleri değer biçimini değil de toplumun emrine amade yararlı nesneler biçimini alsa, bu ürünler ya toplumun üyeleri tarafından bedavaya alıp götürülür ya da fabrikanın depolarında yığılır kalır. Her iki durumda da, işçilerin almış oldugu para-ücretler DEĞERSİZ olmuş olur; yaşayan eylemin para karşılığı SATILMASI anlamını yitirmiş olur. Demek ki, yaşayan eylem değer biçimini aldığı anda, bu eylemin ürünleri de değer biçimine bürünür ve günlük hayatın yeniden üretilişi de değerin geçirdiği dönüşümler aracılığıyla yer alır.
Kapitalist, emeğin ürünlerini pazarda satışa çıkarır, denk bir miktar para karşılığı değiştirir, belli bir değeri gerçekleştirir. Bu değerin miktarı, satılan metaların FİYATIDIR. Okullu iktisatçıların gözünde, Fiyat cennetin anahtarıdır adeta. Sermaye gibi, Fiyat da salt nesnelerden oluşan gizemli bir dünyada yaşar. Bu dünyada nesneler birbirleriyle insan ilişkileri kurar; canlıdırlar adeta. Birbirlerini değiştirirler, birbirleriyle iletişim kurup anlaşırlar, evlenip çoluk çocuk sahibi olurlar! Ve tabii bu akıllı, güçlü ve yaratıcı nesnelerin alicenaplığı sayesindedir ki insanlar kapitalist toplumda böylesine mutlu yaşar.
İktisatçıların bu Cennet görüntülerinde her şeyi melekler yaparken insanlar hiçbir şey yapmaz: Oturur sadece bu üstün yaratıkların yaptıklarının tadını çıkarırlar. Sermayenin üretmesi ve paranın işlemesi gibi, başka esrarengiz yaratıklar da vardır böyle yetenekleri olan. Örneğin, Arz (satışa çıkarılan bir miktar nesne) ve Talep (satın alınan bir miktar mal) birlikte bir para miktarını, yani Fiyatı, tayin eder. Arz ile Talep tablonun bir yerinde bir araya geldiklerinde, Denge Fiyatı diye nurtopu gibi bir çocukları olur, herkes mutluluğa boğulur. Günlük hayatın eylemleri nesneler tarafından hayata geçiriliyordur. İnsanlar ise, günün “üretken” kısmında nesnelere (üretim faktörlerine), dinlenme saatlerinde de pasif seyirciler hâline indirgenmiştir. İktisatçının “başarısı”, insanların günlük eylemlerinin sonuçlarını nesnelere atfetmekte ve nesnelerin maskaralığının altında yatan insan eylemini görmemekte yatar.
Değerin miktarı, yani bir metanın fiyatı, nesneler tarafından değil, insanların günlük eylemleri tarafından belirlenir. Arz ve talep, kapitalist toplumda ürün ve eylemlerin aldığı toplumsal biçimlerdir sadece, kendi canları yoktur. Emek zamanının bir miktar paraya karşılık satılıyor olması, yani belli bir değerinin olması, o emeğin ürettiği ürünün değerini çeşitli şekillerde etkiler. Birincisi, satılan metaların değerinin EN AZINDAN emek zamanının değeri kadar olması gerekir. Bu hem metayı satan kapitalist şirket açısından bakıldığında, hem toplumun tümü açısından bakıldığında böyledir. Şöyle ki, kapitalistin sattığı metaların değeri satın aldığı emeğin değerinden az olursa, açık ki şirket kısa zamanda iflas edecektir. Toplumsal açıdan bakarsak, işçilerin ürettiği malların değeri, tükettiklerininkinden az olursa, işçi sınıfı, değil kapitalistleri, kendini bile yeniden üretemeyecek demektir. Öte yandan, metaların değeri üretimlerine harcanan emek-zamanının değerine tam eşit olursa, meta üreticileri ancak kendilerini yeniden üretiyor demektir, böylesi bir toplum da kapitalist olmaktan çıkar. Üretim yine meta üretimidir belki, fakat kapitalist meta üretimi değildir.
Emeğin sermaye yaratıyor olması için, ürettiği metaların değerinin kendi değerinden yüksek olması gerekir. Başka bir deyişle, işçilerin ARTIK-ÜRÜN, yani kendi tüketmeyecekleri bir miktar mal üretmesi gerekir. Bu artığın da ARTIK-DEĞERE, yani ücret olarak işçilerin eline değil, kâr olarak kapitalistin eline geçecek bir değer biçimine dönüşmesi gerekir. Dahası, ürünün değeri, emeğin değeriyle artık-değerin toplamından da büyük olur, çünkü ürüne aktarılan değer sadece onu üreten işçiden gelmez. Üretim sürecinde işçi kendi emeğini kullandıktan başka, bir de, başka işçilerin makinelerde depolanmış emeğini aktarır ürettiği metalara.
Bu anlattıklarımız şu sonucu doğurur: İşçinin ürettiği metaların değeriyle, aldığı ücretin değeri eşit değildir. Yani işçilerin ürettiği metaları sattığı zaman kapitalistin eline geçen para, işçilere ödediği paraya eşit değildir. Aradaki fark, kullanılan makinelerle hammaddelerin maliyetinden ileri gelmez. Eğer satılan metaların değeri, harcanan canlı emekle makinelerin değerine eşit olsaydı, yine kapitaliste yer kalmazdı. İşin püf noktası şu ki, iki değer arasındaki farkın kapitalist sınıfını kaldıracak kadar, bu sınıfı yaşatacak kadar büyük olması gerekiyor. Kapitalistleri bireyler olarak değil, emek satın alan bir SINIF olarak yaşatacak kadar büyük olması gerekiyor. İşte, metaların toplam değeri ile üretimlerine harcanan emeğin değeri arasındaki fark artık-değerdir, Sermaye’nin tohumudur.
Artık-değerin kaynağını saptamak için, emeğin değerinin niye ürettiği metaların değerinden daha az olduğunu incelemek gerek. İşçinin yabancılaşmış eylemi, alet ve makinelerin yardımıyla, hammaddeleri belli bir miktar metaya dönüştürür. Fakat metalar satılıp makinelerle hammaddelerin de maliyeti çıkarılınca arta kalan değer onu üretmiş olan işçinin eline geçmez; daha azı geçer işçinin eline. Demek ki, her işgünü, işçi harcadığı emeğin bir kısmını KARŞILIKSIZ olarak harcamış olur.
Bu karşılıksız emek de kapitalist toplumda hayatta kalabilmenin koşullarından biridir. Fakat, yabancılaşma gibi, bu koşul da doğanın dayattığı bir şey değil, insanların toplumsal davranışlarının getirdiği bir koşuldur. Sendikalar kurulmadan önce, bir işçi ne iş bulursa kabullenmek zorunda kalırdı, koşullar hoşuna gitmez de işi kabul etmezse, kabul edecek başka işçilerin muhakkak bulunacağını, kendisinin de böylece işsiz kalacağını bilirdi. İşçiler bu şekilde birbilerine rakip olurlardı; işçinin biri ücretlerin düşüklüğü yüzünden bir işyerini terk edecek olsa, yerini alacak bir dolu işsiz bulunurdu; düşük ücret sıfır ücretten iyidir ne de olsa. İşçilerin bu rekabetini “serbest emek” diye adlandıran kapitalistler, bu durumun sürmesi için ellerinden geleni yapardı. Hiçbir işçi karşılığını aldığından fazlasını üretmek amacında değildi elbet; amaç mümkün olduğunca yüksek bir ücret almaktı. Fakat çevrede hiç ücret almayan ve bu yüzden ille de yüksek ücret peşinde olmayan işçilerin olması, kapitalistlere düşük ücretle çalışacak işçi bulma olanağı tanıyordu. Kısacası işsizlik, kapitalistlerin işçileri razı olabilecekleri en düşük ücretle çalıştırmalarını mümkün kılıyordu. Böylece, işçilerin birey olarak en yüksek ücret peşinde koşmalarının sonucu tümünün ücretlerinin düşmesi oluyordu. Rekabetin sonucu, işçilerin herbirinin ücretinin düşmesi, kapitalistin eline geçen artığın ise yükselmesi oluyordu kısacası.
Tümünün günlük eylemi, herbirinin amacını köstekliyordu. Oysa işçiler durumlarının kendi günlük davranışlarının sonucu olduğunu fark edemiyordu. Öyle sanıyorlardı ki, düşük ücret, hastalık gibi, ölüm gibi, yaşamın doğal bir parçasıdır; ücretlerin düşmesi de sel gibi, deprem gibi, doğal bir afettir. Bir yandan sosyalistlerin eleştirileriyle Marx’ın çözümlemeleri, bir yandan da sanayinin gelişmesiyle buldukları düşünme fırsatı, işçilerin perdeleri biraz aralayıp eylemlerinin anlamını biraz daha açıkça görmelerini sağladı. Yine de, Batı Avrupa ve Amerika’da, günlük yaşamın kapitalist biçimini alaşağı etmedi işçiler; sendikalar kurdular. Değişik maddî koşullar altında, Sovyetler Birliği’yle Doğu Avrupa’da, işçiler (ve köylüler) kapitalist sınıfı devirip marksizm adına yine yabancılaşmış emek satın alıp Sermaye birikimini sürdüren bir devlet bürokrasisi geçirdiler başlarına.
Sendikaların kuruluşuyla günlük yaşam pek değişmiş olmadı. Hiç değişmedi denebilir hatta. Hâlâ emek, yabancılaşmış eylem ve karşılıksız emekten ibaret işçinin günlük yaşamı. Fark şu ki, sendikalı işçi yabancılaşmasının ayrıntılarını kendisi tartışmıyor artık kapitalistle, sendika ağaları oturuyor bu pazarlığa. İşçinin emeğini hangi koşullarda yabancılaştıracağı, artık, ne iş bulursa kabul etmek gerekliliği tarafından değil, sendika bürokratının işçiyle patron arasında ip cambazı olma mevkiini koruma gerekliliği tarafından belirleniyor.
Artık-değer üretimi bir ölüm kalım meselesidir, insanlar için değil kapitalist düzen için. Artık-değer metaların değerinin işçi tarafından üretildiği halde işçinin eline geçmeyen kısmıdır. Meta veya para şeklinde ifadesini bulabilir, fakat belli bir miktar ürün halinde maddeleşmiş emektir. “Denk” bir miktar parayla değiştirilebildiğine göre, para da ürünlerle aynı değeri “temsil” eder. Bu para da, tekrar “denk” değerde başka metalarla değiştirilebilir. Kapitalist günlük yaşam boyunca sürekli yer alan bu değişimlerin tümü kapitalist dolaşım sürecini oluşturur. Bu süreç yoluyladır ki, artık-değerin sermayeye dönüşümü gerçekleşir.
Artık-değer kapitalistin varolmasını ve bundan çok daha fazlasını sağlar. Kapitalist, artık-değerin bir kısmıyla yatırım yapar, yeni işçiler tutar, yeni üretim araçları satın alır, eylem alanını genişletir. Bu demektir ki kapitalist, hem canlı şekliyle hem makinelerde depolanmış geçmiş şekliyle, YENİ EMEK BİRİKTİRİR.
Kapitalist sınıf, sınıf olarak, toplumun artık emeğini biriktirir. Bu birikim süreci toplumsal bir düzeyde gerçekleştiği için, tek tek kapitalistlerin eylemleri gözlemlenerek süreci izlemek mümkün değildir. Unutmamalı ki, bir kapitalistin satın aldığı makine ve hammaddeler, sattığı metalarla aynı özellikleri taşır. Önce, bir kapitalist bir diğerine belli değerde hammadde ve makine satar; bu değerin tümünden az bir kısmı ücret olarak işçilerin eline geçer. Kalan kısmıyla, yani artık-değerle ise, birinci kapitalist sattığı malları yeniler ve yeni işçi tutar. İkinci kapitalist satın aldığı malların tam değerini ödemiştir, yani mallar işçilerin karşılıksız emeğini de taşıyordur. Bu kapitalist de kendi metalarını satar, değerlerinin bir kısmını işçilerine öder, kalan kısmıyla da harcanmış olan araçları ve emeği yeniler.
Bütün bu süreç tek bir zaman dilimine sığdırılsa ve tüm kapitalistleri tek bir kapitalist olarak düşünsek, kolayca görülür ki, kapitalistlerin üretim sürecinde harcanan hammadde, makine ve emeği yenilemek için kullandıkları değer, toplam değerin işçilerin eline geçmeyen kısmına eşittir; karşılıksız emeğe eşittir. İşte, bu birikmiş artık-emek, Sermaye’dir.
Kapitalist toplumun bütününü düşünürsek, toplam Sermaye, günlük hayatları yaşayan eylemlerinin yabancılaşmasından ibaret olan nesillerce insanın karşılıksız emeklerinin toplamına eşittir. Başka bir deyişle, Sermaye insanların satılan günlerinin sonucudur: Bir insanın eylemini sattığı her gün, kapitalist yaşam biçimini yaşadığı her an Sermaye’nin yeniden üretilmesi ve genişlemesi sonucunu doğurur.
İnsan eyleminin depolanması ve birikimi
Artık-değerin Sermaye’ye dönüşmesi daha genel bir sürecin tarihsel olarak somutlanmış bir biçimidir. Daha genel bu süreç, sanayileşme süreci, insanlığın çevresinin kalıcı olarak dönüştürülmesi sürecidir.
Kapitalist toplumda insan eyleminin bu sonucunun bazı temel özellikleri şöyle bir örneklemeyle daha kolay anlaşılabilir: Bir toplum düşünelim ki, insanları zamanlarının çoğunluğunu yiyecek maddelerini sağlamak gibi gerekli temel işlerle uğraşır. Zamanlarının çok az bir kısmı “artık-zaman”dır, yani gerekli işlerden artakalan zamandır. Bu artık-zaman, kendileri üretim yapmayan din adamlarıyla savaşçıların yiyeceklerini üretmeye ayrılıyor olabilir, dinî törenlerde yakılacak adakların üretimine veya bu tür törenlerin hazırlanışına ayrılıyor olabilir. Bütün bu durumlarda, bu toplumun maddî koşulları bir nesilden öbürüne pek değişime uğramadan sürüyordur. Derken, günün birinde, nesillerden birinin artık-zamanını harcamak yerine depolamaya karar verdiğini varsayalım. Diyelim ki, bu artık-zamanı, örneğin, zemberek kurmaya ayırıyor olsunlar. Bir sonraki nesil, bu kurulu yaylardaki enerjiyi, ister çeşitli işler görmek için, ister kendileri de yay kurmak için kullansın, sonuç olarak bir önceki neslin depolanmış artık-zamanı yeni neslin elindeki artık-zamanı arttırmış olacaktır. Bu yeni nesil de, kurulu yaylara depoluyor diyelim artık-zamanını. Nispeten kısa bir süre sonra, zembereklerde depolanmış olan toplam emek, herhangi bir neslin elindeki emek-zamanından daha fazla olacaktır. Az bir çaba harcayarak, bu hayalî toplumun insanları hem yapmaları gereken işlerin çoğuna, hem yeni yayların kurulması işine, ellerinde birikmiş yayları koşabiliyor duruma gelecektir. Önceleri temel gerekliliklerin üretimine harcamak zorunda oldukları zamanı, artık gerekli işlere değil, canları ne çekerse ona harcayabilmek duruma gelmiş olacaklardır.
İIk bakışta, insanların zamanlarını zemberek kurmak gibi saçma bir işe harcamaları anlamsız geliyor. Zemberekleri kendileri kullanacaklarına sonraki nesillere ayırmaları daha da anlamsız görünüyor. Üstelik, bayram günlerinde zemberekleri boşaltıp eğlenmek varken!
Doğru, anlamsız geliyor bunlar ama, bu insanlar kendi hayatlarını kendileri yönetmiyorsa, ne iş yapacaklarını kendileri tayin etmiyorsa, emekleri ANGARYA şeklini almışsa, o zaman insan emeği pekala zemberek kurmaya, artık-emek zamanını maddî kaplarda depolamaya harcanıyor olabilir. Kapitalizmin tarihsel görevi de, işte tam bu şekilde, angarya yoluyla insan emeğini maddî kaplarda depolamak olmuştur.
İnsanlar paranın hem depolanmış hem de canlı emek satın alma “gücünü” kabullendikleri anda, para babalarının toplumdaki depolanmış ve canlı emeği denetleme “hakkını” tanıdıkları anda, parayı Sermaye, para babalarını da kapitalist hâline çevirmiş olurlar.
Bu çifte yabancılaşma, canlı emeğin ücretli emek olarak, geçmiş nesillerin emeğinin de depolanmış emek (üretim araçları) olarak yabancılaşması, tarihte bir zaman oluvermiş bir olay değil. İşçi ile kapitalist arasındaki ilişki, geçmişte bir zaman, kalıcı olarak toplumda yerleşivermiş bir şey değil. İnsanlar, günlük eylemlerini artık denetlemeyeceklerine dair, gelecek nesillerin de dünyanın her yanında, günlük emeklerine hakim çıkmayacaklarına dair bir anlaşma imzalamış değil.
Sermaye bir doğa gücü kisvesi altında dolaşır: Toprak denli sağlam, deniz denli durdurulmaz görünür, buhranları sel veya deprem gibi önlenemez görünür. Sermaye’nin gücünün insan tarafından yaratıldığı kabul edildiğinde bile, bu itiraf daha da kandırıcı bir maske takar Sermaye’ye: İnsanın yarattığı, fakat insanın gücünü aşmış bir dev maskesi. Oysa Sermaye ne bir doğa gücüdür, ne de kendini yaratmış olan insanlığın hayatına egemen olan bir dev.
Sermaye gücünü paradan almaz; çünkü paranın da “gücü” alt tarafı insanların paraya atfettikleri bir güçtür. İnsanlar emeklerini satmayacak olsa, para en basit bir işi bile göremez; paranın kendisi “çalışamaz” çünkü.
Sermaye’nin gücü, geçmiş nesillerin emeğinin depolandığı maddelerde de yatıyor olamaz; çünkü bu maddeler Sermaye olsalar da olmasalar da (“özel mülk” olsalar da olmasalar da yani), içlerinde depolanmış enerjiyi ancak yaşayan insanların eylemi kullanabilir. Bu yaşayan eylem olmasa, Sermaye hiçbir işe yaramayan bir sürü alet edevattan, bir hurda yığınından ibaret kalır. Kapitalistler, yani sermaye “sahipleri” de hiçbir yaratıcılığı olmayan birtakım sıradan insanlardan ibaret kalır. Kısacası, Sermaye’nin tek “gücü” insanların günlük eylemlerinde yatar; bu eylem para karşılığı satıldığı sürece, insanlar hem kendi eylemlerinin, hem önceki nesillerin eylemlerinin denetimini ellerinden çıkardıkları sürece Sermaye güçlüdür.
Bir insan emeğini kapitaliste satıp yarattığı değerin tümünden az bir bölümünü karşılık olarak almayı kabullendiği anda, başka insanların da satın alınıp sömürülmesinin koşullarını yaratmış olur. Kimse kolunu veya çocuğunu isteyerek parayla değişmez; oysa kişi bilinçli olarak, hayatın gerekliliklerini satın alabilmek için işgücünü satılığa çıkardığı zaman, hem kendisi hem başkaları için bu satışı hayatta kalmanın önkoşulu haline getiren koşulları yeniden üretmiş olur. Bu kişinin kolunu satmayı reddedeceği gibi, sonraki nesiller işgünlerini satılığa çıkarmayı reddedeceklerdir belki. Fakat o güne kadar, yabancılaşmış ve angarya emeği her kabulleniş Sermaye’nin emrindeki depolanmış emek birikimini arttırır, Sermaye’nin işgücü satın alma gücünü pekiştirir.
Artık-emeği Sermaye’ye dönüştürebilmek için, kapitalist bu artık-emeği maddî olarak, yani yeni üretim araçları şeklinde depolamak ve bu yeni araçları işletecek yeni işçiler tutmak zorundadır. İşletmesini büyütmek veya başka üretim dallarında yeni işletmeler kurmak zorundadır. Kapitalistin bunları gerçekleştirebilmesi, metalara dönüştürülebilecek maddelerin varlığına, metaları satın alacak bir alıcı kitlesinin bulunmasına ve emeklerini satmaya razı olacak kadar fakir insanların varlığına bağlıdır. Bu koşulları kapitalist eylem kendisi tatmin eder. Kapitalistler eylemlerine engel ve sınır tanımaz; Sermaye’nin demokrasisi mutlak özgürlük ister.
Emperyalizm kapitalizmin sadece “en yüksek” değil, aynı zamanda ilk aşamasıdır. Kapitalist sinekten yağ çıkarır; satılabilir bir mala dönüştürülebilmesi mümkün olan her şey, ister kapitalistin ister komşusunun toprağında olsun, yerin ister altında ister üstünde olsun, karada, havada veya denizde olsun, kapitalistin canına minnettir. Simyadan fiziğe, insanlığın tüm araştırmalarını Sermaye bu işe sürer: Emeğin depolanabileceği yeni maddeler bulmak, insanların satın almaya ikna edilebilecekleri yeni metalar uydurmak.
Eski ve yeni, her ürüne alıcılar yaratmak için her türlü yolu dener Sermaye ve yeni yollar keşfedilir sürekli. “Cebren ve hile ile” durmadan “açık pazarlar”, “açık kapılar” yaratılır. Kapitalistlerin sattıklarını alacak parası yoksa insanların, işe koşulurlar ve satın almak istedikleri malları üretmek için ücret ödenir onlara. Kapitalistlerin satmak istedikleri ürünleri yerli zanaatkârlar zaten üretiyorlarsa ya iflasa sürüklenirler ya satın alınırlar. Kanun veya gelenekler bazı ürünlerin kullanımını yasaklıyorsa, kanunlar çiğnenir, töreler ayaklar altına alınır. İnsanların maddî ve biyolojik istekleri doymuşsa, “manevî” istekler yaratır kapitalist, onları “doyurur”. İnsanlar kapitalistin tüm ürünlerinden nasiplerini almış, tıka basa doymuşsa, oturup izlenecek ve taktir edilecek işe yaramaz nesneler ve izlenceler satın almayı öğretir kapitalist onlara.
Dünyanın her kıtasında tarım-öncesi ve tarımsal toplumlarda yaşayan fakir insanlar bulunur. Kapitalistler bu bölgelere el attıklarında yerliler emeklerini satmaya razı olacak kadar fakir değilse, kısa zamanda yeterince fakirleştirilmelerinin yolları bulunur. Avlanma yerleri “özel mülk” haline getirilir, mülk sahipleri devlet şiddeti kullanarak avcıları geçimlerini sağlamaya elverişsiz dar bölgelere tıkıştırır. Zamanla, köylülerin kullandığı aletler ancak tüccarlardan, hem de köylünün sık sık borçlandığı tüccarlardan satın alınabilir hâle gelir. Sonunda, borcu ödenemeyecek kadar büyüdüğünde toprağını satmak zorunda kalır köylü; oysa ne kendisi ne de ataları topraklarını satın almış değillerdir hiçbir zaman. Zanaatkarlârın ürünlerini satın alan insanlardan az bir kısmı zamanla ürünlerin pazarlayıcısı tüccarlar hâline gelir. Bir zaman sonra da, tüccarlardan biri “zanaatkarlârını” bir araya toplayıp kullandıkları aletleri sağlayıp sadece en iyi kâr getiren ürünleri yaptırmayı akıl ediverir. Avcısı, köylüsü ve zanaatkârı, kölesi ve özgür insanıyla, bütün toplum ücretli emekçiye dönüşmüştür artık. Ağır koşullar altında kendi hayatlarını denetleyen bu insanlar, tam koşulların üstesinden geliyorken hayatlarını başkalarının denetimine teslim etmişlerdir. Önceleri kendi fakir varlıklarının bilinçli yaratıcılarıyken, artık kendi eylemlerinin habersiz kurbanlarıdırlar, tam fakirlikten kurtulmanın eşiğine gelmişken. Bütünlüklü fakat varlıksız insanlarken,varlıklı fakat eksik insanlar olmuşlardır.
Yeni metaların üretimi, yeni pazarların “açılması”, yeni işçilerin yaratılması üç ayrı eylem değildir; aynı eylemin üç yüzüdür bunlar. Yeni işgücü, yeni metalar üretmek için yaratılır zaten; işçilerin aldığı ücretler yeni pazarın ta kendisidir; işçilerin karşılıksız emeği Sermaye’nin büyümesinin kaynağıdır. Sermaye’nin yayılmasının önünde ne doğal, ne de kültürel engeller vardır. Öte yandan, bir doğa gücü de değildir Sermaye: İnsanların her gün gerçekleştirdikleri birtakım eylemlerden ibarettir, günlük hayatın bir biçimidir. Sermayenin varlığının ve genişlemesinin devamı için tek bir temel koşul vardır: İnsanların iş hayatlarını yabancılaştırmaya ve böylece günlük hayatın kapitalist biçimini yeniden üretmeye razı olmaları.
Bu yazı Jesse Schwartz’ın derlediği The Subtle Anatomy of Capitalism (Goodyear Publishing Co., 1977) adlı kitaptan alınmıştır.
Çeviren: Roni Margulies