Atilla Dirim
Bu ülkede büyüyüp de Cüneyt Arkın’ın filmlerini seyretmeyen kaç kişi vardır acaba? Kahramanımız “kahpe Bizans’a” karşı daimî bir mücadele içindedir. Bizanslılar hilebaz, düzenbaz, yalancı, sahtekâr ve alçaktır. Verdikleri sözlere asla güvenilmez; yaptıkları her hareket mutlaka kahramanımızı aldatmaya yöneliktir. Alayı doğuştan Türk ve Müslüman düşmanıdır; civarda yaşayan masum Türk ve Müslüman ahaliye kötülük yapmak için birbirleriyle yarışırlar, kadın, çoluk çocuk demeden onları en ağır işkencelerden geçirirken karşılarında şarap içip zalim kahkahalar atarlar. Ancak elbette bir istisna da vardır; o an savaştığı tekfurun ya da imparatorun güzel kızı, mutlaka kahramanımıza âşık olur, bu aşk uğruna, o ana dek sahiplendiği her şeye ihanet eder, alçak bir aile üyesinin elinden ölmezse, ihtida edip Müslüman bile olur. Ancak, dediğimiz gibi, bu bir istisnadır, Bizanslıların tümü yukarıda saydığımız olumsuz özelliklere fazlasıyla sahip olup, hatta daha da beterdirler.
Yalvaçlı atalarımız
Hem bu filmlerin, hem de son zamanlarda televizyonda şanlı atalarımıza dair birbiri ardına aynı minvalde yayınlanan dizilerin yazarları, aslında kendi silahlarıyla kendilerini vurmuş oluyor. Orta Asya bozkırlarından kopup geldiği anlatılan atalarımızın hatırı sayılır bir kısmı, bugün Türkiye adı verilen toprakların yerleşik halklarıyla büyük miktarda karışmış. ‘Büyük miktar’ derken abartıya kaçtığımız düşünülmesin; geçtiğimiz yıllarda yapılan ve gazetelere yansıyan araştırmalar, Türkiye toplumunda Orta Asya kökenli nüfusun oranının yüzde 5’i geçmediğini ortaya koyuyor. Nüfusun kalan kısmının kökeninin ne olduğu açıktır: Anadolu’nun yerli halkları.
Geçtiğimiz yıllarda Isparta’nın Yalvaç ilçesinde yapılan kazılarda ortaya
çıkartılan iskeletlerden elde edilen DNA örnekleri, bugün bölgede yaşayan
insanların DNA’ları ile karşılaştırıldığında, yakın akraba oldukları sonucuna
ulaşılmıştı. Bu haber ırkçıları hiç mi hiç sevindirmemişti; bu verilerle başa
çıkamayacağını anlayan Reha Oğuz Türkkan, konuyla ilgili şunları söylüyordu: “Isparta-Yalvaç’ta yapılan bir kazıdan çıkan sonuçlar bütün
Anadolu’nun genetik haritasının sırrını ifşâ etmiş: Meğer bunlar, bugünkü Türkiyelilerin
genleri Orta Asya’dakilerden çok, eskiden burada yaşayanlarınkine benziyormuş.
Dahası da varmış, Spencer Welles adlı bir genetist, Orta Asya’dan gelen Türk
geninin Anadolu’da pek yayılmadığını iddia etmiş.
Devenin dediği gibi, neresi doğru ki neresini düz diyelim?
Bir kere Yalvaç’ta, bugün yaşayan Yalvaçlıların değil, kazılarda çıkan çok eski
tarihî fosillerden elde edilen genlerden söz ediliyor. Bunun zafer çığlığı
atılacak nesi var? Orta Asya’dan Türkler gelmeden evvel Anadolu’da zaten Türk
soyundan olmayan insanların (Hititlerin, Trakların, Helenlerin) yaşadığını
inkâr eden mi var?
Farz edelim ki Yalvaç’ta bugün yaşayan “Türk” halkının genleri de ölçüldü ve
farklılıklar görüldü. Bugünkü Anadolu “Genetik havuzunun” yüzde yüz Orta Asya kökenlilerin
geninden oluştuğunu iddia etmiyoruz ki. Hangi milletin gen havuzu (Eskimolar,
Pigmeler hariç) yüzde yüz aynı DNA’lardan oluşmuştur ki? Gerçek, altın
yüzükteki bakır yüzdesi gibi, çoğunluğun orantısında bulunur. Yüzde 20-25 bakır
karışımından oluşsa da, o yüzük gene altın yüzüktür, Türkiyeli halkın
çoğunluğunun kanı da Türktür.”
Paleologos paşalar
Türkkan, DNA araştırmalarının ortaya koyduğu gerçeği inkâr ederek Orta Asya kökenlilerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğunu öne sürmeye çalışsa da, Osmanlı tarihinde çok tanınan ve resmî tarih yazarları tarafından “Türk büyükleri” olarak tanıtılan sayısız kişinin “yerli ve millî” Bizanslı olduklarını biliyoruz. Bunlardan ikisi, Has Murad Paşa ve Mesih Paşa, Bizans’ın ya da doğru tanımıyla Doğu Roma İmparatorluğu’nun meşhur Paleologos hanedanına mensuptu.
Paleologoslar, Bizans kaynaklarında kökenleri antik çağlara kadar dayandırılan soylu bir aile olarak sunulmakla birlikte, siyaset sahnesine ilk olarak Mezopotamya Strategos’u Nikeforos Paleologos ile çıkmıştı. Aile daha sonra generaller ve üst düzey yöneticilerle Bizans yönetiminde etkili olmuş, Konstantinopolis’i ele geçiren Latinlerin kovulmasıyla birlikte, Mihail Paleologos Doğu Roma İmparatoru olmuştu.
Doğu Roma’nın son Hıristiyan imparatoru olan XI. Konstantin Paleologos, Padişah II. Mehmet’in teslim olması yolundaki çağrılarına olumsuz cevap vererek, şehre giren Osmanlı askerleriyle elde kılıç savaşırken can vermişti. Söylenene göre imparator, tanınmaması için asaletini gösteren giysilerini çıkartmış, cesedi ancak togasındaki erguvan renkli şeritlerden ve çizmelerinden tanınabilmişti. Kaynaklardan bir kısmı, XI. Konstantin’in ölümüyle birlikte Paleologos hanedanının erkek soyunun sona erdiğini söyler, ancak gerçek böyle değil.
XI. Konstantin’in erkek kardeşi Vitos’un iki oğlu, Konstantinopolis’i ele geçiren ve kendini “Kayzer-i Rûm” ilan eden Sultan Mehmet tarafından esir edilmişti. Genç yaştaki iki Paleologos (muhtemelen gönülsüz olsa da) Müslüman olmuş ve Enderun’da eğitime alınmıştı. Sultan Mehmet’in bu uygulaması, saf değiştiren eski efendilerini gören yerli halkın, yeni efendilere daha kolay boyun eğmesi amacıyla çeşitli devirlerde uygulanmış bir politikaydı.
İki kardeş Enderun’dan sonra sivil ve askerî bürokrasi içinde hızla yükselmişti. “Has Murat Paşa” adıyla tarihe geçen küçük kardeş, genç yaşta Rumeli Beylerbeyi olmuştu. Güçlü bir vezir ve cesur bir komutan olarak Sultan II. Mehmet’le birlikte Akkoyunlu seferine katılmış, Otlukbeli’ndeki savaşta Türkmen süvarilerinin attığı bir okla hayatını kaybetmiş, Doğu Roma tahtının varisi olarak geldiği dünyaya, Aksaray’da kendi ismini taşıyan bir cami ve külliye bırakarak, bir Osmanlı veziri olarak veda etmişti.
Büyük kardeş Mesih Paşa ise devletin çeşitli kademelerinde görev almış, hem II. Mehmet, hem de II. Bayezid dönemlerinde vezirlik yapmış, bir süre sadrazamlık görevini yürütmüş, Rodos seferine katılmış, son olarak ileri yaşında Galata’da çıkan bir yangının söndürülmesi çalışmalarını yürütürken, patlayan bir barut cephaneliğinden fırlayan bir taşın çarpmasıyla ölmüştü.
Irkçıların sefaleti
“Müslümanlar ve zenciler geleneklerimizi bozuyor” açıklamasıyla infial yaratan Avustralyalı ırkçı politikacı Pauline Hanson, bir süre önce Sunday Mail gazetesinin talebiyle DNA testi yaptırdı. Pamuklu çubuktaki DNA’sı Amerika’da DNA Print adlı şirkete gönderildi. İngiliz ve İrlandalı kökeniyle övünen Hanson’ın yüzde 9 Ortadoğulu, yüzde 32 İtalyan, Yunan veya Türk ve yüzde 59 Kuzey Avrupalı olduğu anlaşıldı. Hanson bu durumu savaşlara ve tecavüzlere bağladı ve “Bu kız yine de yüzde 100 Avustralyalı” dedi. Ancak bu, tabiri caizse, bir züğürt tesellisi olarak tarihteki yerini aldı.
Bizim ırkçılarımız da daha dikkatli olmalı. “Kahpe Bizanslılar”dan söz ederken, o övünüp durdukları şan ve şeref dolu tarihlerinin yaratıcılarının aslında o “kahpelerden”, daha da acısı, kendi atalarının bizzat o “kahpelerden” biri olduğu gerçeğiyle yüzleşebilirler. Ne diyelim, aman dikkat!
“Bu kız yine de yüzde 100 Avustralyalı, bu necip millet yine de yüzde 100 ırkçılığa karşı!”
Evet, hepimiz 140.000 yıl önce yaşamış bir kadının torunlarıyız, evet, bütün insanlar göçmen, kimse bulunduğu coğrafyaya milyon yıl önce yerleşip kurulmamış. Evet, bütün DNA analizleri ırk diye bir şeyin olmadığını ortaya koyuyor. Ama yine de ırkçılık bitmiyor! Hatta daha da azıyor.
Yüz yıl önceki Amerikalılara günün birinde bir siyahın ABD başkanı olacağını söyleseniz inanmazlardı, inandıkları durumda da zencilerin başkan olabildiği bir toplumda ırkçılığın tamamen bitmiş olacağını düşünürlerdi. Obama iki dönem başkanlık yaptı, ama siyahlara karşı ayrımcılık ve ırkçılık bitmedi… Neden?
Bunun bir sebebi, ırkçılığın pek çok şeyle bir arada bulunmasından: Yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, statü ve mülkiyet korumacılığı, yabancı korkusu, cehalet, paranoya, bütün toplumların farklı özellikleri ve ruhları olduğunu vehmeden özcülük ve tabii milliyetçilik… Ekonomik zorluklardan da beslenen ırkçılık, her zaman açıkça kendini göstermeyebilir, hep arkaplanda durabilir.
Türkiye’de örneğin, sorsanız hiç kimse ırkçı değildir, en has ırkçılar bile milliyetçi olduklarını düşünür. İşin ilginci, köle ticaretinin ve evlerde, sarayda, malikânelerde köle kullanımının bu kadar yaygın olduğu bir coğrafyada, asla köleciliğin olmadığı iddia edilir. Oysa olmayan, sadece kölelerin büyük çiftliklerde, plantasyonlarda çalıştırılmasıdır. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun tarihî romanları, Yeşilçam’ın tarihî filmleri buram buram ırkçılık kokar, Arap kelimesi bir sürü deyimle, ama tek başına da bir aşağılama olarak kullanılır, ama biz ırkçı değilizdir!
Koskoca Türk Tarih Tezi (Anadolu ezelden beri Türk’tü, aslında bütün dünya Türk), aslında ırkçılığın üstünü örten ideolojik bir kılıftır, ayrıca Paleologosları ve bütün öteki akrabalarımızı unutmamızı sağlar. Cüneyt Arkın’ın en ünlü repliklerinden biri, kendisine aşık olan Bizans prensesine hitabıdır: “Kahpe Bizans’ın yiğit güzeli!” Sonradan Müslüman olup Cüneyt’le evlenme ihtimali de olan bu yiğit güzel bir istisnadır tabii ki, ama bizim ırkçı olmadığımızı, aslında entrikacı ve kötü olmasalar öteki Bizanslıları da kucaklayabileceğimizi gösteren önemli bir istisna.
Yiğit güzel kelime-i şehadet getirir getirmez ırk meselesi hallolur (hallolmuş gibi olur), bu da ırkçılığın tarihinin ırktan çok eski olduğunu gösteren sayısız örnekten biridir. Irkçılık, ırktan önce de vardı, ırk denen şey günümüz bilimi tarafından tamamen imha edildikten sonra da devam edecek. Ama neyse ki biz milletçe ırkçı değilizdir!
M. A.