Ahmet Eken
Namus Cinayetleri, Sarhoş Kavgaları –
II. Abdülhamid Döneminde Şiddet
Roger A. Deal
Çeviren Zeynep Rona
Kitap Yayınevi, 2017
Sözünü etmek istediğim kitap, II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) şiddet konusunda yapılmış bir araştırma. Girişinde şu satırları okuyoruz: “Bu araştırma için II. Abdülhamid dönemi İstanbul’unu seçmemin birkaç nedeni vardır. 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın yarattığı çöküntünün izleri hâlâ sürmekle birlikte, imparatorluk (bu dönemin büyük bölümünde) barış içindeydi. Hükümet birçok şeyi parlak bir cilayla örtebilecek kadar güçlüydü, ama bu cila sık sık sıyrıldığında altındaki ilginç olgular açığa çıkabiliyordu.” Yine kitabın konusuyla ilgili olarak, daha önceki satırlarda da şu bilgi yer alıyor: “Bu çalışma her ne kadar kişiler arasındaki şiddet ve suç üzerine olsa da, aslında yalnızca toplumun kıyısında yaşayan kişiler ya da gruplarla ilgili değildir. Suçluların ve şiddet kurbanlarının çoğu toplumun kıyısında yaşayan kişilerdir ve bu araştırma bu nitelikteki bazı gruplarla ilgili kimi ipuçlarına ulaşmamızı sağlar. Ama şiddete bulaşan insanların çoğu toplumun ana katmanlarından gelmektedir. Bu çalışma, toplumun sınırları dışına itilmiş insanlardan çok, toplumun her katmanında karşılaşabileceğimiz sıra dışı bir toplumsal ve kültürel davranış türü üzerinedir. Siyasal güdümlü şiddeti bilinçli olarak bu çalışmanın dışında bıraktım. Abdülhamid İstanbul’unda önemli bir yer tutan siyasal şiddet başlı başına bir araştırma konusudur.”
İlerleyen sayfalarda, Osmanlı İmparatorluğu hakkında bazı bilgiler veren yazar, daha sonra sözü İstanbul’da yaşanan şiddet ve bu olayların başlıca aktörlerine getiriyor. İlk olarak kabadayılar ve külhanbeyleri konusunu ele almış. Şöyle diyor: “Şiddet türlerinin ve düzeylerinin kabul edilebilirliğine dair ahlakî değerler 19. yüzyıl boyunca büyük ölçüde değişmişti. Toplumun geniş bir kesimi devletin meşrulaştırdığı şiddeti (örneğin, polis ve ceza sistemi) benimsemekte ve kişiler arası şiddetten kaçınmaktaydı. Ancak bu gelişmeye karşın, İstanbul halkı içinde şiddete bakış açıları daha eski bir dönemin eğilimlerini yansıtan gruplar hâlâ vardı. Bunlar, kökleri genç Yeniçeri kültürüne dayanan kabadayılar ve külhanlarda yaşayan kimsesiz erkekler, külhanbeyleriydi.”
Mahallelinin onuru
Bu gruplar içinde kabadayı daha seçkin olanıydı “onur konusunda sahip olduğu katı kişisel kurallar” bu insanların başlıca özelliğiydi. Mahallenin kabadayısı anlaşmazlıkları gidermek için yalnızca öneride bulunmuyor, aynı zamanda önerisini kabul de ettirebiliyordu: Sorun olduğunda başvurulan bir kişi, hem mahallenin hem de mahallelinin onurunun koruyucusu. Mahallenin onuru aynı zamanda kendi onuru demekti. Yöredeki gençlerin taşkınlıklarını engelleyip kuşkulu görülen bir eve imamın da katılımıyla baskın yapabiliyor, iş bulma konusunda mahalleliye yardım etmesi bekleniyordu.
Ancak kabadayı gerek gördüğünde şiddet kullanabilen bir kişi, mahallenin zorbasıydı. “Mutlak otoritesi, yumruklarının ustalığı ve gücüyle ya da aşırı durumlarda bıçağı ya da tabancasıyla istediğini kabul ettirme becerisine dayanıyordu.” Ama şiddet yöntemlerinde de bir hiyerarşi vardı: Bir tokat, yumruk veya sandalye darbesiyle rakibi saf dışı bırakmak, gerekli olduğu zaman bıçağı bile öldürmek amacıyla kullanmak. Yazar, “Tercih edilen hedef kaba etlerdi,” diyor, “hasmını kaba etinden bıçaklamak hem bıçaklayanın ustalığını gösteriyor hem de onu küçük düşürmek anlamına geliyordu.”
Kabadayıların bir başka özelliği de, aralarındaki sorunları devletin adalet sistemine başvurmadan çözmeleriydi. Resmî yetkililer karşısında net bir konumları olmayan bu insanlar gerektiğinde şiddet kullanarak konumlarını muhafaza etmeye çalışıyordu.
Dilenciler loncası gibi
Kabadayılar şiddet kültürünün seçkinleri olup toplumun gözünde olumlu kişilerdi. Külhanbeyler ise böyle kabul edilmiyordu. Kökleri büyük bir olasılıkla 17. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan ve 1846’ya kadar süren bir “evsiz-barksız erkekler teşkilatına” dayanıyordu. Hamam külhanlarında barındıkları için kendilerine “külhanbeyi” denirdi. Kitapta yer alan bilgileri okuyalım: “Bir noktada belki dilenciler loncası gibiydiler, ama sonraları ufak tefek hırsızlıklar yapmaya, dükkân sahiplerinden küçük haraçlar toplamaya ve benzer işlere başlamışlardı. Örgütlü oldukları zamanlarda toplum dışı kişileri kendine çeken bu loncanın bir özelliği de yeni gelenlerin yetim olmasıydı. 1846’da bunların hepsi toplandı, bazıları (yaşı uygun olanlar) askere alındı, diğerleri de devlet fabrikalarında çalıştırılmaya başlandı.”
Genellikle üretken olmayan bu bireyler zaman içerisinde şiddet dünyasının bir parçası haline gelmişti. İşsiz veya geçici işlerde çalışan, sarhoşluk, sarkıntılık, kavga çıkarmak veya hırsızlık, soygun, yaralama hatta cinayete kadar uzanan suçlar işleyebilen bu güruh, İstanbul’un başlıca sorunlarından biri olmuştu. Zaman zaman giyim kuşamlarıyla kendilerini kabadayıya benzetseler de, yaşamlarını sürdürebilmek için her yolu mubah sayan bu insanlar ile kabadayılar iki farklı gruptu. Kabadayılar bir istikrar unsuru iken, külhanbeyler huzur kaçıran kişiler olmuştu. İlkinin önde gelen meselesi mahallenin, mahallelinin ve kendi onurunun korunmasıyken, ikincisinin böyle bir meselesi yoktu ve kötülük varlığının ayrılmaz bir parçasıydı.
Kabadayı ve külhanbeylerinin bir başka özelliği de, bazı mekânlarla yakın bağlantı içinde olmalarıydı. Bunlardan önde geleni kahvehanelerdi. “Mahallenin kabadayıları çoğunlukla kahvehaneleri üs tutar, böylece yardım ya da akıl isteyenler ya da görülecek hesabı olanlar onları nerede bulabileceklerini bilirdi. Kahvehaneler oturulup konuşulabilecek, oyun oynanabilecek ve hoş zaman geçirilebilecek yerlerdi. Bazılarında çalgılı eğlenceler de olurdu. Ayrıca pek çok kabadayının kendi kahvehanesi vardı” diyen yazar, kahvehanelerin dışında meyhanelerin, gazinoların, birahanelerin ve geneleverin de bu dünyanın bir parçası olduğunu belirtiyor.
Ruhsat almak koşuluyla yasal olarak işletilen genelevler, bazen bazı kişilerin tek bir kadını sahiplendiği, bazen bu hayatın dışına çıkardığı, bazen de koruma gerekçesiyle istismar ettiği yerlerdi. Bir başka deyişle, suç dünyasına bitişik bir yerde varoluyorlardı. Anlaşmazlıklar, haraç alıp verme, terk etme, sonu adliyede biten olaylara neden olabiliyordu. Yazar, gazetelerden derlediği bazı olayları kitabına almış. Bunlardan bir tanesinde, meyhanede garson olarak çalışan bir kadının, kendisini dost tutmak isteyen bir kişi tarafından dövülüp bıçaklandığını okuyoruz. Bir başkasında da kadın meselesi yüzünden birbirine giren iki kişiden birinin yaralanıp diğerinin öldüğünü…
Çalışmada “kabadayılar[ın] yalnızca Osmanlı kentlerinde” olduğu belirtiliyor, ancak bu sonuca nasıl varıldığı konusunda herhangi bir gerekçe okumuyoruz. Paylaşmadığım bu görüş havada kalmış gibi. Yazarın da dediği gibi, “daha fazla araştırma yapılması gerekiyor.”
Her türlü hırsızlık
Şehirde görülen şiddet olaylarının tek sorumlusu sadece kabadayılar ve külhanbeyleri değildi. Onların sorumlu olmadığı şiddet olayları da yaşanıyordu. Yazar bu tür suçlar için, “işlenen suç miktarı açısından kabadayılar ve külhanbeyleri kadar geniş ya da önemli” olmadıklarını belirtiyor. Bu tespitlerin gerekçelerinin neler olduğunu ise belirtmemiş.
Bazı etnik ve kültürel grupların (Arnavut, Çerkes…) işledikleri suçların daha çok onur, namus gibi nedenlere dayandığını görüyoruz. Rus işgali nedeniyle Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan gelenlerin, şiddetin yoğun olarak yaşandığı ortamlardan gelmiş olması bu göçmenlerin geleneksel davranışlarını İstanbul’da da sürdürmelerinin başka bir nedeni.
Bir başka suç türü de hırsızlık. Yazar bu konuyu “Açgözlülük” başlığı altında ele alıyor. Okuyalım: “Açgözlülük daima şiddeti tetikleyen önemli bir unsur olmuştur ve bu Abdülhamid dönemi İstanbul’unda da geçerliydi. Soygunculuk, yankesicilik ve gasp da dahil, her türlü hırsızlık çok yaygındı. Hırsızlık vakalarının çoğu şiddet içermemekle birlikte, bazı hırsızlık olayları şiddeti beraberinde getiriyordu.” Kitapta bu tür olayların gazetelere yansımış olan örnekleri yer alıyor. Ancak, hırsızlığı sadece açgözlülükle ilişkilendirmek, yoksullukla ilişkisini göz önüne almamak kuşkusuz sorunlu bir yaklaşım.
Kitabın bu bölümünde kaçakçılık, özellikle tütün kaçakçılığı, cinsel şiddet, öfke, intikam ve aile içi şiddet gibi konuları ele alan yazar, bazı gazete haberlerini aktarmayı da sürdürüyor.
Dönemin İstanbul’unun asayiş durumunu araştıran Roger Deal, kitabın sonuç bölümünde şöyle yazıyor: “Abdülhamid döneminde İstanbul nüfusunun büyük bölümü şiddetin doğrudan muhatabı değildi, bu nedenle kişiler arası şiddet olaylarının miktarı abartılmamalıdır. Şiddet olayları az çok her gün olabiliyordu, ama gazetelere haber olacak kadar yaygın değildi. Öte yandan gerçekten de şiddet olayları meydana geliyordu ve İstanbul nüfusunun hatırı sayılır bir kesimi için yaşamın bir parçasıydı. Birçok başka insan için ise, yaşamlarında karşılaştıkları bir defalık bir olaydı…” Benim naçizane merakım şu: Yazar, “şiddet olaylarının miktarı abartılmamalıdır” derken, bu tespiti hangi bilgilere dayandırıyor? Daha kitabın ilk sayfalarında yer alan “Kaynaklar” bölümünü okuduğumuzda görüyoruz ki, çeşitli nedenlerle yazar arşivlerde çalışırken önemli sorunlar yaşamış. Kitapta az sayıda, tahminî sayısal bilgiler dışında istatistik bilgi bulamıyoruz. Kabul edilebilir suç miktarının ölçüsü nedir? Bu soruların cevabı olmadıkça “abartılmamalıdır” demek kanımca doğru değil.
Ve bir merak daha: Acaba kitabın çevirmeni çeviriyi bitirdikten sonra eline alıp hiç okudu mu?