Kadir Dağhan
Eylül ayında Van’da geçirdiğim üç günün sonunda başkente döndüğümde empati denen olgunluğun henüz bu coğrafyaya çok uzak olduğuna bir kez daha şahit oldum.
İnsan yaşamında acı ve tatlı, unutmadığı, unutamadığı, unutmak istemediği zaman dilimleri vardır. Benim içinde bunların başında 1967-1971 yılları arasında Van Sağlık Koleji öğrencisi olduğum yıllar gelir.
Beni yaşama hazırlayan dört yılımı geçirdiğim Van Sağlık Koleji’ne zamanda yolculuk yapar gibi anılarımızı yakalamak üzere aynı yıllarda okuyan yaklaşık otuz arkadaş, eşlerimizle birlikte 22 Eylül 2017 de Van’a gittik. Van yılları özlemini gidermek üzere Vanlı meslektaşlarımız ve ilk mezun olan abilerimizin organizasyonu üstlenmeleri üzerine bu kararı aldık. Ne kadar isabetli bir karar olduğunu Van’da geçirdiğimiz rüya gibi üç gün içinde anladık ve gördük.
Bavullarımızı otel odalarımıza bırakır bırakmaz sanki sözleşmişiz gibi okulumuzun olduğu alana koştuk. Ciğerimiz söküldü, kalbimiz durdu sanki.
Okulumuz yerinde yoktu! Yıkılmış, yerine başka binalar yapılmıştı.
Hüzünlendik, ağladık, gözyaşlarımızı birbirimizden saklayamadık.
Ancak güneşiyle, temiz havasıyla, berrak renkleri ve
değişmeyen insan sıcaklığıyla Van yerindeydi.
Van’ın değişmez kültürü olan çay ve çay ocaklarından bulabildiklerimizde uzun
uzun oturduk. Anılarımızı tazeledik. Çay ocaklarının mekânı, dizaynı ve
binaları değişmiş olsa da insan sıcaklığı aynıydı. Ama Hırdavatçı Mişon Amca’nın
dükkânı yerinde yoktu. Kendisi de gideli çok olmuştu. Mişon Amca’nın dükkânı öğrenci
evimiz gibiydi. Paramız olsun olmasın her şeyi en ucuza ondan temin ederdik. Sanki
dükkânını öğrenciler için açmıştı.
Bazı başka tanıdıklarımız, dost insanlar ve mekânlar da yoktu. Çoğunu deprem yıkmıştı.
Biz alışıktık, ama “Siz bizim
misafirimizsiniz” diyerek hesap almayı reddeden esnafı eşlerimiz şaşkınlık
içinde izledi.
Şehirdeki huzuru ve gidilen her yerde misafirperverlikten ödün vermeyen Van
halkını da aynı şaşkınlıkla izlediler. Onlara anlatılandan çok farklıydı görüp
yaşadıkları.
Kimliksiz bir kartal heybetiyle duran Hoşap ve Van kalesi acaba başka bir ülkede
olsaydı nasıl olurdu kıyaslamasını ilk kez gelen eşlerimiz ve dostlarımız aynı
şaşkınlıkla yaptı.
Hoşap kalesinde 17 yıldır kazı yapan arkeoloğun
anlattıkları şaşkınlıklarını daha da arttırdı.
Van Gölü’nün eşsiz mavisinin ortasında kimliksiz bir inci gibi duran Akdamar Adası’nın
hüznüne ve güzelliğine tanıklık ettiler. Öğrencilik yıllarımda gördüğüm ada ve
tarihî kilise restore edilmiş, koruma altına alınmıştı. Buna çok sevindim.
Doğup büyüdüğü topraklardan uzak kalan ya da uzaklaştırılan ve son günlerini
yurt dışında yaşayan bir insanın son isteğini yerine getirmek için gelen torun
ve çocuklarının plastik şişelere gölün suyunu doldurduklarını öğrendiğimde
“Kardeşime selam söyleyin” diyebildim ancak. Ben Ermenice
bilmiyordum.
Benimle konuşan delikanlı da birkaç kelimenin dışında
Kürtçe veya Türkçe bilmiyordu. Dedesinin yaşadığı Gevaş tarafını işaret ederek
zorlukla da olsa derdini İngilizce anlatabiliyordu ancak. Ben de anlattığı
kadar anlayabiliyordum. Dedesi biraz da toprak istemiş onlardan. Adaya çıkmadan
önce toprak kısmını halletmişlerdi. Böylece dedesinden dinlediği anıların
geçtiği yerleri yakından görmüş. Benim yerime dedesine sarılması için, içlerinden
birine sarıldım. Gözyaşlarıyla vedalaştık.
Tüm renklerin berraklığını, güneşin ve insanların sıcaklığını 45-50 yıl öncesi
anılarımla birleştirerek bir daha yaşadım Van’da.
“Söylenenlere inanmayın. İftiracılara, manipülasyonlara kanmayın. Mutlaka
gidin. Gözlerinizle görün” diyeceklerine söz verdi Van’a ilk gelenler.
Dönüşte otogardan evimize gitmek üzere bindiğimiz taksinin sürücüsüyle
gördüklerimi paylaşmak istedim. Yanıtı şöyle oldu: “Bölücü hainlerin
memleketini ne övüp duruyorsunuz. Çok sevdiyseniz orada kalsaydınız.”
Sadece yutkundum. Ne çok tanık oldum, ne çok karşılaştım bu davranışlarla
yaşamım boyunca.
Eşim verdiği sözü hatırlatırcasına gereken cevabı beklemediğim bir tonda vermiş olsa da ben muhatap olmayı gereksiz buldum. Ya da farkında olmadan susmuştum. Empati yoksunu, tekçi, inkârcı, ötekileştiren zihniyetlerin ektiği zehirli tohumların ürünüydü bu.
Eşimin “Asıl bölücü sizsiniz. Bölücü, terörist diye diye ülkeyi böldünüz” diye haykırmasını da empati umutlarımın bir parçası olarak gördüm ama. Bu tepkiyi çok önemsedim.
Güneşin doğduğu ve yükseldiği topraklara bakamadığı için hep karanlık
gören, karanlık gözlerden empati beklenebilir mi, bilemiyorum. Ancak
unutulmasın. Güneş doğudan hiç batmıyor.