Türkiye günümüzde dünyada en fazla mülteciyi barındıran ülke konumunda. Çoğunluğu “geçici koruma” kapsamında olan 3,2 milyon civarındaki Suriyeli mültecinin yanı sıra, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) kayıt yaptırmış ve çoğunluğu Afganistan, Irak, İran, Somali ve diğer ülkelerde gelen yaklaşık 350 bin “uluslararası koruma” altında mülteci var. Halen herhangi bir korumadan faydalanmayan ve kayıt dışı yaşayan mültecilerle birlikte Türkiye’deki mülteci nüfusu çoktan 3,5 milyonu geçmiş vaziyette.
Buna karşılık Türkiye Cumhuriyeti Türkiye’ye sığınan mültecilere bazı temel hakları tanıyan temel bir kanunu, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nu (Kanun No. 6458, Kabul Tarihi: 4/4/2013) ilk kez 2013’te kabul etti ve 2014’te yürürlüğe koydu. (Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’ndan önce mültecilere bir hak tanıyan tek mevzuat ünlü 1994 yönetmeliği idi. Türkiye, 1951 Mültecilerin Hukukî Statüsüne Dair BM Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafî çekinceyi halen korumakta ve sadece Avrupa Bölgesinden gelenlere mülteci statüsü vermekte, diğer bölgelerden gelenlere farklı tanımlar ve hükümler altında muamele etmektedir. Cumhuriyetin ilk zamanlarındaki son derece ayrımcı ve ırkçı hükümler içeren “İskân Kanunu” (1934) ise “mülteci” lafının geçtiği tek kanundur ve mültecilere herhangi bir hak tanımamaktadır.)
Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile beraber yine ilk kez konuyla ilgili olarak İçişleri Bakanlığı’na bağlı olarak çalışan bir de kurum kuruldu: Göç İdaresi Genel Müdürlüğü. Göç İdaresi, Stratejik Planını daha henüz geçtiğimiz Haziran 2017’de ayında hazırlayıp sundu, fakat halen ortada izlenebilir, bütçelendirilmiş somut bir eylem planı yok. Dahası, Türkiye’nin yaygın insan hakları ihlalleri, anti demokratik uygulamalar, silahlı çatışmalar, ekonomik ve diğer sosyal sorunlarla karşı karşıya olduğu bir kriz döneminden geçtiğimiz çok açık. Geçtiğimiz dokuz aylık dönem içinde sadece Suriyeli mültecilere 23 linç vakası gerçekleşti. Bu linç vakalarının bazıları ölümle sonuçlandı. Toplumda Suriyeli mültecilere karşı her an yeni linç girişimlerine yol açabilecek belirgin gerginlikler var.
Halen 500 bin Suriyeli çocuk okul dışında ve çocuk işçi olarak çalışıyor. Suriyeli mülteci kadınlara ve çocuklara yönelik taciz ve tecavüz vakaları da cabası. Üstelik bu sadece Suriyeli mültecilerle sınırlı değil. Göçmen Kadınlarla Dayanışma Grubu’ndan Emel Coşkun’un Bianet’te yayınlanan ve Ugandalı mülteci bir kadın olan Fatuma’nın öyküsünü konu edinen yazı bunun somut bir örneğini sunuyor (14 Ekim 2017, https://goo.gl/EcY9af). Avrupa Birliği’ne ulaşmak için denizde yitirilen yaşamları sanırım hatırlatmaya bile gerek yok.
Niye Türkiye?
Peki bu olumsuz tablo içinde mültecileri Türkiye’ye çeken ve Türkiye’yi mültecilerin en fazla sığındığı ülke haline getiren şey ne? Bu soruya birkaç şekilde cevap vermek mümkün. Bunlardan ilki kuşkusuz Afganistan, Irak ve Suriye’de devam etmekte olan silahlı çatışmalar. Irak ve Suriye ile komşu olduğumuzu ve en uzun kara sınırımızın Suriye ile olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Söz konusu ülkelerde yaşanan insanî krizlere İran’ın baskıcı teokratik rejimini ve Suriye’deki Esad otokrasisini de eklediğimizde karşımıza en fazla mülteci aldığımız dört ülkenin profili az çok ortaya çıkmış olmaktadır. Adı geçen ülkelerdeki olumsuz koşullar insanları daha kötü bir durumdan daha az kötü bir duruma geçiş için motive ediyor görünmektedir. Bir tür ehven-i şer söz konusudur.
İkincisi, Türkiye’nin halen AB’nin refah ülkelerine giden yolda bir geçiş yolu olmasıdır. Bu nedenledir ki her yıl on binlerce mülteci resmî olmayan yollardan AB ülkelerine geçerken yollarda, denizlerde veya sınırlarda güvenlik görevlilerince yakalanarak ya sınır dışı edilmekte ya da korumasız bir şekilde ortada kalmaktadır. Ancak bu durum Türkiye’nin bir geçiş ülkesi olmasının yanı sıra artık giderek artan oranda kalıcı bir sığınma yeri olması durumunu açıklamamaktadır. Geçtiğimiz üç yıllık süre içinde özellikle de 2014’ten itibaren Türkiye’deki mülteci nüfusu hızlı bir şekilde artarak son hâlini aldı. Yapılan araştırmalar önemli bir mülteci nüfusunun kendi ülkesine dönmek istemediğini veya başka bir üçüncü ülkeye de gitmeye niyetli olmadığına dair güçlü göstergeler barındırıyor. Sadece Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’den (BMMYK) randevu almak için yaklaşık altı yıldır bekleyen mültecilerin varlığını düşündüğümüzde, Uluslararası Koruma’nın sonuçlarını da tahmin etmek pek güç olmayacaktır. Dolayısıyla sorduğumuz soruya vereceğimiz ikinci cevap fiili bir durumun olduğudur.
Ancak bu cevaba bağlı olarak verebileceğimiz üçüncü bir cevap daha var. O da mültecileri koruyan ya da koruduğu varsayılan ve sığınma usullerini düzenleyen uluslararası sitemin vahametidir. Sistem kelimenin tam anlamıyla krizdedir. Burada, mülteci ya da göçmen krizi diye bir şey olmadığını ve mülteci ya da göçmenlerin krizlerin nedeni değil sonucu olduğunu bir kere daha hatırlatmakta fayda vardır. Ancak onları koruyan mekanizmanın da krizde olması mültecileri hepten korumasız bırakmaktadır. Uluslararası sitemin ve mekanizmaların krize girmesinin en büyük nedeni kuşkusuz bu mekanizmaları kuran devletlerin ve hükümetlerin ikiyüzlü politikalarıdır. Çok fazla uzağa gitmeden, Avrupa bölgesinde uygulanan bu ikiyüzlü politikalara ve özellikle de Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması’na bakalım.
“Sandalda yer yok”
Avrupa bölgesinde bu ikiyüzlü politikaların ilki ve belki de en önemlisi “mültecilerin araçsallaştırılması” diyebileceğimiz politikadır. İstediği yardımın yapılmaması durumunda Türkiye’nin AB’ye tehdidi mültecileri otobüslere koyup AB’ye göndermektir. AB’nin buna cevabı ise “Aman gönderme, al sana para vereyim” demek olmuştur. Bu, mültecilerle ilgili çözüm politikalarını “haricileştirerek” halletme telaşı içindeki AB’nin de işine gelmektedir.
AB kendi içinde bir mülteci politikası oluşturmak ya da var olan sığınma sitemini rehabilite etmek yerine, AB’ye komşu olan ülkelerle sınırlarına duvarlar örüp geri gönderme merkezleri inşa etmiş ve bu ülkelerin gelen mültecileri geri kabul etmesi için türlü anlaşmalar imzalamış, malî yatırımlar yapmıştır. Bunlardan ülkelerden biri de Türkiye. Bu nedenledir ki, AB Türkiye’deki insan hakları ihalelerine ve anti demokratik uygulamalara dikkat çektiğinde, Türkiye’den “Siz kim oluyorsunuz da bizi eleştiriyorsunuz” cevabını alıyor ve ardından malum tehdit geliyor: “Göndeririz mültecileri, ona göre”. Kısacası kendi içinde yükselen ırkçılıkla, göçmen karşıtlığıyla mücadele etmek yerine, AB mültecileri dışarda tutmayı tercih etmektedir.
Mülteciler ve göçmenler gerek Avrupa gerekse Türkiye’de artık seçim kampanyalarının bir parçası haline gelmiştir. Almanya ve Hollanda’da aşırı sağ partilerin temel politikası göçmenleri ve mültecileri Avrupa’dan kovmaktır. Aynı politikanın Türkiye’de sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir parti tarafından da kullanılması son derece acı vericidir. Türkiye’de sorun sadece hükümetin mültecileri araçsallaştırması değil, aynı şeyi ana muhalefet partisinin de yapıyor olmasıdır.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in 2015 yılında bir televizyon programında, sınırdışı edilme riski ile karşı karşıya olduğu için ağlayan Filistinli bir mülteci çocuğa verdiği cevap gerçekten ibret vericidir: “Almanya herkese yardım edemez.” Bu, ABD’li muhafazakâr yazar Garrett Hardin’in “cankurtaran sandalı” metaforunu kullanarak insanî yardımlara karşı çıkışının somut bir izdüşümüdür. Hardin’in yaklaşımı basittir: “Eğerzengin ülkeler taşıma kapasitesi sınırlı sandallarına batmak üzere olan yoksul insanları almak isterlerse, sandaldaki herkes batacaktır.” Bu anlayışta mültecilere ve göçmenlere sandalda yer yoktur. Onlara kalitesiz şişme botlarda denizlerde ölüm tehlikesini veya yakalanarak geri gönderilmeyi göze almak kalmıştır.
Sonuç olarak, büyük kalabalıkların mülteci veya göçmen olmalarına yol açan kriz durumları devam etmektedir: Savaşlar, baskıcı rejimler, adil olmayan gelir dağılımları, kıtlık, hastalıklar… Uluslararası toplum bu sorunlara ortak bir çözüm üretmek yerine yükümlülüklerini başında savuşturmayı tercih etmekte ve Türkiye de bunun bir parçası olmaktan geri durmamaktadır. Gelinen noktada gerçekten bir insanî krizle karşı karşıyayız ve bu kriz karşısında bizlerin her zamankinden çok dayanışmaya ihtiyacı var.