Onur Öztürk
Bugün Ankara Garı, 10 Ekim 2015 tarihinde yaşanan katliam nedeniyle acı bir olayla anılmaktadır. Diğer yandan, “İçinden tren geçen AVM” sloganıyla devreye sokulan yeni gar binası karşısında adeta ezik durmaktadır. Oysa, inşa edildiği tarihlerde ulusun ve devletin “büyüklüğünü” simgeleme iddiasıyla tasarlanmıştı. Çok katlı binalara pek rastlanmayan o dönemde bu algı pek de gerçek dışı değildi.
ANKARA’YA YENİ DEMİRYOLU
Ankara 1923 yılında başkent ilan edilip eski kentin hemen yanı başında yeni bir kent kurulunca adeta kentin geçmiş tarihine sünger çekilecek ve “Yoktan var edilen kent” söylemi dönemin Kemalist kadrolarının ürettiği, sonraki dönemlerde de ders kitaplarına giren bir mitos haline gelecektir. Oysa Ankara’nın tarihini objektif olarak inceleyenler görecektir ki, gerçekte kent tarihin farklı dönemlerinde önem kazanmıştır.
Roma döneminde Galatya eyaletinin başkenti olan Ankara, sonraki yüzyıllarda kendi adıyla anılan keçi sayesinde sof ticaretinin önemli merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Dünya kapitalist sisteminde 19. yüzyılda ortaya çıkan işbölümü ve İngiltere’nin öncülük ettiği tekstil sektörü Anadolu ekonomisini de şekillendirmiş ve Ankara’nın sof kumaşı bu durumdan olumsuz etkilenmiş, kent ekonomisinde zayıflama görülmüştür.
Kente 1892 yılında demiryolu gelmiştir. Demiryolu, Deutsche Bank’ın finansal desteğiyle oluşturulan bir Alman şirketi tarafından Anadolu-Bağdat demiryolu hattının bir şube hattı olarak inşa edilmişti. Böylece Ankara’nın uluslararası kapitalist sisteme entegrasyonu gerçekleşmiştir. Demiryolu aracılığıyla İç Anadolu tahılı ve diğer tarım ürünlerini önce Payitaht İstanbul, sonra dünya pazarlarına ulaştırma imkânı doğacaktı.
Demiryolunun kente ulaşması İstasyon yönünde gelişmeyi hızlandıracak, bugün Ulu semtine denk gelen Karaoğlan çarşısı gelişecekti. Karaoğlan çarşısında ilk modern otel olan Taşhan (Hotel D’Angora) inşa edilecek ve Osmanlı Bankası 1893 yılında Ankara şubesini açacaktı. Demiryolu sayesinde her ne kadar ekonomide hafif bir canlanma görülmüş olsa da, kent hiçbir zaman eski parlak günlerine dönmeyecekti. Bir de buna Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı sorunlar ve 1915 yılında kentteki Ermeni nüfusun zorunlu göç ve katliama maruz kalması, ardından da Ermeni ve Rum mahallesi başta olmak üzere Ankara’nın tarihi dokusunun neredeyse yarısını yok eden 1916 yangını kenti harap halde bırakacaktı. Ve 1920’lerin başında o ünlü söylemdeki “bakımsız bozkır kasabası” görüntüsü ortaya çıkacaktı.
ULUS DEVLET ve MİMARÎ
Şehirdeki Hıristiyan nüfusun yok denecek kadar azalması homojen bir ulus devlet ve millî burjuvazi yaratma peşinde olan Kemalist kadrolar açısından Ankara’yı kendileri için önemli bir laboratuvar haline getirecekti. Bu aşamada mimarîden kent planlamasına, kent mobilyalarından anıtlara kadar bütün mekânsal pratikler ulus devlet inşasında önemli işlevler görecektir.
1930’lu yılların ortalarına, 1940’ların ilk yarısına geldiğimiz zaman artık yeni bir mimarî üslup kentlerde hakim olmaya başlamıştır. Bu akımın şekillenmesinde bir yandan Avrupa’da faşizmin ve Nazizmin yükselmesi, bir yandan da faşizmin lider kültü etrafında ve devletin yüceliği esasına dayanarak geçmişe de gönderme yapan şoven milliyetçi bir siyasal anlayış zemin oluşturmuştur. Dolayısıyla bu dönemde inşa edilen binalar devletin ve dolayısıyla ulusun yüceliğini simgeleyen anıtsal yapılar olarak ortaya çıkar. Bu anıtsal yapılarda “millî” vurgunun öne çıkması için yerel kültürü temsil eden öğelere de dikkat edilmiştir ve binaların yapımında kullanılan kimi dekorasyon ve ikonografi ulusun “şanlı geçmişine” atıf yapmaktadır.
İşte Ankara’da da 1930’ların ortasında, mevcut istasyon binasının gelişen kentin ihtiyacını karşılayamadığı gerekçesiyle yeni bir gar binasının yapımına karar verilmiştir. Önceki dönemde İstiklal Mahkemesi başkanlığı da yapmış olan Ali Çetinkaya’nın Nafıa Vekili (Bayındırlık Bakanı) olduğu günlerde bu konuda Şekip Sabri Akalın mimarî tasarım için görevlendirilmiştir.
Şekip Sabri Akalın gar mimarîlerini incelemek üzere Avrupa’ya gönderilir. Özellikle Alman kentlerini gezen Akalın’ın projesini Stuttgart garından etkilenerek hazırladığı bilinmektedir. Müteahhitlik işi ise o dönemde devletten aldıkları inşaat ve demiryolu ihaleleri sayesinde zenginleşen Demirağ kardeşlerden Abdurrahman Naci Demirağ’a verilmiştir. (Diğer kardeş Nuri Demirağ’dır). Eski istasyon binası 1935 yılında yıkılarak yeni inşaatın temeli atılır ve çalışmalar başlar. Yeni binanın açılışı 30 Ekim 1937 tarihinde gerçekleşir.
Bina, kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda demiryoluna paralel olarak uzanmaktadır. Altı sütunla yükseltilmiş ana giriş ve ona eşlik eden tavanı yüksek hol ve bekleme salonu binaya anıtsallık katar ve yücelik duygusu verir. Salon içersinde de Millî Mücadele dönemi ve Lozan Antlaşması’na vurgu yapan çizimler öngörülmüştür. Sütunlarla yükseltilmiş girişin hemen iki yanında kale burcunu andıran kule şeklinde özellik de dikkat çekmektedir. Bu kulelerin Ankara Kalesi’nin Samanpazarı yönünden girişini andırdığı da iddia edilmiştir. Buna karşılık ana kütleyi tamamlayan daha alçak yan kütleleri ana binayı tamamlayıcı özellik gösterir. Bunun yanı sıra kompleksin hemen önünde de bir meydan tanımlanmıştır.
Ana kompleksi dik kesen bir de gar gazinosu düşünülmüş ve yatay uzanan gar gazinosu kütlesini dikey olarak kesen bir saat kulesi dengeleyici bir unsur olarak eklenmiştir. Gar Gazinosu için ayrıca şu notu düşmek gerekir: Burası Türkiye’nin ekonomik ve siyasî tarihi açısından da önemli bir mekândır. 1929 bunalımı sonrası sınırlı liberal ekonomi politikalarla sermaye birikiminin gerçekleşemeyeceği anlaşılınca, devletçi politikalarla burjuvaziyi güçlendirme politikaları çerçevesinde, bürokratlar ve dönemin kapitalistlerinin sık sık bir araya gelip iş görüştükleri bir mekân olması açısından Gar Gazinosu’nun Türkiye kapitalizmi açısından sembolik bir anlamı da olmuştur.
Garın kent merkezine ulaşım aksı ve çevredeki peyzaj planlaması da düşünülmüştü. Kente gelen bir ziyaretçiyi gardan çıkar çıkmaz Gençlik Parkı karşılayacak, böylece Gar, Gençlik Parkı ve Ankara Kalesi’nin görsel bir bütünlük oluşturması sağlanacaktı. Gar binasından kent merkezine giden caddenin ismi “Cumhuriyet Bulvarı” olacak ve bu aks Taşhan Meydanı’nda sonlanacaktı. Taşhan Meydanı zamanla Hakimiyet-i Milliye, daha sonra Ulus adını alacaktı. Ulus Meydanı’na 1927 tarihinde Henry Krippel tarafından hazırlanan atlı Atatürk heykelinin konulduğunu da eklememiz gerekir.
ULUS DEVLETİN MEKÂNSAL KURGUSU OLARAK GAR VE MEYDANLAR
Bu kent kurgusunun Cumhuriyet döneminde Anadolu’daki pek çok kent ve kasabanın temel şablonu haline geldiğini söyleyebiliriz. Valilik veya kaymakamlığın bulunduğu alan genellikle hükümet meydanı şeklinde anılmakta, bu meydanlara Atatürk anıtı eklenmekte ve meydan Cumhuriyet, İstasyon veya Atatürk adını taşıyacak bir cadde ile tren istasyonu ve gara bağlanmaktadır. Bu kentsel kurgu bir ölçüde modern devletin hakimiyetinin mekânsal karşılığını ifade etmektedir.
Kentlerde 1926-27 tarihinden itibaren Mustafa Kemal heykellerinin yaygınlaşması tesadüf değildir. İstiklal Mahkemeleri’yle muhalif İttihatçı kadroların bir bölümünün o yıllarda tasfiyesinin ardından (İttihatçılar arasında bir çatışma da diyebiliriz) Mustafa Kemal’in güçlenmesi çıkması, tartışmasız tek adam hâline gelmesi heykeller ve anıtlar olarak kent meydanlarında karşılığını bulacaktır.