Mustafa Arslantunalı
Atlantis, ya da “imkânsızlıklar dedektifi” Martin Mystère, çocukların çizgi roman okumaz olduğu bir dönemde, büyükleri de merakla peşinden sürükleyen “entelektüel” bir kitap dizisi. Neredeyse bütün mitolojileri, edebî gelenekleri, halk inanışlarını kullanarak son derece zengin, ilginç, “bilgi dolu” maceralar sunan Atlantis, bir yandan da son derece basit bir ikilem üzerinde ayakta duruyor: İyilerle kötülerin, Martin Mystère ile kara adamların mücadelesi.
“Sonra bu altın çağ sona ermiş… Ama nasıl? Bir gerileme sonucu… Homo Sapiens’i bugünkü duruma getiren bir dizi maddî çıkarlar sonucu.”
Bilge Kut Humi’nin Martin Mystère ile Sergey Orloff’a söylediği bu sözler (eski dizide 25. cilt), Atlantis‘in ana temasını özetler: Çook eskiden bir altın çağ yaşanmış, ama insanlar eski melekelerini yitirerek (“Yazının kullanımı insanları zihinsel tembelliğe itti”) eski uygarlıklarını mahvetmişlerdir – Cennetten kovuluş. Bu çöküntüdeki baş suçlunun “yazı” olduğunu bir çizgi roman kahramanının ağzından okumak pek ironik doğrusu: “Birbirlerinin ruhunu okuyabilen ve eşyanın doğasını tanıyan insanlar için yazı ne işe yaradı ki?”
Türkçe’de de artık Martin Mystèreadıyla yayımlanan Atlantis‘in İtalyan yaratıcıları, çizgi romanda sık rastlanmayan bu tür ironileri yapabilecek kadar okumuş-yazmış bir ekiptir, ama burada ironiden çok, bir “Altın Çağ” özlemini taşıyan geçmiş bütün efsaneleri Martin Mystère’nin maceraları arasına yerleştirme fırsatçılığı var…
Eski adı Atlantis olan Martin Mystère‘in önemli bir başarısı, bütün bu öyküleri çok titiz ayrıntılarla bezemesi. İstanbul’da geçen macerada, şehrin panoraması şaşılacak kadar düzgün verilir, hatta kahramanımız koşarken aradan bir bankanın tabelası farkedilir… Java’yla Martin Atatürk köprüsünde ayakta dikilip Süleymaniye’ye bakarlar… (Pek yapılacak şey değil tabii, turistler ne olsa.)
Bu titizlik sayesinde Atlantis, çizgi roman okurlarını “hayal alemi” konusunda bilgilendiren bir kaynak haline geliyor. Pek çok genç okurun Excalibur, Kral Arthur, Kelt inanışları, Annabel Lee ve daha pek çok şey konusunda ilk bilgiyi Atlantis’ten aldığını unutmayalım…
Adamımız Martin Mystère, sihirbazlar kralı Mandrake ile kamçılı defineci Indiana Jones’un bir karışımıdır: Tıpkı Mandrake gibi, Martin de Hindistan’daki gizli bir tapınakta, şu alemin bütün sırlarını Orloff ile birlikte öğrenmiştir. Daha sonra Orloff kötü olmayı seçince yolları ayrılmış, kardeşler birbirlerine düşman olmuşlardır. Kardeşliğin düşmanlığa dönüşmesi, sonsuz mücadele, ezeli rekabet…
Mystère’in Indiana Jones’a benzeyen yanıysa, onun gibi “bilim adamı” oluşu. Kendisi Dänikenvari ünlü bir yazardır. Sırlarla dolu her olayda ondan yardım istenir. (Maceraların birinde, Erich von Däniken de ortaya çıkar; beceriksiz ve saf bir tip olarak.) Ne var ki, Martin her seferinde Kara Adamlar’a yenilir, açığa çıkması istenen önemli sırlar her macerada kara adamlar tarafından gizlenir. Ama bu mutlak yenilgiler, imkânsızlıklar dedektifinin başarısızlığına işaret etmez, X Files dizisinde olduğu gibi, “Neler neler oluyor da haberiniz yok, yaşadığınız dünya bambaşka bir yer ve her şey sizden gizleniyor” mesajını bize vermek içindir.
Atlantis’in yaratıcı ekibi, akla gelen her türlü mitolojiyi, efsaneyi, edebî ve popüler ürünleri obur bir şekilde tüketiyor, kullanıyor. İşin hayret verici yanı, bütün bunları hayal gücünü hiçlemek pahasına yapıyor. Atlantis sayfalarında, Peter Pan’la Dracula gerçektir, Liliput diye bir yer sahiden vardır, bütün efsaneler Atlantis ve Mu’nun kıyasıya çekiştiği Altın Çağ’dan kalma anılar toplamıdır. Fıkralar bile, kadim bir nükleer savaşı başlatacak şifreler olarak bir merkezden yayılır dünyaya. Yani bu dünyada insanlar hayal gücünden yoksundur aslında, yaratılan her şey ya Altın Çağ’dan kalmadır ya da uzaylılar eliyle getirilmiştir dünyaya. Swift bile adı Jehro olan bir uzaylıdır ve Gulliver’in gezileri Marco Polo’nunkilerden daha az uydurmadır!
İnsan emeği de horgörülür, muazzam olan her şey ya uzaylıların ya Atlantisliler ile Mu’da yaşayanların, o da olmazsa mistik, gizemli güçlerin eseridir. Kısaca, her şey ama her şey bir komplodur.
Laurel-Hardy, Edison-Tesla, Franz Kafka, Flash Gordon, Robin Hood, Oz büyücüsü, Orson Welles… Gerçek ya da hayalî bütün figürler, Martin Mystère’in zengin figüran kadrosunda yer alır. Aynı figürün değişik maceralarda farklı komploların kahramanı olarak karşımıza çıktığını görebiliriz. Komploların yanlışlanamaz bir kapalı kutu olarak kendi iç tutarlılıkları insanların birbirleriyle hiç bağdaşmayan birkaç komploya birden inanmasını engellemiyorsa, komplo makinesi gibi bir çizgi romanda nasıl engellesin?
Burada tutarlılığı sağlayan bir temel anlatı vardır zaten: Bütün renkli hikâyeler ve karışık maceralar, devasa komplolar, sonunda Martin’le Orloff’un kavgasına ve her taşın altından çıkıp “Altın Çağ’ın bilinmesini önlemek isteyen” kara adamlara gelip dayanır. Her şey bir komplodur, ama aslında tek bir komplo vardır, öteki küçükler onun elçisidir, çeşitlemeleridir. Geleneksel çizgi romanın mekanizması uyarınca macera bittiğinde başa dönülür, “maç başladığı gibi biter”, bir ilerleme olmaz. Gizemler, olağanüstü ve inanılmaz olaylar hakkında, maceranın sonunda Martin’in elinde hiçbir kanıt kalmaz. O da bazen oturur, bunları bir hikâye haline getirir; tıpkı Mary Shelley ya da Bram Stoker gibi! Modern dünyanın üzerinde, edebiyatçıların, efsane üreten isimsizlerin oluşturduğu bir derin bilgi katmanı bulunmaktadır…
Komplo teorilerinin bütün rahatlatıcı öğeleri yerli yerindedir burada da. Birkaç komploya tercüme edilerek basitleştirilmiş, korkunç olsa bile anlaşılırlığıyla rahatlatıcı bir dünya. ‘Karmaşık’ bir olay örgüsü, sonra bütün her şeyi ayrıntı düzeyine indirgeyen güçlü, kirli ve maksatlı bir özne: Kara adamlar, bizim masumiyetimizin garantisidir.
Kara Adamlar (Men in Black), tembelliğimizin de garantisidir: Martin Mystère’in bile başa çıkamadığı güç odaklarına karşı biz ne yapabiliriz ki? Komplo teorilerinin toplumsal örgütlenmenin zayıflamasına, geleceğe ilişkin umutların azalışına, kitlelerin kendi güçlerine inancının kayboluşuna eşlik etmesi bir tesadüf olabilir mi? Kesin komplodur, değil mi?
Türkiye’de çizgi roman pahalı, günlük gazeteler çok daha ucuz ve her gün yepyeni yaratıcılıklar sergiliyorlar. Ortalık komplo teorisinden geçilmezken, Martin Mystère ilginçliğini kaybedecek diye korkarım. Tabii, ne yerli ne de millî olan bu çizgi romanın bizzat kendisi de Türkiye üzerine oynanan oyunların bir parçası değilse?
———– ÇERÇEVE YAZI ——-
Martin, Diana, Java
Bir çizgi roman hakkında ilk elden fikir verecek karakterler, aslında daha çok ikincil olanları ve onların esas kahramanla ilişkileri… Yardımcı karakterler ne kadar kötü ve karikatürize çizilmişse, “esas oğlan” o kadar abartılır ve süper kahramana dönüşür çünkü. Böyle bakıldığında, başka söze gerek kalmadan, Tarkan ile Karaoğlan arasındaki gömlek farkını görebiliriz: Tarkan’ın yardımcı karakterleri, hiç sevişmediği sevgilisi Bige ile cüce Kulke’dir. Hatta Tarkan’ın kurdu, maceralarda bu ikisinden çok daha aktif bir rol oynar her zaman. Bige ile Kulke, ancak kurtarılmak içindirler. (Sezgin Burak’ın daha sonra eklediği Tarkan’ın kardeşi Tan’ı saymayalım, o Tarkan’ın karbon kopyası.) Karaoğlan ise, babası Baybora ile problemli bir baba-oğul ilişkisi yaşar; yankesicilik de yapan sevgilisi Bayırgülü, Baybora, üçüncü plandaki Balaban, maceranın seyri üzerinde etkili kişilerdir…
Bütün entelektüel görünümüne karşın Atlantis, popüler çizgi romanların geleneksel şablonundan bir milim bile sapmıyor: Işın tabancası, muazzam bilgisi, dövüşürken savurduğu sert yumruklarıyla Martin Mystère bir süper kahraman. Sevgilisi Diana, tıpkı Kızılmaske’nin sevgilisi gibi Birleşmiş Milletler’de filan çalışır, ama görevi bile ondan daha alt düzeydedir: Sosyal sağlık hizmetlisi. Diana Martin’in ‘nişanlısıdır’, her ikisi de entelektüel, refah içinde insanlardır, yine de aralarındaki ilişki tek kelimeyle fecidir. Diana, tam geleneksel kadın rolünü oynar, maceralardaki işlevi sınırlıdır: Martin’i kıskanmak, şu ya da bu şekilde onu sık sık güç duruma düşürmek, evlilik için başının etini yediği nişanlısıyla ara sıra öpüşmek…
Martin’in esas yardımcısı Java ile, zayıflıkta hiçbir çizgi roman karakteri yarışamaz. Cücelik (Kulke), şişmanlık (Zagor’un Çiko’su), içkicilik (Tommiks’in Konyakçı’sı), oburluk (Tom Braks’ın Tonton’u) bir yana, Java bir homo sapiens bile değildir! Martin’in Himalayaların gizli kalmış bölgelerinde bulup vasiliğini üstendiği Neanderthal’lerin lideri Java modern kıyafetler içinde gezer, ama –Neanderthal olduğu için– konuşamaz, sadece Martin’in anlayabildiği hırıltılar çıkarabilir. Atlantis’in senaristleri, Java’ya eskiden kızılderililere atfedilen sezgisel birtakım yetenekler armağan etmişlerdir, bu sayede maceralarda daha aktif roller üstlenebilir.
Mandrake’nin yardımcısı Abdullah’ı hatırlayın, kendisi bir Arap prensiydi, ama nedense Tarzan kıyafetiyle gezerdi! Prens Abdullah, çizgi romanın üçüncü dünyaya nasıl baktığının göstergesiyse, Atlantis’e kadar geçen sürede bu bakışın daha da vahşileştiğini kabul etmeliyiz. Martin, Java’ya maymun diyenlere öyle bir “o Neanderthal’dir” der ki, Tarkan’ın “o köpek değil, kurttur” repliğini duyar gibi oluruz. Hem de Kartal Tibet’in sesinden!
Çizgi romanda zayıf karakterler genellikle mizah tonunu yakalamak için konur, kahramanla kimse dalga geçemeyeceğine göre… Mizaha en uzak kahramanlardan intikamcı Zagor bile sık sık “Ah, ah, sevgili fıçım!” diye güler. Atlantis‘te ise ikincil karakterlerin görevi mizahtan çok, bize Martin’in ne kadar eksiksiz bir insan olduğunu hatırlatmaktır. Mizah gerekiyorsa, Martin onu da kendi yapar, kendiyle dalga geçer… İroni dozunun yeni maceralarda arttığı da bir gerçektir.