Serdar Korucu
Tokatlıyan Oteli, Osmanlı dönemi başkent İstanbul’unun simge yapılarından biri. O günlerde Cadde-i Kebir ya da Grand Rue diye anılan bugünün İstiklal Caddesi’nde 1897’de inşa edilen ilk şubesi ve 1909’da açılan Tarabya’daki yazlık oteliyle en çok yabancı turist çeken, bu nedenle de tarihin dönüm noktalarına en fazla tanık olan mekânlar arasında…
İlk olarak “Hotel Splendide” adıyla açılsa da, daha sonra anılacağı adı Tokatlıyan, sahibi Mıgırdiç Tokatlıyan’dan geliyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’de tartışmalara yol açmasının nedeni ise o dönemde otelin sahibinin, kariyerine Tokatlıyan’da kapıcı olarak başlayıp Mıgırdiç Tokatlıyan’ın manevi kızı Mercedes ile evlendikten sonra yönetici olan Nikola Medovich.
Medovich ile ilgili bilinen kendisinin İkinci Dünya Savaşı öncesi Alman vatandaşı olmadığı. Bazı kaynaklara göre Sırp, bazılarındaysa Yugoslav kimliği ile tanıtılan Medovich, Nazilerin işgal yıllarında “kimlik” değiştirir. Artık Avrupa’nın büyük bir bölümü gibi onun doğduğu topraklar da Nazilerin eline geçer. Fakat bu dönem onu değiştirecektir. Çelik Gülersoy, Medovich’in “yeni kimliğini” şöyle anlatır:
“Eski uşak Medoviç, tam bir Nazi hayranı olup çıkmış: Otelde ağırladığı Alman dostları ile topuklarını vurarak selâmlaşacak kadar yeni bir kimliğe bürünmüştür. Eksik bıraktığı, sağ kolunu kaldırmasıdır! Bu tavrı, çok söylentilere yol açar.”
O söylentiler nedeniyle İstanbul Yahudilerinin otele boykot başlattığı iddiası 20 Temmuz 1938’de Cumhuriyet gazetesinde yer alır. “Bizim Yahudilere ne oluyor?” başlığı ile duyurulan habere göre Medovich, eskiden Avusturya tabiiyetindeyken bayram ve tatil günlerinde Türk bayrağı ile birlikte ülkesinin bayrağını otele çekmekteydi. “Anşlus” yani Nazilerin Avusturya’yı işgali sonrası da Medovich “Alman tebaalığına” geçince Alman bayrağı çekmekteydi. Cumhuriyet, Yahudi vatandaşların eskiden otel ve lokantanın en geniş müşteri kitlesini oluştururken bu hadiseye sinirlendiklerini ve boykota başladığını duyurur. Gazete haberine şöyle devam eder: “Ecnebi bir memleketteki siyasî tahavvüllerle ve o memleketin burada iş yapan bir tebaasının hareketine karşı gösterilen bu garib hassasiyet, şehrin birçok mahfillerinde tuhaf karşılanmıştır”. Ancak o mahfillerin kim olduğunu açıklamaz.
Konu sadece birinci sayfadan duyurulan haberle sınırlı kalmaz. Daha bir ay önce Nazi Almanyası’nın işgal ettiği Avusturya’yı ziyaret eden ve ülkedeki “değişimi” yazı dizisi ile öven Nadir Nadi başyazısını bu konuya ayırır, “Yahudi meselesi” başlığıyla… “Dünyada bir Yahudilik fikri, bir Yahudilik ruhu olduğu malum. Burada bu ruhun fayda ve mazarratlarını tahlil edecek değiliz” diye başlar Nadi. Hemen ardından da yazısında antisemit tezlere yer verir:
“Yahudi düşmanlarının en büyük silahı bu burunları markalı insanların milletsiz olduklarını iddia etmektedir. Yahudi düşmanı der ki:
– Yahudi, içinde yaşadığı cemiyete zarar veren bir parazittir. Kendisini besliyen toprakla alakadar olmaz. Bununla beraber cemiyetçilik ruhundan da mahrum değildir. Bütün dünya Yahudileri, ister Mısır’da, ister Nevyork’ta otursun birbirilerile sıkı fıkı temastadırlar. Nerede olsalar, icabında ekmeğini yedikleri memleket aleyhine birbirlerini tutarlar, karşılıklı menfaatler sayesinde Yahudi ruhunun yaşamasına hizmet ederler.”
“Lafla Türk olunmaz; ispat etmek lâzım”
Nadir Nadi bununla da yetinmez, konuyu Türkiye’deki Yahudilerin Türk vatandaşlığına sadık olup olmadığına kadar götürür. Öyle ya, ekalliyet hakkı alan Yahudiler “Ekalliyet de ne kelime! Biz bu vatanın çocukları, bu toprağın mahsulleriyiz. Bütün kalbimizle Türküz” diyerek bu tanıma tepki göstermişlerdir. Bu jest Nadir Nadi’ye göre “İnsanın gözlerini yaşartacak kadar güzel”dir. “Kemalizmin anladığı manada Türk olmak için yegâne şart kendini samimi olarak Türk duymaktan ibarettir” diye ekler. Fakat Nadir Nadi, Yahudilerden Türklüklerini kanıtlamalarını istemektedir:
“Lafla Türk olunmaz; ispat etmek lâzım. Cumhuriyet ilan edileli on beş seneye yaklaştığı halde bizim Musevi vatandaşlarımız bizim cemiyetimize doğru henüz on beş santimlik bir adım atamadılar. Aralarında konuştukları o bozuk Fransızca ve İspanyolca hala kulaklarımızı tırmalamakta devam ediyor. Bunlara şimdi bir de Almanca katıldı.
İkide bir:
– Bu adamlar ne zaman Türkçe öğrenecekler?
Diye yazarız. Geçen gün bir arkadaşım söyledi:
– Öğrenmesinler daha iyi efendim. Öğrendikleri yerlere faydaları mı dokundu sanki? Cemiyetimizin yabancı kalmaları, bizi ileride bir çok rahatsızlıklardan kurtaracağı için çok daha münasibdir.
Son boykotaj hadisesi üzerine arkadaşımın sözleri – Musevi vatandaşlarımız için acı da olsa – bizi bazı mühim meseleler üzerinde şimdiden düşünmeğe davet ediyor.”
Peyami Safa’dan “Türk Yahudi”-“Yahudi Yahudi” ayrımı
Yahudilerle ilgili tartışmaya dönemin keskin kalemlerinden Peyami Safa da katılır. Tabii ki Nadir Nadi’nin safında… Üç gün sonra, “Hadiseler Arasında” köşesindeki yazısının başlığı “İki Cins Yahudi”dir. Otel tartışmasına değinmez, ancak bu tartışmanın fitilini ateşlediği antisemitizm gündemindedir.
Peyami Safa yazısına “Türkiye’de Yahudi düşmanlığı olamaz” diye başlar. Bunu da şöyle sürdürür: “Türk inkılabı yalnız ırk prensipi üstüne kurulu bir milliyetçilik davasına girmemiştir.”
Safa, Türkiye’deki Yahudileri ikiye ayırır: “Türk Yahudi” ve “Yahudi Yahudi”. Peyami Safa’ya göre “Türk Yahudi”, “Musevi vatandaşlar”dır. Uzun bir tarih boyunca, Türk kültürü ve Türk vicdanı ile kaynaşarak yaşamışlardır, “Onları kendimizden ayırmayız, anasırdan hiçbirini kendimizden ayırmak istemediğimiz gibi” der.
“O iliklerine kadar Türk düşmanıdır, Yahudice düşünür ve Yahudice konuşur”
“Fakat bir de “Yahudi Yahudi” var” diye devam eder Safa ve özelliklerini şöyle sayar: “O, iliklerine kadar Yahudidir. “Türküm!” diyebilir, “Müslümanım!” diyebilir, fakat iliklerine kadar Türk düşmanıdır. Yahudice düşünür ve Yahudice konuşur; Türkçe veya Fransızca konuşsa bile Yahudice yaşar.”
Yani Safa’nın yazısına göre “Yahudice konuşmak”, “Yahudice düşünmek”, Türk düşmanlığıdır. Bunu da Osmanlı’nın yıkılış döneminde İzmir’in Yunan ordusunun kontrolüne geçtiği yıllara atıfta bulunarak temellendirmeye çalışır: “İzmir’in istirdadından evvel Kordon boyunda yürürken Türklere “Eski günler geçti!” diye haykıran Yahudi izcileri, işte bu Yahudi Yahudilerdendi. İzmir istirdad edilmek üzere iken “Yaşasın!” diye bağıran ve “Kim yaşasın?” diye soranlara “Daha belli değil!” cevabını veren Yahudi de, gene işte bu Yahudi Yahudilerdendi.”
Peyami Safa’ya göre “Yahudi Yahudi”ler tehlikelidir. Onlar için belli olan tek şey vardır: “Bütün sarı çiyan zehiri ile koynuna girdiği milleti sokan Yahudilik.” Antisemitizmin kodlarını birer birer yerleştirdiği yazısının sonunda Safa, bir kez daha “Biz Musevi vatandaşlarımıza ve dostlarımıza düşman değiliz” diye ekler ve şöyle bitirir: “Bizim Türke düşman olan Yahudiye değil, varsa, Türke düşman olan Türkün kafasına da millî balyozumuzu indirmek boynumuzun borcudur. Yahudi ne kelime!”
Cumhuriyet gazetesi “duruşundan” geri adım atmamaya kararlıdır. Öyle ki, Nadir Nadi “Kendi kendimizi tenkid” başlığı ile kaleme aldığı yazısında Türkiye basınında kendilerine yönelen tepkilere “alaycı” bir karşılık verecektir.
Nadi’ye göre Cumhuriyet gazetesinin haberleştirdiği “Yahudilerin boykotu”nu, “Cemiyetimizin bütünlüğü içinde, sinsi bir hırsla bize yabancı gayeler güden bir ırk hareketi” diye tanımlar. Ve bunu eleştirmenin vazifesi olduğunu söyler. Diğer gazetelerin eleştirisini ise şöyle yanıtlar: “Sanki bir kabahat işlemişiz gibi üzerimize çullanıyorlar. Zavallılara yazık ediyormuşuz, onlara ilişmek günahmış, yazılarımız insafsızca oluyormuş.”
“Biçare kalmış Yahudiciklerimizi hırpalamayı aklımızdan geçirmedik”
Nadir Nadi’nin tepkisi özellikle Ulus gazetesine yöneliktir: “Meğer kusur etmişiz. Affedersiniz sevgili arkadaşlar, affedersiniz muhterem üstadlar, hiçbir zaman bakımsız ve biçare kalmış Yahudiciklerimizi hırpalamayı aklımızdan geçirmedik.” Nadi’ye göre, amaçları sadece “Kemalizme uymayan toplu bir hareketin bu memlekette yakışık almayacağını” anlatmaktır.
Cumhuriyet gazetesi tavrını eleştiriler karşısında yumuşatmak yerine gittikçe daha da sertleştirecektir. Tartışmanın üzerinden yaklaşık bir ay geçtikten sonra 29 Ağustos’taki “Hem Nalına Hem Mıhına” köşesinde de söz Tokatlıyan’a yönelik boykota gelir. Yazı “Medoviç aslen Alman değil, Yugoslavdır. O da tıpkı Viyanalı Yahudiler gibi, sonradan mecburen Almanlaşmıştır. Bu bakımdan da, Musevilerin ona boykot yapması haksızdır diye düşünüyordum” diye başlasa da, yazının sonu hem o gün, hem de ilerleyen dönemlerde antisemitizmin gazete içinde ne kadar rahat yer bulabildiğinin kanıtlarından olacaktır:
“Yemek zamanı geldi; sofraya oturduk. Biraz sonra otelin yemek salonunda tek boş masa kalmadı. Türklerle ecnebiler bütün masaları doldurmuşlardı. Yaz tatilinin birkaç gününü otelde geçiren Ankaralı dostuma dedim ki:
– Musevilerin boykotuna rağmen otel dolu!
O cevab verdi:
– Yahudi şamatasından illallah çekenler başlarını dinlendirmek için burayı tercih ediyorlar. Musevi vatandaşlarımızın boykotu, Tokatlıyan için iyi bir reklam yerine geçti…”