Ahmet Eken
Médan Geceleri
Zola, Maupassant, Huysmans,
Céard, Hennique, Alexis
Sel Yayıncılık, 2017
Fransız edebiyatının önemli isimlerinin kaleme aldığı bu öyküler, 1870’li yıllarda Emile Zola’nın (1840-1902) Paris yakınlarında Médan’daki evinde yapılan Pazar toplantılarında şekillenmiş. Kitaptan öğrendiğimize göre, burasını satın alan Zola, mevcut binayı tamamen yıkarak kendisinin tasarladığı bir ev yaptırmış ve yine zevkine göre döşemiş. Günlerden bir gün, dostlar yine bir araya gelmiş. Leon Hennique (1850-1935), “Maupassant, Huysmans, Céard, Alexis ve ben, dereden tepeden konuşuyoruz, o ünlü ’70 savaşından söz ediyoruz. Birçoğumuz gönüllü olmuş ya da gezici orduda askere çağrılmıştık. ‘Bakın hele’ diye bir öneride bulundu Zola. ‘Bu konuda neden bir kitap, bir öykü kitabı hazırlamayalım ki?’ Alexis, ‘Evet, neden?’… ‘Ya kitabın başlığı?’ ‘Médan Geceleri’…” şeklinde anlatıyor derlemenin doğuşunu.
Fransa tarihinin önemli olaylarından bir i, 1870 yılında Fransa’nın Prusya’ya saldırısıyla başlayan savaş. İçte ve dışta tükenmiş olan III. Napolyon’un yönetiminin devamı için gerekli gördüğü bu macera, kötü hazırlanmış Fransız ordusunun altı hafta gibi bir sürede yenilmesiyle sonuçlanmış ve Prusya orduları Paris kapılarına dayanmış. Ardından yapılan anlaşma ile Fransa, Alsace Lorraine bölgesini Almanya’ya terkettiği gibi ağır bir savaş tazminatı ödemiş. İlerleyen günlerde Paris halkı ayaklanmış (1871) ve üç ay boyunca kendi kendini yöneterek dünya âleme bunun mümkün olduğunu göstermiş. Üç ay süren ve vahşi bir şekilde bastırılan Paris Komünü ve bu arada II. Cumhuriyet’in (1848-1870) tarihe karışması da bu dönemde olmuş.
Yazarlar bu kalabalık gündem içerisinde yalnız Fransa-Prusya savaşında olup bitenleri anlatıyor. Cephede ve cephenin gerisinde gördüklerinden, duyduklarından yola çıkarak savaşın insanları ne hâllere soktuğunu sergiliyorlar. Öykülerde bütün savaşların değişmeyen mağluplarının ahvallerini okuyoruz.
“Zafer! Zafer!”
Zola, “Değirmene Saldırı” öyküsünde, cepheye yakın küçük bir köyün değirmeninde yaşananları anlatıyor. Köy halkı İmparator’un Prusya’ya savaş ilan ettiğinden haberdardır. Bütün delikanlılar cepheye gitmiş, yeni gönderilenler yol üzerindeki köyden geçmektedir. Ancak köylülerin Fransız ordusuna güvenleri tamdır: “Onlara güzel bir dayak atılacak ve bu iş çabucak sona erecek.” Güven o kadar yüksektir ki, yaşlı değirmenci Marlier Baba kızının nişan törenini yapmakta sakınca görmez. Tek kızı Françoise ile Belçikalı Dominique nişanlanır. Yakışıklı Dominique köyden biri değildir, köye kendisine kalan küçük bir mirası satmak için gelmiş, lakin burasını sevince köyde kalmış, küçük bahçesinde sebze yetiştirip avlanarak serbest yaşam sürdüren bir gençtir. Françoise bu sıradışı adama aşık olmuş, aşkı cevapsız kalmamış ve sonunda evliliğin ilk adımı atılmıştır. Genç çiftin düğün töreni Saint Louise yortusu günü yapılacaktır.
Ancak işler beklendiği gibi gelişmez: Yenilen Fransız ordusundan küçük bir grup asker gelip değirmende mevzilenir. Prusya askerleri gecikmez ve Fransızlar çatışmada yenilir. Bu arada Dominique nişanlısının yaralandığını görünce eline silahını almış ve Prusyalılara ateş etmiştir. Bunun cezası kuruşuna dizilmektir. Suçunu itiraf eden, nişanlısının yardımıyla kaçan, ancak onun ve Merlier Baba’nın rehin alınması üzerine dönen Dominique kurşuna dizilir.
Bu arada Fransız askerleri bir kez daha değirmeni düşmandan kurtarıp bayraklarını çeker. Çatışmalar sırasında yaşlı değirmenci Merlier Baba serseri bir kurşunun denk gelmesiyle hayatını kaybetmiştir. Top atışları nedeniyle değirmen yanmış, Françoise yalnız kalmıştır. Onu fark eden bir Fransız subayı kılıcıyla kibarca selamlayarak haykırır: “Zafer! Zafer!”
Soylu veya servet sahibi
İkinci öykü Médan müdavimlerinden Guy de Maupassant (1850-1893) tarafından yazılmış: “Yağ tulumu.” Önce, bozguna uğramış darmadağın Fransız birlikleri günlerce kentin içinden geçerek, meçhule doğru ilerler. Ardından “Alman ordusu, kaldırımları nizamî sert adımlarıyla çınlatan taburlarını yayarak bütün yan sokaklardan” şehri işgal eder. Kent sakinleri şaşkındır. “Ticaretle soysuzlaşmış göbekli burjuvalar kaygıyla galipleri beklemekte, kızartma şişlerinin ya da kocaman mutfak bıçaklarının da silahtan sayılabileceğini düşünerek (titremektedirler.) Yenilenlerin yenenlere nazik görünme görevi başlamıştır. Bir süre sonra korku geçer. Birçok aile Prusyalı subayları evine davet eder. Yeni efendilerle iyi geçinmek günün birinde faydalı olur düşüncesi kolayca benimsenmiştir.
Bu arada bazı kişiler işgal edilmemiş yerlere gitmek için bölge komutanından izin almayı başarır. Ve karlı bir günde bir grup insan altı atın çektiği bir araba ile yola çıkar. Grup soylu veya servet sahibi insanlardan oluşmaktadır. Aralarında bu özellikleri olmayan sadece iki rahibe ile adı kötüye çıkmış bir kadın vardır.
İlk durağa kadar yolculuk çok zor geçer. On yolcu içerisinde yanına yiyecek alan sadece malûm kadın vardır ve paylaşır. Kadının bu hareketi başlangıçtaki duruşları sona erdirir. Nihayet iki saat sonra yolculuğun ilk etabı tamamlanır. Kısa bir kontrolden geçip kalacakları hana yerleşirler. Ancak Alman komutan ertesi gün ayrılmalarına izin vermez, önce o kadınla beraber olmak istemektedir. Kadın karşı çıkar, ancak komutan da isteğinden vazgeçmez ve izin vermez. Bu durum üç dört gün böyle sürer, grup kadını iknaya çalışır ve sonunda başarır. Ertesi gün yola çıkarlar. Arabanın içerisinde herkes kadına karşı mesafelidir, hatta yemek paketleri açıldığında davet eden olmaz. Telaşla yanına yiyecek alamamış kadının ne bu hâliyle ne de ağlamasıyla kimse ilgilenmez.
Askerde yaşatılan saçmalıklar
Paris’te istemediği halde hukuk öğrenimi görürken kendisini kışlada bulan delikanlının tuhaf öyküsünü anlatan Joris-Karl Huysmans (1848-1907) bize askerde yaşanan ve yaşatılan saçmalıkları anlatıyor. Eugene savaşın başladığını biliyordur, ama çağrılacağını düşünmemiştir. Çağrılır ve kendisini orduda bulur, trenle cepheye doğru yola çıkarlar. Sınıra varmadan konakladıkları karargâhta delikanlı hastalanır ve hastaneye sevk edilir. Burası her hastaya aynı tedavinin uygulandığı, yemekleri kötü bir yerdir, ancak arada bir kaçmak da mümkündür. Sonunda sık sık dışarı çıkmaya, iyi yemekler yemeye, eğlenmeye ve saati geldiğinde de dönmeye başlarlar.
Hastanede kalış süresini uzatabilen Eugene’in tek meselesi altmış günlük bir nekahat izni alabilmektir. Sonunda ailesinin, dostlarının yardımıyla bu izni alır ve savaşa gitmiş ama cepheyi görmemiş bir asker olarak evine döner.
Henry Céard’ın (1851-1924) “Kan Alma” adını verdiği öyküsünde Paris’in tanınmış kadınlarından Madame de Pahauën’in savaş sırasındaki maceralarını okuyoruz. Zekâsı, güzelliği ve cazibesi sayesinde Paris’in önemli çevrelerinde aranan bir kişi haline gelen Madame de Pahauën’in kariyerinde ulaştığı son mevki, Paris Garnizon Komutanı generalin metresliğidir. Ancak bir gün kadın karargâha gelip şehrin durumunu, askerlerin beceriksizliğini diğer subayların da bulunduğu bir toplantıda dobra dobra söyleyince, General tarafından Fransız hatlarının ötesine sürgün edilir. Bir anda kendisini Prusyalıların arasında bulan kadın, bir süre burada kalır. Paris salonlarından uzak bir yaşam ona göre değildir.
Sonunda kaldığı oteli işleten kadının aracılık ettiği Prusyalı komutanın davetini kabul eder ve geçiş iznini alır. Paris çok kötü durumdadır. Bulunabilen ekmek kapkara, “yenirken dişlerin altında çakıltaşı gibi” çatırdamaktadır, kasaplarda, pişerken ağır ve pis bir koku saçan hasta ve yaşlı beygirlerin etleri satılmaktadır. Köpek, kedi ve fare yemekten gastrit vakaları hızla çoğalmaktadır. Kuşatılmış Paris’te süt yoktur, çocuk ölümleri artmıştır… Ve şehrin dışarı ile tek ilişkisi Prusya hatlarını geçebilen güvercinlere kalmıştır!
Kadın Paris’e döner, General ile buluşurlar. Eski günleri unutamayan adam, onun “uydurma sözcükler ve mutlak sıfatları kullanarak söylediği ateşli sözlere, dedikodulara, budalaca söylentilere, gülünç uydurmacalara” inanır. Madame de Pahauën, “gördüm, duydum” diyerek, ayrıca bunun bir kahramanlık fırsatı olacağını ısrarla söyleyerek, generali karşı saldırıya ikna eder. Saldırı bir hafta sonra yapılır ve çok kısa sürede felaketle sonuçlanır.
İnsanın içindeki tahrip güdüsünün, uygun zemin bulduğu zaman neler yapabileceğini gösteren Léon Hennique, daha cepheye varmadan, Fransa’nın dört bir yanından toplanmış askerlerin marifetlerini anlatıyor. Öykünün ismi “7 Numaralı Ev”.
Küçük bir kasabadaki kışlada savaşa gitme emrini bekleyen askerlerin çoğunun değişmez adresi ‘7 numaralı ev’ adlı işret ve fuhuş mekânıdır. Bir akşam arkadaşlarından bir tanesi koğuşa yaralı döner ve fena halde dövülmüş asker ölür. Bunun üzerine bütün askerler kışladan çıkıp, 7 Numaralı Evi basar, bütün kadınları öldürür. Bu arada evi de yağmalarlar. Olaylara şahit olan subaylar, komutana “Ne yapmak lazım?” diye sorduklarında, şu kısa cevabı alırlar: “Hiçbir şey, askere ihtiyacımız var.”
Kitapta okuduğumuz son hikâyeyi Paul Alexis (1847-1901) yazmış. “Savaştan Sonra” adlı hikâyenin kahramanı sol ayağından vurulmuş, zorlukla yürüyen, ama cepheden biraz da uzaklaşabilmiş bir asker.
Güçlükle yola ulaşabilen asker, birilerinin geçmesini beklemeye başlar. Kaybolmuştur ve hareket edebilecek halde değildir. Nihayet bir kadının kullandığı bir yük arabası gözükür. Kadın önce soğuk davransa da sonra onu arabasına almayı kabul eder ve içecek bir şeyler ikram eder.
Kadın savaşta ölen kocasının cesedini yaşadıkları yere götürüyordur ve yolda yaralı askeri bir hana veya konuksever bir çiftliğe bırakmak niyetindedir. Soylu bir aileden gelen ancak kötü bir evlilik yapan kadın, son yıllarda yaşadıklarını düşünmektedir. Asker ise arkada tabutun yanında uyumaktadır. Kendini iyi hissederek uyanır ve onun kafasında da eski yıllar canlanmaya başlar. İlerleyen saatlerde, kötü olayların bir araya getirdiği iki insan birbirine daha çok alışır ve iyice uyku bastırınca arabanın içinde uzanırlar.
Kitapta mutlu sonla biten tek hikâye bu! Yazar koca savaşı sadece bir ölü, bir yaralı ve de aşkla bitiriyor.