Behçet Çelik
Çocukluğumda tren popüler bir ulaşım aracı olmaktan çıkmıştı; çok fazla tren yolculuğu yaptığımızı hatırlamıyorum. Demiryollarının ihmal edilip otoyolların önemsendiği, toplu taşımacılık yerine bireylere daha çok ulaşım aracı satmayı amaçlayan, illa toplu taşıma şartsa, bunun da otobüslerle yapılmasını özendiren iktisadî anlayışın bütünüyle hâkim olduğu yıllardı. Tren çoktan demode olmuştu; yavaştı, kirliydi, gürültülüydü. Oysa çok değil kırk elli yıl önce modernleşmenin simgesi trenler ve demiryollarıydı. Ulus devletin ideolojisinin onlarca yıl taşıyıcılığını yapan 10. Yıl Marşı’nda, “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” denmesi boşuna değildir. “Demir ağlar” sözü kalkınmayı, modernleşmeyi işaret ederken ulus devletin resmî ideolojisinin yurt çapında yaygınlaştığını da ima eder. Daha doğrusu, bunun mukadder olduğu, er ya da geç böyle olacağı temennisini duyurur. Trenler sadece insan, hayvan ve eşya değil, resmî ideolojinin de taşıyıcısı olmuştur Cumhuriyet’in ilk elli yılında. Sadece taşıyıcısı değil aynı zamanda tanığı da.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde modernleşmenin simgesi olan trenin son çeyrekte nostaljik bir ulaşım aracı imgesi halini alması yirminci yüzyılda nasıl devasa bir değişim-dönüşüm yaşandığının tek başına ispatı belki de. Gerçekten de uygarlığın ücra yerlere taşınmasında demiryolunun payı çok büyük. Şehirleri şehirlere bağlamış, insanları insanlara taşımış, pazarı genişletmiş, malıyla mülküyle yeni yaşam tarzının yaygınlaşmasına hizmet etmiştir. Ne var ki bu konuda Walter Benjamin’in, “Hiçbir uygarlık eseri yoktur ki aynı zamanda barbarlık eseri olmasın,” sözünü de unutmamak gerek. Trenler ve istasyonlar modernleşmenin olduğu kadar bu modernleşmeye eşlik eden barbarlıkların, zulmün, modernleşmeye, kalkınmaya feda edilen hayatların da tanığı olmuştur.
Tren görüntüsü, imgesi çoğu zaman sevimli gelir insana. Bazen acı-tatlı bir keder duyurduğu da olur; kavuşmaların olduğu kadar, hatta daha çok ayrılmaların mekânıdır garlar, istasyonlar. Yolda olmak duygusunu perçinler, yolda olmak duygusu kimi zaman tedirginlik verse de, insana hareketi duyurur, hareket halinde olduğumuzu hatırlatır. Haletiruhiyemize göre bundan sevinç ya da keder duyarız, ama kayıtsız kalmayız pek. Bir yerde bir tren ve demiryolu görüntüsü gözümüze iliştiğinde öncelikle trenin taşıdığı, bir yerden bir yere götürdüğü yolcunun kendimiz olduğunu hissederiz; yol ve yolculukla ilgili duygularımızı tetiklenir. Tabii, yukarıda söz ettiğim nedenlerle zamanı, zamanın geçişini de duyurur bu imgeler. Bazen de istasyonda bekleyen ya da yolcu edenizdir, tren bir sevdiğimizi, yakınımızı taşımıştır ya da taşıyacaktır.
Ama trenler yıllarca başkalarını da taşımıştır o şehirden bu şehre, o memleketten bir başka memlekete. Evet, bir de başkalarıyla ilgili çağrışımları var trenlerin. Üstelik tren görüntüsünün aklımıza getirdikleri her zaman iç acıcı değil. İkinci Dünya Savaşı’nı konu alan filmlerdeki trenler korkunçtur mesela. Toplama kamplarına, ölüme insan taşıyan vagonların görüntüsü tren dendiğinde aklımıza ilk gelen görüntü değildir elbette, ama işte bu da var: Uygarlık eseriyken aynı zamanda barbarlık eseri de olma hali. Fotoğraflar ve sinema belleklerimize trenler dolusu ölüme giden insan görüntüsünü de nakşetti. Trenler ve istasyonlar hakkında kalem oynatırken bu ve benzeri görüntülere değinmemek olmaz bu yüzden.
Garların tanıklığı
Bu nedenle Adana Garı hakkında yazarken buranın bendeki bütün tatlı, nostaljik çağrışımlarının yanında, 100 yıllık gar binasının nelere, kimlere, ne tür acılara tanık olduğuna da bir parça değinmek şart. Adana’ya trenler kimleri getirmiştir, ne koşullarda getirmiştir, ne için getirmiştir? Bu güzel bina, bu geniş kampus kimler için, nasıl bir uğrak olmuş, bu nostaljik bina nelere, kimlere, ne gibi yaşantılara tanıklık etmiştir?
Bu sorulara yanıt ararken Adana Garı’nın sanat ve edebiyatta görüldüğü yerler bize yardımcı olabilir. Yılmaz Güney’in Umut filmi İstasyon Meydanı’nda başlar. Arkada gar binası da görünür. Arabacı Cabbar faytonunda uyuklamakta ve kendisine müstakbel müşterilerini getireceğini umut ettiği treni beklemektedir. Gelen yolcular varlıklı kimseler değildirler ve faytona para vermek yerine yürümeyi yeğlerler. Cabbar yoksuldur, trenden inenler de… Umut doğrudan bu konuya odaklanmaz, ama trenlerin Adana’ya yoksulları taşıdığını duyurur. Adana Garı on yıllar boyunca kendi memleketlerinde geçim sağlayamadıkları, barınamadıkları ya da yaşayamadıkları için bir ‘umut’ peşinde ‘bereketli topraklar’a gelen tarım işçilerine, yoksul, topraksız köylülere tanıklık etmiştir. Gar binası onların Adana’ya giriş kapısı olmuştur.
Bereketli Topraklar Üzerinde’nin kahramanları da onlardandır:
“Ertesi gün sabahleyin Adana’ya gelindi. Tıka basa ırgat yüklü tren yorgun bir fışırtıyla durdu. Aralarında Şarkışlalı Yunus, Veli, İflahsızın Yusuf, Köse Hasan, bir de Pehlivan Ali’nin bulunduğu yüzlerce ırgat, beyaz torbaları, kınnapla çeke çeke bağlı yorganlarıyla istasyon betonuna döküldü. Bundan önce Çukurova’ya gelenler önden yürüyerek yol gösteriyorlardı. İlk gelenlerse hayretler içindeydiler: ‘Şehir dedikleri de amma tevatür’dü ha!”
Trenlerin Adana’ya taşıdığı insanların hikâyelerinin usta anlatıcısı Orhan Kemal yukarıdaki paragrafta ismi sayılanların “bereketli topraklar”da başlarına gelenleri anlatır roman boyunca. Romanın girişinde olduğu gibi, sonlarında da yeniden Adana Garı görünür. Dönüş yolunda İflahsızın Yusuf yalnızdır. Köse Hasan ölmüş, Pehlivan Ali çekip gitmiştir. Yusuf garda karşılaştığı bir hemşerisinden Sivas trenini beklerken Pehlivan Ali’nin de öldüğünü öğrenecektir.
“Sonra elinde bavul, peron merdivenlerini ağır ağır indi. Şehre müşteri bekleyen otobüs, taksi, çift atlı fayton kalabalığının bekleştiği meydanı geçip, halkın “Holivud mahallesi” dediği banka evleriyle kaim bedenli okaliptüs ağaçlarının altına geldi. Kendisi gibi tren bekleşen ırgatların arasından geçti. O kadar çoktular ki.”
Belki de Orhan Kemal’in sözünü ettiği faytonculardan biri de Cabbar’dır, kim bilir? Bu arada yeri gelmişken değinelim: Orhan Kemal cezaevinden çıktıktan sonra 1944’te bir dönem Adana Garı’nda muvakkat hamal olarak çalışmıştır. Sanmıyorum ki gar binasının herhangi bir yerinde bu durumu açıklayan bir yazı ya da plaket olsun. Sonuçta şehrin yetiştirdiği en büyük edebiyatçılardan birinin bir zamanlar hamallık yaptığını itiraf etmek, bunu plaketlerle duyurmak kolay bir şey değil.
Edebiyatımızın bu büyük emekçisiyle ilgili anılarını kaleme aldığı bir yazıda, Adanalı bir başka büyük yazar, Yaşar Kemal ise aralarında geçen şu konuşmayı aktarır:
“1943 sıralarıydı ve Orhan Kemal’in Orhan Raşit adıyla dergilerde hikâyeleri çıkıyordu. Usuldan usuldan ünü çıkıyordu. Bu sıralar bir arkadaş beni sokakta onunla tanıştırdı. Ona şiirlerimi okumaya başladım. Dinledi. ‘İyi… İyi… Güzel.’ dedi. Beni şöyle bir tepeden tırnağa süzdü. Gözleri yırtık ayakkabılarımın üstünde bir süre durdu. Keskin bıçak gibi sert bir sesle, ‘Allah aşkına söyle delikanlı, sen kimden yanasın?’ diye sordu.
O gün Adana istasyonuna gittik. Adana istasyonu bir yırtık pırtık insan pazarıdır. Binlerce insan gece gündüz, toprak gibi, o istasyonda kaynaşır durur. İstasyonun önü o zamanlar boştu. Her gün o düzlükte on beş, yirmi köy kalabalığı hasta sayrı, sıtmalı, kaynaşır dururdu. İnsanlıktan çıkmış, kılıktan çıkmış, üstleri başları paramparça binlerce insan… Hayvan hayatından daha aşağı bir durumda… Bir içimlik suya muhtaç insanlar… Orta Anadolu’dan dimdik gelmiş, Çukurova’da hastalanmış, sıtmadan zangır zangır titreyen insanlar…
Orhan:
‘Bak’ dedi, ‘şair arkadaş bunlardan yana mıyız? Temir ağadan yana mı?'”
Orhan Kemal’den söz etmişken Adana ve demiryolu konusundaki bir başka bağlantıdan daha söz etmemek olmaz. Türkiye’deki ilk grevlerden biri 1927 Adana şimendifer grevidir. Orhan Kemalde Kanlı Topraklar’da dolaylı olarak söz eder bu grevden. Adana-Nusaybin hattında çalışan memur, işçi ve müstahdemlerin birlikte yürüttükleri ve kanlı biçimde bastırılan bu grev pek çok açıdan bir ilktir. Grevci işçilerin bir bölümünün eşleri de greve katılmış, grev kırıcılarının çalıştırdığı trenlerin ilerlemesini engellemek için rayların üzerinde oturma eylemi yapmışlardır. 1
Yüz yıllık toplumsal tarih anıtı
Adana Gar Binası, 1886’da tamamlanan Adana-Mersin demiryolu hattının 1911’de Bağdat hattı ile birleşmesinin bir yıl sonrasında 1912’de inşa edilmiş. O tarihten bu yana bu binanın tanık oldukları saydıklarımdan ibaret değil. Son olarak da 90’lı yıllarda ve sonrasında Kürt göçüne tanıklık etti Adana Garı. Bu dönemde İstanbul’dan sonra en çok göç alan şehirdi Adana. Köylerini, kasabalarını bırakıp gelenlerin bir bölümünü karşılayan da yine gar binası oldu.
Adana Garı’nın 1912’de hizmete alınmasından kısa süre sonra tanık olduğu bir zulüm daha var. Ona değinmeyi sona sakladım. 1915’ten sonra bütün Anadolu Demiryolu gibi, Adana Garı da trenlerle sürgüne gönderilen Ermenilere tanıklık etmiş. Osmanlı İmparatorluğunda Ermenilere Yönelik Muamele 1915-1916 tarihli kitapta şöyle anlatılıyor Anadolu demiryollarının o zamanki hali:
“Demiryolu bölgesindeki Ermeni kolonilerinin sürgünü haziran ve temmuz aylarında başlamış gibi görünüyor. Bunların sayısı metropolitan bölgelerden gelen daha geniş sürgün selleriyle kısa sürede kabardı ve hat üzerindeki trafik umutsuz biçimde sıkıştı. Hayvan vagonlarında yolculuğun zorlukları yeterince acı vericiydi, ama şimdi hat üzerindeki her istasyonda sürgün kalabalıkları nakil sıralarının gelmesi için sonsuz gibi gelen süreler boyunca bekletiliyorlardı. Demiryolunun bir yanından öbür yanına kattettiği Anadolu platosu, ortalama olarak yüksek irtifaya sahiptir ve yazın bile iklimi serttir. Sürgünler her şeyden yoksun bir durumda, yiyeceksiz ve barınaksız, yaylada açık alana bırakılıyorlardı – şurada 2.000, burada 5.000, şurada 11.000, burada 15.000, burada 30.000 kişi.”
O yıllarda Toroslardaki tüneller henüz açılmamış olduğu için sürgünler Pozantı’da iniyor ve Tarsus’a kadar yürüyerek devam ediyorlar. Oradan da yine trenlerle Adana üzerinden Halep’e, Suriye çöllerine…
[1] 1927 Adana Demiryolu Grevi, derleyen: Şeyda Oğuz, Tüstav Yayınları, 2005.
Bu yazının ilk ve daha uzun şekli Kemal Varol’un derlediği Memleket Garları’nda yayımlanmıştır (İletişim Yayınları, 2012).