Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, yaşanmış (otobiyografik) bir politik roman örneği. Nâzım Hikmet çok yoğun biçimde yaşadığı politik bir dönemi ve çevreyi, yaşadıklarından yola çıkarak yansıtıyor. Romanın ilk sayfalarından başlayarak, kendi yaşamından bir kesiti anlattığı hemen fark ediliyor. Kendisinin de politik bir insan olarak yaşadığı bu dönemin trajik sonuçlarının Nâzım’ı derin biçimde etkilediği anlaşılıyor. Bununla birlikte, bu romanı politik sorumluluk güdüsüyle yazdığı belli olsa bile, önceden oluşturduğu görüşlerini doğrulatmak için de yazmamıştır. Çıplak gerçekleri bir roman içinde okura yansıtma kaygısı güçlü biçimde duyumsanır, ama roman değerinden bir şey yitirmez. Dışsal verilere boyun eğmeden, ilişkileri ve durumları, yaratım süreci içinde kurar Nâzım Hikmet.
Nâzım’ın kendi yaşamı ve kişiliğiyle özdeşleştirdiği Ahmet’in, 1921 yılında arkadaşı Süleyman ile “Millî Mücadeleye katılmak için” İstanbul’dan Anadolu’ya geçişi, 1922’de Moskova’da üniversite öğrenimi… Arka plandaki olaylar olarak: İzmir Şimendifer İşçileri Cemiyeti’nin kapatılması; Şeyh Sait ayaklanması; 1925’te “legal imkânlardan sonuna kadar yararlanmak için” Bursa’da Yoldaş gazetesinin çıkarılması… Ahmet’in üniversite kütüphanesinde Pravda’nın 1922 yılı basımlarını karıştırırken gözüne ilişen dönemin önemli olayları: Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul hükümetinin varlığına son veren kararı; Mısır’da ulusal kurtuluş savaşı; Çekoslovakya, İran ve ABD’nin Rusya’daki açlara yardım göndermeleri; İrlanda’da sokak çatışmaları; Türkiye ile Ukrayna arasında anlaşma yapıldığına ilişkin Frunze’nin açıklaması… Bir bölümü roman kişilerinin doğrudan yaşamadığı olaylarla dönemin panoraması böyle çizilirken, romanın öyküsü içinde yaşananlar da gerçek politik olaylar ve süreçlerle iç içe geçer. Ahmet, Süleyman, İsmail, Kerim ve Ziya’nın yaşadıkları, Nâzım’ın gerçek yaşamının parçalarıdır.
Nâzım’ın bu romanındaki yöntemini roman konusundaki şu düşüncelerinde bulabiliriz: “…röportaj unsurunun roman unsuru içine karışmasının birçok lüzumsuz kitap sayfasını ve uzunlukları ortadan kaldıracağını sanıyorum… Yazı sanatında kazanılmış, fakat malum sebeplerden dolayı, edebiyat çerçevesinin içine kabul edilmemiş ve zuhurları bizzat o sahadaki tekniğin ve insan münasebetlerindeki gelişmenin eseri olan, gazetecilik, röportaj, muhabirlik filan gibi yazı tarzlarından, bilhassa bunların büyük hadiseleri en veciz kavrayabilme imkânlarından romanda istifade etmek lazımdır sanıyorum.” Nâzım Hikmet yıllar sonra, yaşadıklarından romanında böyle yararlandı; kuruluğa düşmeden, dışsal gerçekliğin unsurlarını romanın yapısında içselleştirerek.
Bir sinema şeridi gibi
Nâzım Hikmet bu romanında bir yandan politik tarihimizin oldukça önemli bir döneminin görünümünü verirken, öbür yandan da aynı dönemin yasaklı politik kişilerinin yaşantılarını, kişiliklerini, roman kişilerinin yazınsal yaşantısında soyutlamaya çalışır. Roman kişilerini yaşanmış olanı yansıtmanın tuzağına düşürmez. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’in asıl başarısı da buradadır. Romandaki kişilerin tümü birer roman kişisidir ve birer birey olarak da, kişisel özelliklerinin olumlu-olumsuz, iyi-kötü, doğru-yanlış yanlarıyla, zengin bir yaşantı toplamı sunarlar. Kişiliklerin inandırıcılığı, onların yaşanmış olduklarının bilinmesinden değil, otobiyografik unsurların romanın kurgusu içinde bütüncül bir yazınsal niteliğe ulaşmasından ötürüdür. Romanın kapsadığı uzunca bir dönemin (1920’lerden 1940’lara dek) politik sorunlarının bir bölümü arka plandan bir sinema şeridi gibi geçirilirken, asıl canalıcı olanları anlatının kurgusu içinde, roman kişilerinin yazınsal politik yaşantılarıyla birlikte verilir. Romandaki kişileri çok tutumlu bir dille, başarılı biçimde anlatmıştır Nâzım; kişilerin davranışlarında, iç-konuşmalarda ve karşılıklı konuşmalarda sığlık, yapaylık görülmez; rastgele duran, iğreti hiçbir ayrıntıya rastlanmaz; doğal yaşantıları ve oluşum süreçleri içinde insanlar vardır yalnızca.
Ahmet romanın en çapraşık ve zengin kişiliğidir. Bu nedenle de, İsmail ya da Ziya gibi, yaşantılarıyla gerçek birer kahraman olan kişilerden çok, yazınsal kişiliği Ahmet’te bulur Nâzım. İsmail, bir bakıma romancının kendi isterlerinden bağımsız olarak, kusursuza yakın (o bile kusursuz değildir) kişiliğiyle, kendi kendini ortaya koymuştur. Oysa Ahmet politik bir örgüt adamının oluşum sürecini kararlı ve savaşımcı yanıyla olduğu kadar, zayıflıklarıyla da yansıtır.
İstanbul işgal altında: Ahmet’in daha örgüt yaşamı içinde olmadığı yıllar. Lejyon askerleri sokak köşelerinde yurtseverlerce öldürülürken, bu eylemler içinde bulunamamanın tedirginliğini duymaktadır Ahmet; bu yüzden arkadaşı Süleyman’ın Anadolu’ya geçip Millî Mücadeleye katılma önerisini alınca, “sevinçten deliye döner”. Ahmet o günlerde pek çok kararsızlık yaşamaktadır. İnebolu’ya geçtikten sonra, kendilerini izleyen Ayın-Pe (askeri polis) arkadaşları Tevfik ile Süleyman’ı yeniden İstanbul’a gönderirken, Ahmet büyük bir eziklik duyar: “‘Beni de geri gönderin’ mi, demeliydim? Sattım mı arkadaşlarımı? Kime? Hem, gidenlerle arkadaş mıyım? İyi ama Süleyman yardım etti bana. Onun sayesinde burdayım. Beni geri çevirip onları bıraksalardı, onlar nasıl davranırdı? Seslerini çıkarmazlardı herhalde. Bunu böyle düşünmek, özür aramak, kepazelik değil mi?”
Mustafa Suphi’lerin adını ilk kez Trabzon’a geçtiğinde, o günlerde katledildikleri sırada duyar Ahmet. Moskova’dan 1925 yılbaşına doğru yurda döndükten sonra, güvenlik içinde olacağı İzmir’e gider. İsmail ile aynı evde kalırlar. Yasadışı yaşantı içinde, gizlendiği evden dışarı çıkmaması gerekirken, kötü bir iş yaptığını bile bile, gündüz vakti evin çevresinde dolaşmaya çıkar. Bir şanssızlık sonucu bir sokak köpeğinin ısırmasıyla, uzun süren kuduz olma korkuları başlar; İzmir’de kuduz salgını vardır o sırada. Ahmet’in yaşadığı korku; başlangıçta kuduz olasılığını düşünmeyen İsmail’in de giderek Ahmet’in davranışlarından ürküntüye kapılıp kuduracağı günü belinde silahla beklemeye başlaması (Ahmet’in İsmail’in belindeki silahı gördüğü an, romanın en çarpıcı yerlerinden biridir); Ahmet ile İsmail’in birlikte ev yaşantısı zengin ayrıntılarla yüklü bir anlatımla, başarıyla verilir.
Ahmet’in Moskova’daki yaşantısı da kişiliğindeki bazı zayıflıkları ortaya çıkarır. Özellikle Anuşka ile ilişkisinde sürekli bocalamaktadır. Yeni toplumun doğmakta olan “tipi” karşısında şaşkındır; Anuşka yeni toplumun insanı olarak biçimlenmesine karşın, Ahmet hâlâ eskinin izlerini taşımaktadır. Bu yüzden Anuşka’nın dostluk ilişkilerindeki kendine güvenli davranışlarını kavrayamaz, onun Sİ-YA-U ile dostluğunu şiddetli biçimde kıskanır; “Kendimden utanıyorum, ama sabahlara kadar Anuşka’yla olması; aklıma öpüştükleri filan gelmiyor, Anuşka’yla Moskova ırmağı boyunda el ele bile tutuşmadan dolaştıklarını biliyorum, gözümle gördüm; sabahlara kadar Anuşka’yla olması deli ediyor beni, bunun beni deli ettiğinin de şimdi şimdi farkına varıyorum.”
Ahmet, zayıflıklarının yanı sıra, olumlu kişilik özellikleriyle de romanın en çok yaşayan, çarpıcı kişiliğidir. “Bütün işlerini mükâfat kaygısıyla ceza korkusunun dışında yapmaya” çalışan Ahmet, parti kendisine görev verdiğinde Sovyetler Birliği’ni bırakıp yurda dönerken, kararsızlık göstermez. Bolu’da sürgündeyken, aylardır maaş alamayan öğretmenlere önderlik yaparak, haklarını aramalarını sağlar. Millî Mücadele’ye katılmak için birlikte yola koyulduğu arkadaşlarıyla cebindeki parayı ortaklaşa harcarken bile, “dayanılmaz bir utanç” duyar, kendini “fakir fukaraya ziyafet çeken mirasyediye” benzetir. Nâzım Hikmet, tüm kişilik özellikleriyle, yakından tanıdığı bir kişiyi çizmektedir Ahmet’te.
“Devrimci romantizm”
Romanın ikinci önemli kişisi İsmail’dir. İsmail örnek bir örgüt adamı, hatta bir kahramandır. Romanda ilk ortaya çıkışı, hakkında sonradan öğrenilenler düşünüldüğünde, şaşırtıcı gelecektir. Sıradan bir işçi portresiyle kendini gösteren İsmail, İstanbul, Ankara, Diyarbakır ve Bursa’da yıllarca hapishanelerde yatan, Sansaryan Hanı’nda ve tecritlerde ağır işkenceler gören, işsiz yaşama uğraşı içindeyken bir de sürekli yeraltında yaşamanın güç koşullarıyla savaşan bir insandır. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi ordusunun Sovyetler Birliği’ni işgalini radyodan dinler, üzülür; içerdeyken tanıştığı Neriman ile gene içerde evlenir; bir yandan iş arar, bulduğu işlerden polis attırır, öbür yandan bildiri basıp geceleri duvarlara yapıştırır; içerdeyken hem eğitimini tamamlar, hem Rusça öğrenir; yemeklerini dakikası dakikasına zamanında yer…
Böyleyken bile, Nâzım onun kişiliğinde kusursuz bir kahraman yaratmayı düşünmez. Sözgelimi, İsmail bir türlü rahat yaklaşamaz Neriman’a. Romanda sıradan bir kişi gibi yer almasına karşın, Nâzım’ın yazınsal kişilik özelliklerini en çok yakıştırdığı kişilerden biri olan Neriman, İsmail’e şöyle der: “İstediğim bir iki şey var bu dünyada. Bir kere, artık İsmail’i hapise atmasınlar derdim, ama hiç hiç… Bu bir. Sonra bir evimiz olsun isterdim, bahçe içinde tabii, küçük şirin, kalabalık bir ev. Zenginlik filan istemezdim katiyen. Ve sağlık, sen aslan gibisin maşallah, benim de sıhhatim fena değil.” İsmail, olağanüstü sıcaklıkla çizilen Neriman’ın bu sözlerine, “Tam bir küçük burjuvalık,” diye karşılık verince, Neriman, irkiltici, şöyle der: “Sen bana bu küçük burjuvalığı kaçtır yakıştırıyorsun İsmail, ben öyleysem öyleyim.” Titizlikle seçilmiş ayrıntılarla, romanda gerçeklik duygusunun en başarılı verildiği, son derece sıcak bölümlerden biridir burası.
Romandaki kişilerin hiçbiri kendi kişisel, toplumsal ve politik konumlarına uygun düşmeyen sözler söylemez; iğreti ve yapay bir tek konuşmaya rastlanmaz roman boyunca. Nâzım’ın başarısı kuşkusuz kişilerini gerçek yaşamdan almasından ötürüdür, ama gerçek yaşamda Ahmet, Neriman ya da Anuşka ve Petrosyan denli derişik kişiler bulmak pek olası değildir. Kişilerin hiçbiri tek başına bir tipiğin boyutlarını içermez. Romanın böyle bir sorunu da yoktur. Ne var ki Ahmet, İsmail, Ziya, Kerim, hatta Anuşka ve Petrosyan’ın ayrı ayrı taşıdıkları özelliklerin bireşimi, romanımızda rastlanmayan düzeyde, seçkin bir yazınsal politik kişiliğe ulaşır. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, “devrimci romantizm”in roman sanatımızdaki ilk ve en başarılı örneği olarak da anılabilir.
Dışsal gerçekliğin romanımızda bozuşturulmadan yansıtamadığı başlıca alan, politik örgüt yaşamı ve bu yaşamın yaratıcısı olan kişilerdir. Bu alan romanımızda nedense ya kuru, sığ, kaba bir indirgemeyle yer alır ya da çarpıtılıp gerçekte var olmayan biçimleriyle. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’in bu alanı yansıtmakta gösterdiği başarı, roman sanatımıza ışık tutacak düzeydedir.
Acılı ve çok renkli bir yaşam
Sovyet yazar B. Polevoy’un, “Nâzım Hikmet bu kitabıyla övündüğü kadar belki hiçbir kitabıyla övünmemiştir,” dediği belirtiliyor. Nâzım’ın bu kitabıyla övünmesinin iki nedeni olmalı: Birincisi, tıpkı Aragon gibi, politik sorumluluk duygusuyla, gerçekten yaşanmış olandan yararlanarak, parti yaşamının romanını yazdığı için. İkincisi, bu görevci anlayışını, her bakımdan yetkinlikle yerine getirdiği için.
Nâzım Hikmet gene roman üstüne yazarken, şunları söylüyor: “…ben hiçbir zaman romancı olamam, çünkü hikâye anlatmasını bilmem. Halbuki iyi bir romancı olmayı da pek isterdim.” Nâzım bu romanıyla kendini doğruluyor. İki bakımdan: İlkin, her sayfasında roman yazma tutkusunu duyumsatan Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim ile iyi bir roman yazmış oluyor; sonra, güçlü şiir kaynağının beslediği coşkuyla yazdığı romanında, öykülemeden belirgin biçimde kaçınıyor. Öyküden çok, olaylar ve durumlar üstüne kuruyor romanı. Her biri asıl öyküyü bütünleyecek biçimde geliştirilmeye çok uygun öykücükler, Nâzım’ın şiirli, tutumlu diliyle, birkaç ayrıntıyla çizilip bırakılıvermiştir. Buna karşın, roman için harcanmışlık duygusu vermez bu tutum. Öykünün hızla akışı, bu arada romanın bir solukta okunmasını da sağlar.
Roman uzun, acılı ve çok renkli bir yaşama ilişkin gözlemler ve bunlara ilişkin ayrıntılar üstüne kurulduğu için, enikonu işlenecek gereçlere şöyle bir dokunup bırakmakla yetiniyor Nâzım. Çok çarpıcı ayrıntıları boyutlandırsaydı ve yaşanmış olanın dışına çıksaydı, herhalde daha derinlikli, büyük bir roman ortaya çıkacaktı, bunu duyumsamamak olanaksız.
Ayrıntıların çoğunlukla karşılıklı konuşmalarda kullanılması, romanı güçlendiren bir etken. Roman kişilerinin ayırt edici özelliklerini üçüncü kişinin anlatıcılığına boğmadan, yazarın istemlerine de başvurmadan, kendi sözleriyle (daha az olarak başkalarının sözleriyle) belirtmesi, romanın başarısını yükseltiyor. Romanın dramatik yükünü de en çok bu konuşmalar taşıyor.
Nâzım Hikmet romanda kendisi için yeni olan teknikleri kullanıyor. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim farklı kişi adıllarıyla kurulmuştur. Üçüncü kişinin anlatısı, bununla sık sık iç içe geçen iç-konuşma ve karşılıklı konuşma, birbirlerini tamamlayacak ölçüde katkılıdır. Öykü, Ahmet’in yurda döndükten sonra iş bulmak ve örgüt çalışmalarını sürdürebilmek için İzmir’e geldiği 1925 kışında başlıyor, ama roman bu tarihten başlayarak sürmüyor. Geriye dönüşlerle önceden yaşananlar romana girerken, asıl önemlisi, romanın öykülenen zamanı ilerki yıllara da atlıyor. İsmail’in 1938’de tutuklanıp Ankara’ya gönderilişi, İstanbul’da Adalar açıklarında Erkin denizaltı ana gemisinde tutulması, romanın şimdiki zamanı içindeymiş gibi girer anlatıya. Uzunca bir dönem ve kişilerin bu dönem içindeki gelişim süreçleri, değişik düzlemlerde ve zaman boyutlarının birbirine bağlanmasıyla verilir. Bu arada romanın anlatı düzlemine bir dördüncü boyut eklenir: Romanın kurgusundan kendini dışlaştıran romancı, bazen doğrudan araya girerek, açıklamalarda bulunur. Örneğin, Kerim’in akıl hastanesine düşmesine neden olan işkenceler romanın kurgusu içinde yer alırken, akıl hastanesinden çıkıp 1950 Mayısı’nda veremden öldüğünü, böyle bir açıklamayla öğreniriz. Toplumsal ve tarihsel dönüm noktalarının yazınsal yaratım sürecine etkisi olarak ortaya çıkan ve politik bir bildiri içeren romanlarda rastlanan bu yola (Çernişevski ya da Herzen’de olduğu gibi) Nâzım da başvurma gereğini duymuştur.
Verili somut durumlardan ve kişilerden bir romanı soyutlamanın güçlüğü altından başarıyla kalkmak her zaman kolaylıkla gerçekleşemiyor. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, görece yeni tekniklerden yararlanarak oluşturulan kurgusuyla, dilinin yalınlığıyla, roman için onsuz olmaz ayrıntılarının zenginliği ve onca ayrıntının titizlik ve tutumlulukla kullanılışıyla, parti yaşamını ve sosyalizme bağlı insan tipini ustaca verişiyle, roman kişilerini ve ilişkileri gerçek kılmaktaki başarısıyla, roman sanatımızda çok özellikli bir yer almıştır. Geleceksizlik içinde sıkışıp kalan bunca örnek arasında soluklanabilmek için de düşündürücü bir örnektir.