“Sahne Yeni Gine dağlarının yükseklerinde bir cangılda küçük bir toprak uçak pisti. Yakın bir yerde bambu çatılı hangarlar, bir telsiz kulübesi, ve bambudan yapılmış bir işaret kulesi. Yerde dallardan ve yapraklardan yapılmış bir uçak. Uçak pisti günün yirmi dört saatinde görev yapan burun takılarıyla süslenmiş ve deniz kabuklarından kol bantları olan yerlilerden bir grupla donatılmış. Geceleri bir işaret feneri olarak hizmet görmek üzere canlı tutulan bir meydan ateşi yakılmakta. Önemli bir uçak filosunun gelmesini beklemekteler: Konserve besinlerle, giysilerle, el radyolarıyla, kol saatleriyle ve motosikletlerle yüklü kargo uçakları. Uçaklar yaşama geri dönmüş bulunan atalar tarafından kullanılacak. Ama bu gecikme neden? Adamın biri telsiz kulübesine gider ve teneke kutudan mikrofona buyruklar verir. İplerden ve sarılgan bitkilerden yapılmış bir anten üzerinden mesaj gönderilir: ‘Beni duyuyor musun? Tamam.’ Zaman zaman bir jetin gökte bıraktığı izi gözlerler, ara sıra uzaktaki motorların sesini duyarlar. Atalar yukarıdadır! Onları arıyorlar. Ama aşağıda kentlerdeki beyazlar da mesaj gönderiyor. Atalar şaşırmış durumda. Yanlış havaalanına iniyorlar.” 1
Kargo kültü
Güney Pasifik’te daha önceleri Batı dünyasından kimsenin uğramadığı, unutulmuş birtakım adalar, İkinci Dünya Savaşı sırasında stratejik bir önem kazanır: Önce Japon sonra ABD uçakları, adaları yakıt ikmali için kullanır, inip kalkan uçaklar sayesinde adalılar hiç bilmedikleri muazzam yeniliklerle tanışır; konserveler, giysiler, bambaşka bir dünyadan gelen yepyeni ve yararlı nesneler… Sonra savaş biter ve kimse gelmez olur.
Paraşütle atılan ya da uçaklarla gelen kargoya tekrar kavuşmak için, adalılar çareyi askerlerin pratiklerini tekrarlamakta bulur: Üzerine birtakım işaretler boyadıkları pisti ateşle aydınlatırlar, ahşap bir kulübede (kontrol kulesi) başında kulaklığa benzeyen tahta parçalarıyla biri (uçuş görevlisi) bekler durur… Bambudan uçaklar ve yerdeki gizemli çizgilerle gerçek uçaklar arasında sihirli bir bağlantı vardır adalıların anlayışına göre. Uçakların tekrar gelmesi için her şey yapılmış, her önlem titizlikle alınmıştır. Gelen giden olmaz, o ayrı.
Çok farklı bir uygarlıkla, esas olarak modern teknolojiyle karşılaşmanın yarattığı şok sonucu ortaya çıkan benzer kültlere en tipik örnek olarak anlatılan bu hikâye, “kargo kültü” teriminin de kaynağıdır: Bir süreci ya da sistemi anlamaksızın, o sistemin en dışsal, en yüzeysel görünümlerini taklit ederek büyüsel düşünme yoluyla yeniden üretmeye çalışmak.
İlk kargo kültler XIX. yüzyılın sonlarında görülmüştü. Adalılar önce yelkenlileri bekledi, sonra buharlı gemilerin dumanlarına ait izler aramaya başladılar gökyüzünde. “Uçan ev”lere sıra İkinci Dünya Savaşı sırasında geldi…
Kargo kültü bilimi
Nobelli fizikçi, renkli şahsiyet Richard Feynman, 1970’lerde Caltech’te yaptığı, sonradan kült haline gelen ünlü konuşmasında Millikan’ın elektron yükünü hesaplarken ulaştığı hatalı sonuca değinir:
Millikan’dan sonra aynı deneyi yapanların ulaştığı rakamlar yavaş yavaş yükselmiş ve doğru rakama çok sonraları ulaşılabilmiş. Çünkü Millikan’ın rakamından çok yüksek bir rakama ulaşan her bilimci, koskoca Millikan’la ters düşmemek için rakamlarını ‘düzeltmiş’, Feynman’a göre bilim adına utanç verici bir tarih yazılmıştır… “İyi bilim” değildir bu.
Peki, bilim denen şeyi niçin bu kadar önemseriz? Niçin bir şeye “bilimsel değil” diye itiraz ederiz? Bilim dininin sadık bekçileri olduğumuz için mi?
Feynman’ın çok basit açıklamasını takip edersek: Aklımıza gelen saçma fikirleri düzgünlerinden ayırmanın bir yolunu buldu bir ara insanlar. Fikirleri belirli kurallara göre deneyip işlemeyenleri elemek. Sonradan bu yol yordamlar bütünü, örgütlenerek bilim halini aldı. İşliyor mu? İşliyor. Yanılıyor mu? Sık sık.
Ama bu sayede kendini düzeltiyor. Bilimin işlediği, üstelik baş döndürücü bir hızla işlediği, hem gözlerimizin önündeki dünyanın hem de kafalarımızın içindekinin hızlı değişiminden belli.
Feynman, konuşmasında herhangi bir dışsal etmenin –inanç, politika, duygular vb– bilimsel yönteme bulaştırılmaması için uyarır öğrencileri. Tabii, bilimin yöntemlerinin kötü uygulanışının sözde-bilimlere (yeni deyişle çakma bilimlere) kılıf hazırlayacağını söyler. Bilim kisvesine bürünmeye çalışan birtakım metafizik inanışları da “kargo kültü bilimi” olarak tanımlar.
Bir kargo kültü olarak yaratılışçılık
Güney Pasifik’teki adalarda yaşayanların epey kalabalık olduğunu düşünün. Üstelik adalılar, inip kalkmış olan ve gelmesi muhtemel kargo uçaklarına karşı düşmanlık besliyor olsunlar ve onlarla savaşmak için bambudan uçaklar, sarmaşıktan silahlar yapmış olsunlar… İşte yaratılışçılık denen şey tastamam budur.
Savaş ümitsiz görünüyor, değil mi? Bilimsel çerçevede evet; acıklı ve gülünç.
Ama tam da değil: Gerçek yerlilerin tersine, bu hayalî adalıların savaşı, zihinlerde cereyan ediyor ve kafa dengi adalılar oldukça onlar savaşa devam edecekler.
Darwin’in kuramı, Kopernik devriminden beri başka hiçbir alanda olmadığı kadar sert bir saldırıydı genel ahlâka ve dini inanışlara.
Darwin saldırdığı için değil, kuramın kendisi bir tehdit oluverdi ansızın. Evrim fikrine tiksintiyle bakan, şempanze ve bonobo kuzenlerimize değil, Âdem’le Havva’ya inanmakta ısrar edenler hep oldu; olacaktır da.
İnsanların neye, ne kadar inanacağına bilim karar veremez. Ama evrim kuramına karşı ahlakî refleks, reaksiyonerlikten (şimdilerde rağbet görmeyen ismiyle gericilikten) çıkıp kendini bir bilimsel kurammış gibi sunmaya kalkınca “kargo kültü bilimselliği”nden söz edilebilir artık: Bilimsel yöntemin hiçbir adımını uygulamayan, sadece belagat ve sağduyuya, giderek demogojiye dayanmaya çalışan bir sözde-bilimle karşı karşıyayızdır.
Bilim söz konusu olduğunda sağduyunun ne kadar yanıltıcı olduğunu –çünkü sağduyu dediğimiz şeyin küçük sürüler halinde yaşamaya kendini uyarlamış primat beyinlerimizin özelleşmiş bir melekesinden ibaret olduğunu– bilimsel pratiğe yakın olan hemen herkes bilir.
İnsanın bilim denen şeyin işleyişinden tamamen bihaber olması gerekir ki Yaratılışçılığın tezlerinin “akla yakın olduğunu”, “akıllı tasarım”ın bir kuram olduğunu söyleyebilsin. Şimdilerde evrimi bambudan bombalara karşı savunmak zorunda kalanların bile “evrim sadece bir kuram değil, bir olgudur” demek zorunda kalması, ayrıca hazin bir durum.
Bilimsel bir kuram, durup dururken ortaya çıkmaz. Ve bilim dilinde kuram, gündelik dilde varsayım, tahmin gibi anlamlara gelebilen “kuram”la aynı şey değildir.
Önce icat, sonra muhafaza
Yaratılışçılık, kutsal kitapları harfi harfine okumak isteyen, dünyanın gerçekten 4004 yıl önce yaratıldığına inanan ABD püritenlerinin bir icadı. Bu icadın ABD dışında en çok kabul gördüğü ülke ise, 40 yıla yakın bir zamandır kargo kültünün saldırısı altında bulunan Türkiye.
Müslümanların kutsal kitabını yorumlayan bin yıllık gelenek dururken, başka bir kutsal kitabın –yorum yasaklanarak– ilk anlamıyla okunuşundan türemiş bir sözde-bilimi buralarda lanse etmenin yakışıklı adı, son zamanlarda muhafazakârlık oldu. Tavşanın suyunun suyu olan bu icada “kargo kültünün kültü” adı verilebilir pekâlâ.
Tanrı’nın varlığını destekliyor diye Büyük Patlama (Big Bang) kuramını şevkle desteklemek, ama Tanrı’ya karşı çıkıyor diye evrim kuramına hiddet duymak için, bilim denen şeyden tamamen bihaber olmak şarttır.
Derler ki Laplace, kitabında niye Tanrı’ya hiç yer vermediğini soran Napolyon’a “Öyle bir varsayıma gerek duymadım” cevabını vermiş. Bu sözler, nasıl ve nereden aktarıldığına, hangi bağlamda kullanıldığına bağlı olarak, bir ateistin kibrine ya da XIX. yüzyıl pozitivizminin aşırı kendine güvenine dair bir işaret diye yorumlanabilir tabii.
Muhtemel bir yorum daha var: Stephen Hawking’in bir konuşmasında vurguladığı gibi, belki de Laplace Tanrı’nın olmadığını iddia etmiyordu, Tanrı’nın fizik yasalarına karışmayacağını söylüyordu… Daha da basit bir yorum var, bazen bir piponun sadece bir pipo olması gibi, Laplace gerçekten de böyle bir varsayıma ihtiyaç duymamış olabilir.
Bilimciler bu tür varsayımlara gerek duymaz, çünkü tanrılarla, cinlerle, perilerle ilgilenmezler. Bilim kanıtlanabilen şeyler üzerinde yanlışlanabilen önermeler ileri sürer. Laplace haklıydı: “öyle bir varsayıma” gerek duyduğunuz zaman, işinize inançlarınızı karıştırdığınız an, artık bilim yapmıyorsunuzdur.
Ama Türkiye’deyiz, yani Güney Pasifik’in az bir şey kuzeyinde. Bu civarlarda önermelerin kendisi değil, kimin işine yarayacağı düşünülür. “Vahdeddin hain miydi?” sorusuna ünlü düşünür Süleyman Demirel’in verdiği cevapta olduğu gibi: “Hain olmadığını söylemek, Türkiye’ye faydalı olur mu, ona bakmak lazım.”
Türkiye’de Harun Yahya’nın bir teorisyen, Yusuf Halaçoğlu’nun tarihçi olarak görülebilmesinin önkoşulu, herhangi bir alanda hakikatin, doğruluğun değil, söz konusu hakikatin ya da yalanın pratik yararının/zararının dikkate alınmasına yönelik bu derin anlayıştır. O anlayış ki, işimize yaradığı ölçüde, içinde bütün kargolara, kültlere yer vardır…
Darwin’e saygı
Yaratılışçıların korkunç bir figür olarak göstermeye çalıştıkları Charles Darwin’in büyüklüğü nereden geliyordu? Evrim fikrini bulmasından mı? Pek değil. Canlıların evrimi fikri birkaç kuşaktır vardı zaten, Darwin’in dedesi Erasmus Darwin de –bu terimlerle olmasa bile– canlıların evrildiğini savunmuştu.
Hoş, evrim (evolution) kelimesini Darwin bulmamış, kullanılmasını da pek hoş karşılamamıştır.
Darwin’in farkı, şu anda bize çok basit görünen bir fikri, doğal ayıklanma mekanizmasını ortaya çıkarmış olması ve döneminin inançlarıyla eğilimlerine –her şeyden önce kendi inançlarına– aykırı düşmüş olmasına rağmen, yönteminden sapmaması. Gerektiğinde eserini onyıllarca bekletmek pahasına…
İlerlemenin altın çağında, ilerleme fikrine yüz vermemiş, bütün bir biyoloji bilimini silkeleyip yeni temellere oturtmuştu Darwin. Gördüklerine, denediklerine değil, içinde yetiştiği dinî kurallara bağlı kalsaydı, kitabını basılmadan çöpe atacaktı. Millikan’ın deneyini tekrar eden ürkek araştırmacılar gibi yapsaydı, zamanının akıntısına kendini kaptırıp Spencer gibi bir “ilerleme güzellemesi” yapabilecekti.
Bu kadar yöntemli, dikkatli ve titiz bir bilim insanının bize bıraktığı miras, kargo kültü bilimselliğiyle, hatta kargo kültünün kültü ile çürütülmeye çalışılıyor, işin ironik kısmı bu.
Kargo kültlere haksızlık
Kargo kültlere iki bakımdan haksızlık etmiş olduk. Birincisi: Laboratuvarlarıyla, müzeleriyle, demogojileriyle buram buram sahtekârlık kokan yaratılışçılığın aksine, kargo kültler bütünüyle samimidir. Bu insanların yaptığı, yaşadıkları kültür şokuna, yaşadıkları dünyanın koşullarına göre, büyüsel düşünmenin sınırları içinde makul bir cevap vermeye çalışmaktan ibarettir.
İkinciye gelince… Kargo kültlerin ilkelliğiyle rahatça alay etmeden önce, beyaz adamın dönüp bir de kendisine bakması gerekir, öyle değil mi? Ne de olsa, bu kadar bol kargomuz olduğu halde, hâlâ büyülerle, hurafelerle, kültlerle takılmaya devam eden bizleriz. Peki, tektanrılı dinler de, ölümle biten, çetin bir hayatın zorluklarına karşı bir kargo kült olarak görülemez mi? Kargosu cennetlerde saklı olan…
1940’lardan bu yana her yılın 15 Şubat’ında John Frum adında bir Amerikalının kargoyla geri dönmesini bekleyen Vanautu yerlilerine gazeteci Paul Raffaele 2006 yılında sormuş: “John size 60 yıl önce zengin bir kargo vaat etmişti, hiçbir zaman hiçbir şey gelmedi. Niçin hâlâ ona inanıyorsunuz?” Bu soru Şef Isaac’ı çok eğlendirmiş: “Siz Hıristiyanlar, İsa’nın yeryüzüne dönmesini 2000 yıldır bekliyorsunuz, ve hâlâ ümidi kesmiş görünmüyorsunuz.” 2
1 Marvin Harris, İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar: Kültür Bilmeceleri, çev. M. Fatih Gümüş, İmge Kitabevi, s. 116.
2 John Raffaele, “In John They Trust”, Smithsonian Magazine, Şubat 2006.