Post-hakikat kavramı son bir yıldır akademik yazından popüler yayınlara, internet sitelerinden televizyon programlarına kadar her yerde karşımıza çıkıyor. Özellikle Amerika’da ırkçılığını, cinsiyetçiliğini, göçmen düşmanlığını gizlemeyen, çizgi romanlardaki abartılı kötü karakterlerden biri gibi görünen bir milyarder olan Donald Trump’ın başkan seçilmesi ve İngiltere’de, ırkçı argümanların çokça öne çıktığı, Avrupa Birliği’nden çıkış referandumu (Brexit) sonrası post-hakikat kavramı Batı medyasında tüm dünyadaki karmaşık gelişmeleri açıklamak için kullanılır oldu.
Sadece Trump ve Brexit de değil, Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan gibi politikacıların artan otoriterizmi de bu kavram ile açıklanıyor. Kavram o kadar yaygın kullanıldı ki, 2016 yılında Oxford Sözlüğü post-hakikati yılın sözcüğü seçti. Post-hakikat tartışması, Batı’daki kadar yaygın olmasa da, Türkiye’de de özellikle muhalif saflarda içinde yaşadığımız otoriterizmi veya bu otoriterizme rağmen AKP’nin kitleleri etkilemeye nasıl devam ettiğini açıklamakta zaman zaman kullanılıyor. Peki, nedir bu post-hakikat ve gerçekten içinde yaşadığımız dünyayı açıklıyor mu?
Yalan, nefret söylemi ve olguların reddi
İngilizce’de post-truth olarak kullanılan kavram Türkçe’ye post-hakikat, hakikat sonrası, gerçeklik sonrası, post-gerçeklik gibi şekillerde tercüme ediliyor. Kavram aslında pek de yeni değil. İlk olarak 1992 yılında ABD’de Steve Tesich isimli bir oyun yazarının The Nation dergisine yazdığı bir yazıda geçmiş; 2004 yılında ise Ralph Keyes’in Post-Truth Era (Hakikat Sonrası Çağı) kitabı çıkmış.
Oxford Sözlüğü, post-gerçekliğin sıfat olduğunu söylüyor ve şöyle tanımlıyor:
“Kamuoyunun şekillenişinde objektif olguların, duygulara ve kişisel inançlardan medet ummaya göre daha az etkili olduğu koşullarla ilgili veya bu durumları simgeleyen”.
Özet olarak kavram, yalan ve yalana dayalı nefret söylemlerinin çok pervasızca kullanılabildiği, üstelik kabul de gördüğü bir siyasî atmosfere işaret ediyor. Post-hakikat kavramının belki kendisi değil ama bu konu üzerine yazılan yazılar günümüz medyasını, politikasını ve ideolojilerin işleyiş biçimini anlamak için önemli veriler sunuyor.
Dünyadan ve Türkiye’den post-hakikat politikalarına birkaç örnek verelim.
Türkiye’de yaşayanlara belki ilginç gelmeyecek olsa da, Donald Trump’ın nefret söylemini seçim stratejisinin kalbine oturtması post-hakikat politikalarının bir örneği kabul ediliyor. Trump’ın seçim kampanyasında Meksikalılar “tecavüzcü ve katil”, siyahlar “suça eğilimli” olarak anılıyor, Müslüman göçünün tamamen bitirilmesi gerektiği öneriliyordu. Bu ırkçı retorik elbette bir takım olgular üzerine değil tamamen önyargılar üzerine kuruluyordu. Sadece bu da değil; post-hakikat politikası olarak anılan şeyler bazen de hakikatin tamamen reddedilmesi üzerine kurulu olabiliyor. Trump, iklim değişimi olgusunu kabul etmiyor, hatta bu olguyu reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda bu yalanı genelleştiriyor. Trump’ın ifadesiyle: “İklim değişiminin bir yalan olduğunu herkes biliyor”.
Brexit sürecinde İngiliz medyasının söylediği yalanlar ve İngiltere halkının AB’den çıkış yönünde oy kullanmış olması da post-hakikat döneminin onaylanması olarak okunuyor.
Ancak çok uzağa gitmeye gerek yok. Post-hakikat politikalarının en önemli örneklerinden biri olarak Türkiye kabul ediliyor. Hatta Post-hakikat döneminde gazetecilik üzerine yazılan bir uluslararası raporda, gazetecilikte yaşanan krizin bir “Batı medyası krizi olmadığı” belirtiliyor ve Türkiye örneği veriliyor. Gezi’den bu yana bugün “post-hakikat politikası” olarak adlandırılan politikanın pek çok örneğini gördük. Gezi direnişinin iktidar tarafından hızla nasıl manipüle edildiğini hatırlayalım. Kocaman TV kanallarından ve gazetelerden topluma duyurulan, Gezi direnişinin OTPOR adı verilen bir Sorosçu teşkilat tarafından planlandığı, asıl amacın ağaçları korumak değil de durdurulamaz bir hızla büyüyen, bölgesinde bir güç olan Türkiye’ye karşı üst akılın öne sürdüğü bir senaryoyu hayata geçirmek olduğuydu. Akşam gazetesi bir manşetinde ünlü Marksist akademisyen David Harvey’i kapağa koymuş ve Gezi Parkı eylemlerinin yöneticisi olduğunu anlatan bir haber yapmıştı. Medyada yalan o kadar sıradan bir hâl aldı ki, 2013 yılında Yeni Şafak gazetesi Noam Chomsky ile röportaj yapıp Chomsky’ye Batı’nın Türkiye’den korktuğunu söyletmişti. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ise hiçbir olguya bakılmaksızın insanlar KHK torbalarına konuldu, işten atıldı ve hapsedildi.
Yalan sadece iktidardakilerin aracı da değil. Hakikat-sonrasına en net örnek olabilecek yalan kategorilerinden biri de Suriyeli mültecilerle ilgili sosyal medyada ve Sözcü gazetesinde yer alan yalanlar. Suriyelilerin en iyi okullarda okudukları, sınavsız üniversiteye girdikleri gibi yalanlar Sözcü okurlarından çok daha geniş bir kitle tarafından da doğru kabul ediliyor.
Yalan haber, klasik 5N1K kuralının reddi, burjuva sınırları içinde bile gazeteciliğin en temel ilkelerine uyulmuyor olması günümüzün önemli sorunları arasında, neyse ki artık teyit.org gibi yanlış veya düpedüz yalan bilginin dolaşımını engellemek için seferber olmuş mecralar da var.
Ancak içinde yaşadığımız çağ gerçekten bir hakikat-sonrası çağı mı, geniş kitleler artık seçimlerini yalanlar ile mi yapıyor? Otoriterizmin yükselişinin arkasında insanların artık olguları aramak yerine, gerçekle bağı zayıf duygulara teslim oluşu mu var? Bu soruları sorduğumuzda hakikat-sonrası kavramının aslında hakikatin bir kısmını gizlediğini görmek zor olmaz.
Post-hakikatin açmazları
Post-hakikat kavramının ilk açmazı, bu kavram ile açıklanmaya çalışılan yalan ve manipülasyon olgusunun hiçbir şekilde yeni olmaması. Kendisini Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak sunan hükümdarlardan, milyonlarca insana ulusunun çıkarları için ölmesi gerektiğini salık veren modern devletlere kadar iktidar ile hakikat üzerine süren kavga arasında ciddi bir ilişki olageldi. İktidarlar her zaman hakikatin kendi tekellerinde olmasını istedi, aşağıdakiler ise kâh onlara inandı, kâh direndi. Bugün bir post-hakikat çağında yaşıyor olduğumuzu söylemek bütün bu kaostan önce bir hakikat döneminde yaşıyor olduğumuza işaret ediyor gibi… Oysa bu da hakikatin çok uzağında: Trump karşısında aday olan ve öncelikli hedeflerinden biri “demokrasi için” Ortadoğu’yu bombalamak olan Hillary Clinton daha mı az yalancıydı? AB karşısında ırkçı yalanlar söylenmesi korkunç, ama AB’nin Yunanistan’ın yoksullaşmasını Yunan halkının tembelliğine bağlayan ırkçılığı da yalanlara yaslanıyordu.
Burada hakikat ile duygular arasında her zaman tersine bir ilişki olup olmadığını tartışma şansım yok, ancak insanların “artık” rasyonel seçimler yapmayıp duygularıyla davrandığı iddiasının da sıkıntıları var. Öncelikle, insanların her zaman rasyonel seçimler yaptığı yönündeki teori dünyayı her biri maksimum fayda peşinde koşan bireylerden oluşan bir toplama indirgiyor ve bugün bunun bitmiş olması karşısında dehşete kapılıyor. Oysa ne bireyler her zaman rasyonel tercihler yapar, ne de dünya fayda etrafında koşan bir takım bencil varlıklarla çevrilidir. Dünyada çıkarları birbirleriyle uyuşmayan ve sürekli bir mücadele içinde olan sınıflar vardır. Bu sınıflar elbette bireylerden oluşur, bu bireyler çeşitli koşullara bağlı olarak kimi zaman sınıf çıkarları doğrultusunda davranır, kimi zamansa sınıf çıkarlarının aksine. Ancak kesin olan, egemen sınıf ile sömürülen sınıf arasındaki mücadelenin varlığıdır.
Bir ihtimal daha var
Bir post-hakikat çağında yaşadığımıza dönük tezlere karşı güçlü bir olay ise İngiltere’de 8 Haziran tarihli son seçimler oldu. İşçi Partisi’nin başına geçen ve kendisini sosyalist olarak tanımlayan Jeremy Corbyn, zenginlerin daha fazla vergilendirilmesi, demiryolları ve enerji sektörünün kamulaştırılmasını da içeren son derece radikal bir programla seçime girdi ve İşçi Partisi’ne çok yüksek bir oy kazandırdı. Post-hakikat politikalarına karşı olan tarafı ise şuydu. Corbyn aleyhine tüm medyada inanılmaz bir karalama kampanyası yürütüldü, sağcı basından liberal-sol diyebileceğimiz mecralara kadar neredeyse her yerde Corbyn ya görmezden gelindi ya da ağır hakaretler, küçümsemeler ve terörist olduğuna dek uzanan yalanlarla sunuldu. Ancak aşağıdan bir harekete yaslanan Corbyn’in yükselişini bütün bu yalanlar durduramadı. Daha şaşırtıcı olan ise şu: Brexit sürecinde yükseliyormuş gibi görünen ırkçı parti UKIP’in oyları eridi. Sonuçlar daha önce AB’den çıkış yönünde veya UKIP’e oy vermiş pek çok kişinin Corbyn’e oy verdiğini gösteriyor.
Günümüzde post-hakikat gibi kavramların yaygın kullanılabilmesi elbette bir tesadüf değil. Gerçekten de alışık olduğumuz pek çok düşüncenin, hissiyatın, hayatlarımızdaki görece istikrarın sarsıldığı, alışıldık burjuva politikacıları yerine daha uçlardaki politikacıların etki yarattığı günlerden geçiyoruz. Bütün bunların yaşanıyor olma sebebi bir post-hakikat çağına girmiş olmamız değil, neoliberalizm etrafında inşa edilen “hakikat” üzerine uzlaşının dağılıyor olması. Günümüzde serbest piyasa ekonomisin herkese eşitlik ve özgürlük getireceği, teknolojik gelişmenin tüm dünyaya huzur getireceği, ideolojilerin sona erdiği gibi fikirler pek alıcı bulamıyor. Neoliberalizmin 2008’de girdiği ekonomik kriz, politik, ideolojik tüm düzeylerde sürüyor. Post-hakikat kavramının ağıt yakmakta olduğu akıl bana neoliberal uzlaşı döneminin aklı gibi geliyor. Doğrudur, bu akıl 30-35 yıllık sürekli güvencesizleştirme, yoksulluk ve savaşlar ile sona erdi.
Bu durumda sağın yükselişini kitlelerin akıldışı davranışına bağlamak yerine başka bir ihtimal üzerine düşünmekte fayda var: Kitleler mevcut sistemden rahatsız, kimi zaman solda, solun alternatif olmayı başaramadığı yerlerde ise sağa yöneliyorlar.
Ölümcül alametler
Gramsci’nin kriz üzerine söylediklerini hatırlamanın bugünkü otoriterizm üzerine düşünmekte faydalı olabileceğini düşünüyorum. Gramsci’ye göre egemen sınıf konsensüsü kaybettiğinde, liderlik vasfına sahip olmaz; artık sadece tahakküme sahiptir, ancak geniş kitleleri yönlendirebilme yeteneğine sahip değildir. Eski fikirler sarsılırken, yenileri kitleleri kavrayamaz : “Kriz, tam olarak eskinin ölmekte olduğu ve yeninin doğamadığı olgusundan meydana gelir. Bu fetret devrinde çok çeşitli ölümcül alametler belirir”.
Bu ölümcül alametler faşizm, otoriterizm, Bonapartizm gibi işçi sınıfı ve ezilenler için “ölümcül” olabilecek alametler de olabilir, sosyalizm gibi egemen sınıflar için “ölümcül” olacak alametler de. Bunun kimin için ölümcül olabileceğine sadece mücadele karar verebilir.